O’nun Muhteşem Ahlâkı -11

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

ont

(Îmân Ahlâkı ve Ramazân-ı Şerîfi İhyâsı)

O’NUN YANINDAKİLER

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bize üsve-i hasene, yani en muhteşem, en şâhâne örnek.

O’nun zamanı, asr-ı saâdet. Yani saâdet devri. O saâdete eren ve O’nun sohbetinde yetişen, Efendimiz’e Kur’ân’ın nâzil oluşuna ve İslâm’ın vaz edilişine adım adım şahitlik eden ashâb-ı kiram ise; bizim için en güzel örnek nesil, kıyâmete kadar gelecek asırlara nümûne en hayırlı toplum…

Cenâb-ı Hak; ideal toplum olarak bize ashâbı gösteriyor ve onlar gibi olmamızı arzu ediyor:

“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)

Rabbimiz’in rızâsına erişmek ve iki dünyada saâdete kavuşmak için; Peygamberimiz’e tâbî olmamız ve ashâbın izinden gitmemiz, yegâne yol.

O hâlde; Peygamberimiz’in ashâbını tanımamız, bizim için zarûrî. Rabbimiz onları bize nasıl tanıtıyorsa, bilhassa o hasletlerini tâlim ve tatbik etmemiz elzem.

Fetih Sûresi’nin son âyet-i kerîmesi; Peygamberimiz’in yanındaki ashâbı tarif ederken, ferdî ve içtimâî hayattan en mühim esasları bize bildirir. Bu âyet-i celîleyi, tefsirî mahiyette safha safha okuyalım:

ÎMAN DURUŞU

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ

“Muhammed Allâh’ın rasûlüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetindir…”

Cenâb-ı Hak, Allah Rasûlü’nün yanında olanların ilk vasfı olarak; «Küffâra karşı şiddetlidirler.» hükmünü vermekte.

Bu tavır, îmânın bir zaruretidir. Çünkü kalbinde en zayıf vaziyette îman bulunan bir mü’minin dahî; Allâh’ın râzı olmadığı bir kötülüğe karşı, buğz etmesi lâzımdır.

Îmânın alâmeti; «lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefret»tir. Ashab bu hususta çok büyük imtihanlar geçirmiştir. Onlar, kan asabiyetinin çok güçlü olduğu bir devirde; «Allah için sevmek, Allah için buğzetmek» hakikatinin sırrına erdiler. İnançsız olan anne-babalarına yahut kalabalık kabîlelerine değil, Allah Rasûlü’ne tâbî oldular. Kimsesiz olanlar, işkencelere mâruz bırakıldılar. Bilâller ve Habbâblar; yakıcı güneşin ve ağır taşların altında ezildiler, fakat îmanlarından taviz vermediler. Hazret-i Yâsir ve Hazret-i Sümeyye gibi niceleri can verdiler, vazgeçmediler. Tevhîdi muhafaza ettiler.

Mekke devri, işte bu sağlam ve tavizsiz îman terbiyesi oldu. O devrede az sayıda, fakat çok metin ve müstesnâ sahâbîler yetişti. İslâm’ın ilk toplumunun sapasağlam temelleri, bu tavizsiz çile devrinde atıldı.

Tevhid tarihinde de her türlü çile karşısında, îmandan taviz vermeyen büyük kahramanlar vardır. Cenâb-ı Hak bunları da bize misal olarak vermektedir:

ont_1

 

TEVHİD KAHRAMANLARI

Firavun; Hazret-i Musa’nın mûcizelerine karşı koymaları için, ülkesindeki en mahir sihirbazları toplamış, onlara Musa -aleyhisselâm-’a galip gelmeleri hâlinde hazinelerini va‘detmişti.

Tayin edilen gün geldi, Hazret-i Musa’nın asâsı, ejderhâya döndü ve sihirbazların bütün sihir malzemelerini yuttu. Bunun üzerine sihirbazlar, bunun kendi sanatları gibi bir sihir değil, Allah katından bir mûcize olduğunu idrâk ettiler ve derhâl secdeye kapandılar;

“Biz âlemlerin Rabbi’ne îmân ettik!” dediler. (el-A‘râf, 121)

Firavun, bu manzara karşısında âdetâ kudurdu. Kanlı tehditler savurmaya başladı. Fakat sihirbazlar, kavuştukları îmânı kaybetmemek için, firavunun tehditlerine asla mağlûp olmadılar. Kolları ve ayakları kesile kesile işkencelerle katledileceklerini bildikleri hâlde;

“(Ey firavun!) Neye hükmedersen hükmet! Senin hükmün ancak bu dünyada geçer!” (Tâhâ, 72) dediler.

O kan deryâsında metânetlerini kaybetmemek için de Cenâb-ı Hakk’a el açtılar:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ

“…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A‘râf, 126) diye niyaz ettiler.

Îmânı kaybetmeme heyecanı onları öyle sarmıştı ki; “Yâ Rabbî! Bizi firavundan, işkenceden ve ölümden kurtar!” diye duâ etmek bile akıllarına gelmiyordu. O güne kadar sihirle uğraşmış olmalarının ve bir peygamberin karşısına münâzaraya çıkmış olmalarının keffâreti olarak, bu şehâdeti âdetâ arzuluyorlardı. Tek endişeleri, îmân ile huzûra göçebilmekti.

İlk Îsevîler de; sirklerde arslanların önüne atıldılar, onların dişleri arasında îmanlarını korudular.

Ashâb-ı uhdûd da; eriştikleri îmandaki yakîn, kalbî huzur ve itmi’nan hâlini yitirmemek için ateş çukurlarına atılmaya râzı oldular.

Habîb-i Neccâr ise, kavminin hidâyeti için çırpınırken şehid edildi. O anda Rabbinin nimetlerini görünce, kavmine gazap etmedi, merhamet etti;

“Keşke kavmim, Rabbim’in bana nasıl sonsuz ikramlarda bulunduğunu bilselerdi de onlar da hidâyet nimetinden mahrum kalmasalardı. Onlar da Allah yolunda seve seve can vermeye koşsalardı.” dedi. (Bkz. Yâsîn, 26-27)

Bugün de bir müslüman; İslâm’ı zedelemek isteyenlere karşı, İslâm’a ve Allâh’ın dînine yapılmak istenen tecavüzlere karşı; tavizsiz bir îmâna sahip olmalıdır. Gönlünde küffâra karşı zerre kadar muhabbet, hürmet ve takdir hissi bulunmamalıdır. Ehl-i küfrün, müslümanlar arasına yaydığı bâtıl fikir ve fâsit modalara da asla muhabbet beslememelidir.

Ashâbın ikinci hasleti:

ont_2

MERHAMET TESÂNÜDÜ

رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ

“(Onlar) kendi aralarında merhametlidirler.”

Demek ki;

Müslümanlar arasında rûhânî bir doku olmalıdır, bir tesânüd olmalıdır. Her mü’min, kardeşine zimmetlidir.

Ashâb-ı kirâmı, Peygamberimiz birbirine kardeş eylemişti. Ensar; muhâcirlere evlerini açmış, mallarını onlarla bölüşmeye can atmışlardı. Muhâcirler de müstağnî kalarak, ancak emek vermek mukabilinde kabul etmişlerdi. Biri vermek istiyor, diğeri müstağnî. Ne büyük bir ahlâk zarâfeti!

Peygamber’in yanında olanlardan Cenâb-ı Hak, güzel bir kulluk dayanışması arzu ediyor. Bu da ancak gönüllerde kök salmış merhamet ile tahakkuk eder.

Rabbimiz bize Zâtını en çok «Rahmân ve Rahîm» esmâsıyla bildiriyor. Bize rahmet telkin ediyor.

Peygamberimiz Âlemlere Rahmet… Nebiyyü’r-Rahme, yani Rahmet Peygamberi… Âyet-i kerîmede Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; «Raûf ve Rahîm» vasıflarıyla tavsif edilmiştir:

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ

“Andolsun size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

O hâlde;

Rahmân ve Rahîm Rabbimiz’in kulları ve Âlemlere Rahmet Peygamber’in ümmeti de Rahmet İnsanı olmalı. Bir müslüman; yüreğinden merhamet taşıran bir merhamet insanı olmalı.

Merhamet, bir mü’minin fârikasıdır. Mü’minliğini tescilin bir alâmet-i fârikasıdır.

Îman kalpte öyle yerleşecek ki; mü’min kardeşlerine çok merhametli, çok düşkün olacak; îmandan nasipsizlere karşı da tavrı çok net olacak. Nitekim Tebbet Sûresi; müstehakkına nefretin, yani Allâh’ın sevmediklerine buğzun, en müşahhas bir tâlim ve telkînidir. Bu tâlim çok mühimdir. Zira müstehakkına nefret olmazsa, lâyıkına muhabbeti zedelemiş olur.

Bu vasıflar, yani mü’mine merhamet ve kâfire karşı tavır; müslümanlarda sağlam bir haslet olduğu demlerde, kıtalar hidâyetle kucaklaştı, muazzam zaferler yaşandı. Merhamet, toplumu muhafaza eden bir ağ gibiydi. Öyle ki bu merhametten gayr-i müslimler de istifâde hâlindeydi. Endülüs yıkıldığında oradan kovulan yahudileri, Barbaros gemilerle kurtardı ve Osmanlı’ya getirdi.

ont_5

Fakat bu hasletler zaafa uğradığında ise, koca Endülüs medeniyeti tarihten silindi. Müslümanlar zaafa uğrayıp ağır imtihanlara dûçâr oldular.

Endülüs hakikaten bu yükseliş ve çöküşün çarpıcı bir misâlidir.

Fethedilirken Târık bin Ziyâd’ın, elbiseleri yamalı 7 bin kişilik ordusu; 95.000 kişilik İspanya ordusunu bertarâf etti. Endülüs’te ilk üç asır, istikamet çizgisinde muvaffakiyetle geçti. Daha sonra müslümanlar aşîretlere bölündü. Kardeşlik koptu. Müstehakkına nefret zaafa uğradı, kâfirlere muhabbet beslenmeye başlandı. Müslüman aşîretler; birbirlerine karşı, düşmanla ittifak ettiler.

Sonunda ilâhî gayz ve kahır tecellî etti. Nimet elden gitti. Öyle ki İspanya Kralı Ferdinand ve karısı İzabellâ*, yarımadadaki müslümanları hıristiyan olmaya zorladı. Sûretâ hıristiyan olanların nesilleri de hakikaten hıristiyan olup gitti. Hıristiyan olmadıkları için Endülüs’ten kovulan müslümanlar, kelle başı korsanlara satıldı. Onları Kuzey Afrika’ya götürmek üzere gemilere dolduran korsanlar, müslümanların büyük bir kısmını Akdeniz’e boşalttı.

Endülüs yıkılırken, Benî Ahmer Devleti’nin son hükümdarı XI. Muhammed Ebû Abdullah; düşmanlara teslim ettiği memleketinden annesiyle birlikte uzaklaşırken son kez Gırnata’ya baktı, alevler içinde yanan bu inci gibi İslâm yurdunu seyrederken iç çekerek hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Bu hâli gören annesi, oğlu Ebû Abdullâh’a şu acı hakikatleri söyledi:

“Ağla ey gafil, ağla! Erkekler gibi muhafaza edemediğin şu mübârek yurdun için, şimdi kadınlar gibi ağla!..”

Bir yanda Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmanın zaferi, diğer tarafta Cenâb-ı Hak’tan uzaklaşmanın hazin âkıbeti!..

Ashâb-ı kiram, aşk ile yaşanan bir îmân ahlâkına sahipti. Kardeşleriyle merhamet tesânüdü içindeydi.

Ardından ashâbın üçüncü vasfı:

ont_3

NAMAZ!..

تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا

“Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün.”

Ferdî ibâdetlerin zirvesi namazdır. İlk farz olan ibâdettir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanındaki ashâbın manzarası, onların en güzel tarifi ve ifadesi, bu ibâdeti kalp ve beden âhengi hâlinde îfâ edebilmeleri olmuştur.

Onlar bu namazı cemaatle îfâ ederler. Cemaat hâlinde, muntazam saflarla edâ edilen namaz; ne güzel bir içtimâî âhenk manzarasıdır! Orada cemaat, birbirinin hâlini, sevinç ve ıstıraplarını sîmâlarından anlar ve kardeşliğin en güzel zirvesini yaşarlar.

Bilhassa rükû ve secde; Allâh’ın karşısında boyun eğmenin, hiçliği idrâkin ve tereddütsüz itaatin en güzel ifadesidir. İslâm düşmanlarına şiddetli olan mü’minler; kendi aralarında merhametli oldukları gibi, Allâh’ın huzûrunda da kemâl-i edep ve tâzim içindedirler.

“Onları rükû ve secde hâlinde görürsün.”

Onların bu rükû ve secde hâlleri bir rûhâniyet tevzî eder. İşte bu; «bir vecd ile bin secde edebilme»nin gönül manzarasıdır.

Farz namazların hâricinde de mü’min, Peygamberi gibi; her fırsatta namazla Rabbinin huzûruna koşar. Teheccüd, kuşluk, evvâbîn gibi mûtad vakitleri; namazla ziynetlendirir. Hâcet, istihâre, şükür, abdest, tahiyyetü’l-mescid, husuf ve küsuf gibi her vesile ile namaz kılar. Namaz ile Rabbinden yardım ister. Namaz ile Rabbiyle konuşur, namaz ile mîrâca yol arar. Zira Rabbimiz;

“Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyurmuştur.

Mü’minin îmânı; namaz ile, namazda okuduğu Kur’ân ile, secdeler, kıyamlar ve rükûlar ile kuvvetlenir.

Öyle bir namaz ki rûhâniyet tevzî eder. Gönlü itmi’nâna kavuşturur. Rûhun açlığını ilk bertarâf edecek olan, Cenâb-ı Hakk’a yapılan samimî secdelerdir. Bu; mü’mini fahşâ ve münkerden, her türlü kötülüklerden korur. Sanki muhkem bir kale içinde her çeşit düşmandan (haramlardan ve kerahetlerden) muhafaza edilen bir hâle mazhar olur.

Dolayısıyla;

Mü’minlerin namazlarında da, bütün hayatlarında da duâ ve niyaz hâli vardır. Kulluğu, duâsı ve yalvarışı olmayan kullara; Cenâb-ı Hakk’ın kıymet vermeyeceğini, onlar çok iyi idrâk etmişlerdir.

ont_4

RIZÂ HÂLİNDE

يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا

“Allah’tan fazîlet / lütuf ve rızâ isterler.”

Peygamberimiz ve ashâbının bütün gayretlerinin özü, Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. O’nun rızâsı, en büyük lütuftur. Bu lutfa eriştirici vesileler olarak, dâimâ fazîletleri isterler. Çünkü Allâh’ın rızâsına erişmek için, O’ndan râzı olmak gerektiği şuurundadırlar.

Çünkü takdir, Allâh’ındır. Kadere îman ve takdire karşı gönül hoşnutluğu içinde yaşarlar. Ashâb-ı kiram; îmânı muhafaza, Cenâb-ı Hakk’a kulluk ve Allah Rasûlü’nün yanında olabilmek uğrunda, nice imtihanlarla, çile ve ıstıraplarla karşılaşmışlar ve dâimâ her emre;

« وَاَطَعْنَا سَمِعْنَا / işittik ve itaat ettik» demişlerdir. Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- bu teslîmiyet hâlini ne güzel hulâsa eder:

«Beni hayatta en çok sevindiren, mukadderâtımdır. Başıma gelen her hâli, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun olması için bir gönül hoşluğu ile karşılayabilmemdir.»

İşte bu;

Namazla kazandıkları rûhâniyetin getirdiği bir hâl ile hayatın bütün med-cezirlerine, iniş-çıkışlarına gönül hoşluğu içinde severek sabır ve tahammül gösterebilmektir.

Mü’min takdire râzı olarak yaşamalıdır. Çünkü gaybı bilmez. Nefsine hoş gelmeyen şeylerde, kendisi için hayırlar saklı olabileceği hikmetini müdriktir.

Sahâbeye; zenginlik nasip olmuşsa, onun îcaplarını yerine getirir. İhtiyacın fazlasını infâk eder. Malı, kendisine emânet ve Allâh’ın rızâsını kazanmanın malzemesi olarak görür. Bu bakımdan israf ve cimrilik onların hiç tanımadığı bir hayat tarzıydı. Yarın bu beden mülkünün zeval bulup esas hayatın âhiret hayatı olduğunun şuuru ve idrâki içinde idiler.

Eğer bir sahâbînin nasibine fakirlik düşmüşse; sabır, kanaat ve istiğnâ ile yaşardı. Darlıkta da infak heyecanını yaşamak için; dağlardan odun toplar, satar ve Allah Rasûlü’nün önüne koyarak infâk ederdi. Çorbasına bir tas fazla su koyar, amma komşusunun hâline bîgâne kalmazdı.

Hasta ise sabreder, asla isyan etmezdi. Sağlam ise şükreder, enerjisini Allah yolunda bütün vüs‘atiyle sarf ederdi.

Hayatın her şartında, med ve cezirlerde, iniş ve çıkışlarda rızâ-yı Bârî’den dışarı hiç savrulmazdı.

Bugün çok rastlanan psikolojik rahatsızlıklar, sahâbe asrında neredeyse meçhuldür.

Hâlbuki onların başına ne ağır imtihanlar ve ne büyük sıkıntılar gelmiştir. Fakat onlar; ne depresyona girmiştir, ne de bunalım geçirmiştir. Çünkü onlar, Allah’tan râzı olmayı tahsil ettiler. Onlar Allah Rasûlü’nün ashâbı olmanın sevinci içinde ve O’nun en ufak bir arzusunu yerine getirebilmenin heyecanı içinde yaşadılar. Onların tek endişesi âhirette de Allah Rasûlü ile beraber olabilmekti. Onların düsturu, Efendimiz’in şu hadîsi idi:

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

İdrâk etmişlerdi ki:

Dünyada kimi daha çok seviyorsak, âhirette de onunla beraber olacağız.

«Âhirette de Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ashâbı ve komşusu olabilecek miyiz?» endişesi ile sâlih amellere, fazîletlere ve hayrâta koştular. Onlar sâlih amellerde keyfiyeti aradılar. Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

« عَمَلًا اَكْثَرُ / daha çok amel» değil,

« عَمَلًا اَحْسَنُ / daha güzel amel» buyurmuştur. (el-Mülk, 2)

Takvâ ve huşû ile edâ edilen keyfiyetli sâlih ameller, mü’mine de keyfiyet kazandırır. Öyle ki, sîret sûrete yansır. Kalpteki huşû, sîmâda nûra akseder:

ont_6

NİŞANLARI, SECDE İZİDİR

س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ

“Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.”

Sîret yani iç dünyadaki ve yaşayıştaki istikamet, rûhâniyet, feyz, istiğrak ve kalp huzuru sûrete akseder. Böylece mü’minin sîmâsına, nûrâniyet yansır.

Bir gül goncasına bakınca içimize sevinç ve huzur dolar. Bir mü’minin sîmâsı, bundan daha ziyade huzur ve sürur tevzî etmelidir.

Cenâb-ı Hak; Rasûlullah Efendimiz’in yanındaki mü’minlerin ferdî husûsiyetlerini bu şekilde saydıktan sonra, İncil’de de yer almış olan bir teşbih ile onların içtimâî hasletlerini anlatır:

BİR EKİN GİBİ

وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ

“İncil’deki vasıfları da şöyledir:

Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.”

İçtimâî ibâdetlerin zirvesi, hizmettir. Ferdî ibâdetlerle rûhâniyet kazanan, nefsindeki hoyratlıkları bertarâf edip, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettiren; sîretinde fazîlet ve rızâya, sûretinde de secde nûruna nâil olan mü’min, artık irşâd ehli olur.

Güneş, nasıl ısıtmamak ve aydınlatmamak nedir bilmezse; bir mü’min de, etrafına nur olur, hidâyet çerâğı olur.

Tıpkı suyun tebahhur edip, iyice arındıktan sonra, yine rahmet yağmurları hâlinde yeryüzüne inmesi gibi; îman şahsiyetini ikmal edip, ibâdet hassâsiyeti ve fazîlet yarışında nefsini tezkiye edenler de, kalplerinden rahmet taşıran bir mü’min olurlar. İslâm’ın gönül fethi vazifesini, bu rahmet dolu deryâ gönüllüler üstlenir.

Peygamberimiz; bu sebeple en husûsî alâkasını, husûsî talebelerine tahsis etti. Suffaya emek verdi. İstîdatlı gördüğü gençleri terbiye etti. Peygamberimiz huzurla irtihâl-i dâr-ı bekā eyledikten sonra, O’nun yetiştirdiği ashâbı, İslâm’ın hidâyet pınarlarını dünyaya taşırdı. Tâ Çin’den Kayravan’a, Afrika’dan İstanbul’a; O şanlı Peygamber’in nasipli talebeleri, İslâm’ın güler yüzünü temâşâ ettirdiler. Ecdâdımız Osmanlı da, aynı ideal üzerinde hayâtiyetini devam ettirmenin gayreti içinde idi.

Sayısız misallerinden biri:

Sultan Orhan Gazi, oğlu Sultan Murad’a şöyle dedi:

“Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükmetmek yetmez! Zira i‘lâ-yı kelimetullah (Allâh’ın dînini yüceltmek) azmi, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır!”

Sultan Murad da Kosova’yı fethe gitti ve zaferin kurbanı olarak orada şehid oldu. Son nefesinde şöyle diyordu:

“İslâm’ın muzafferiyeti, benim şehîd olmama bağlı ise, şehidlik şerbetini nasîb buyurmasını Cenâb-ı Hakk’dan duâ ve niyâz eylemiştim. Demek ki duâm kabul buyuruldu. Allâh’a hamd ve senâ olsun!”

Çünkü onlar, hep Efendimiz’in yetiştirdiği müstesnâ şahsiyetlerin düsturlarında ve istikametinde yetişmiş ve inkişâf etmişlerdi. Bu sebeple;

İmam Karâfî’nin dediği gibi; bu mükemmel yetiştirilmiş nesillerin maddî ve mânevî muvaffakiyetleri, Peygamberimiz’in risâletini ispat için tek başına delil ve hüccettir.

Âyet-i kerîmede eğitim bir ekin yetiştirme faaliyeti olarak tasvir edilmiştir. İnsan; tedrîcî olarak, yavaş yavaş terbiye edilişiyle, nebâta benzer. Nitekim, Meryem Vâlidemiz’i annesinin Beytü’l-Makdis hizmetine nezretmesi üzerine;

فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا

“Rabbi, Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi…” (Âl-i İmrân, 37) buyurulmuştur.

ont_7

İçtimâî hizmetler, geleceğe atılan tohumlar mesâbesindedir. Necip Fazıl; ümitsizliğe kapılmadan, nesil endişesi için gayret etmenin ehemmiyetini ne güzel ifade eder:

«Tohum saç, bitmezse toprak utansın!»

Bahçıvan, tohumun ziyan olmamasına gayret etmelidir. Zira bir bahçıvan tarlasına dikkat etmezse; o tohumlar, tarla farelerinin ve tavukların midesinde kaybolur gider. Bahçıvan yetiştirdiği nebâtın güneşine, suyuna ve onlara gelebilecek tecavüzlere karşı dikkatli olmalı, onları zâyî etmemelidir. O tohum böylece filizlenir, kalınlaşır ve gövdesi üzerinde yükselir.

Gövdenin kalınlaşması; talebenin mânevî bünyesinin, dâhilî ve hâricî düşmanlara karşı kuvvetlenmesini temsil eder. Çok zayıf bir filiz, hafif bir rüzgâr yahut bir su akıntısıyla dahî ziyan olur. Fakat köklerini derinlere saldıkça, gövdesini de kalınlaştırdıkça o bitki muhkemleşir. Bir mü’minin de îmânı sağlam olmalı; nefs, şeytan, tâğût, kötü arkadaş ve benzeri bütün taarruzlara karşı mukavemetli ve metin olmalıdır.

Nebâtat aynı zamanda esnektir. Şiddetli rüzgârlar gibi musibetler gelir, başaklar boyunlarını eğerler; yani mü’minler rızâ gösterirler ve kulluğa devam ederler. Fakat bazı eğilmeyen çam gibi ağaçlar, kırılır ve helâk olurlar.

Yetişmiş yeni nesiller, küffârı öfkelendirir. Çünkü kâfirler, âhiret inancına düşmandır. Nefsânî arzuları galebe hâlindedir. Sorgusuz, sualsiz, zâlimâne ve nefsânî bir câhiliyye hayatı yaşamak ister. Hâlbuki; dindar, takvâlı ve ihlâslı yetişen her fert, ona hakikatleri hatırlatacaktır. İslâm dâvâsını da geleceğe taşıyacak yeni nesillerdir. Azılı İslâm düşmanları; camilerdeki ihtiyarlarla fazla uğraşmaz, fakat Kur’ân kursundaki ve dînî müesseselerdeki nûranî ve temiz gençler onları rahatsız eder. Nitekim İslâm tarihinde; Recî ve Bi’r-i Maûne fâciaları, İslâm’ın ilk Kur’ân talebelerine karşı girişilmiş sûikastler idi. Cenâb-ı Hak; bu düşmanlığı hatırlatarak, tedbire davet etmektedir.

Bir bahçıvan, bahçesini çok sever. Toprağın karası ona zümrüt görünür. Güneşin harareti altında iki büklüm çalışmak ona en büyük zevktir. Hizmet faaliyetleri de ancak böyle bir muhabbet ile gerçekleştirilebilir. Muhabbet, fedâkârlığı; fedâkârlık da ilâhî yardım ve muvaffakiyetleri hâsıl eder.

Peygamberimiz; mescidinin suffasında, açlığını dindirmek için karnına taş üstüne taş bağlayarak, ashâbına muhabbetle Kur’ân tâlim etti, onlara kalb-i selîm kazandırdı. En güzel şekilde tezkiye ve terbiye etti. Onlar da bu muhabbet ve fedâkârlık aşısıyla, dünyanın dört bir yanına aşk ile koştular. Gönül fethinin kumandanları oldular.

Biz de unutmamalıyız ki; evlâtlarımızı en güzel şekilde, Kur’ân muhtevâsında eğitmek en mühim vazifemizdir. Zira;

İki türlü mîras vardır:

•Zâhirî mîras: Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği şekilde mal-mülkün vârislere intikalidir. Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu hudutlardır.

•Bâtınî mîras: Kişinin, ardında bıraktığı evlâtlarına İslâm karakter ve şahsiyetini, îman ve ahlâkı mîras bırakmasıdır. Eğer bâtınî mîras sağlam verilirse, o evlâtlar zâhirî mîrâsı da yerli yerinde kullanırlar. Ebeveynlerine sadaka-i câriye olurlar.

Fakat mânevî eğitimden mahrum vârislerin, zâhirî mîrâsı nasıl kullanacağı meçhuldür. Belki de yanlış yolda kullanarak ebeveynlerine seyyie-i câriye olurlar.

Hikmet ehli bir zât şöyle der:

“Şuna hayret edilir ki; bir kul öldüğünde bütün malı elinden gitmesine rağmen, bunların hepsinden hesaba çekilir.”

Bu sebeple bir mü’min, mîras husûsunda iki şeye dikkat edecek:

Birincisi; helâlden kazanacak, helâlden yiyecek, ardında bıraktığı da helâl olacak.

İkincisi; neslini de bu helâl hassâsiyetiyle yetiştirerek onlara takvâ şuurunu mîras bırakacak.

Bu sebeple;

Derdimiz neslimiz olmalıdır. Hazret-i İbrahim’in duâsı bu nesil derdini ne güzel ifade eder:

“Yâ Rabbî, beni ve neslimi namaz kılanlardan eyle!” (İbrâhîm, 40) Zira namaz ferdî ibâdetlerin zirvesidir. Namaz; düzgün ve huşûlu ise, bütün ibâdetler düzgün olur, kulu fahşâdan ve münkerden, yani kötülüklerden de korur.

Neslimize mânevî ve bâtınî mîrâsı kazandırabilmek için de, Kur’ân tahsiline ehemmiyet vermemiz zarûrîdir.

Âyet-i kerîme, bütün bu gayretlerin uhrevî mükâfâtıyla hitâma erer:

وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا

“Allah onlardan inanıp sâlih ameller îfâ edenlere mağfiret ve büyük mükâfat va‘detmiştir.” (el-Fetih, 29)

Ne mutlu onlara!..

YA BİZİM HÂLİMİZ?

Bu âyetin mesajlarını tek tek kendimizde arayalım. Biz ne kadar Allah Rasûlü’nün yanındayız?

O’nun yanındakilerin yani ashâbın vasıfları bizde ne kadar var?

Akāidimiz ve inanç ahlâkımız ne kadar kuvvetli?

Kalbimiz, zihnimiz ve işlerimiz; küfür fikriyatından, münkir neşriyatından, modasından, reklâmından ve hayat tarzından ne kadar uzaktır?

Kardeşlerimize karşı merhametimiz ne âlemde?

İşte yurdumuza gelmiş, yanı başımızda nice muhâcirler! Biz ne kadar ensar olabiliyoruz?

Namazımız, bize bir rûhâniyet veriyor mu? Namazın asâletini ihlâslı bir şekilde taşıyabiliyor muyuz? Kalbimizde ne kadar huşû var, sîmâmıza ne kadar aksedebiliyor?

Fazîlet yarışında ne vaziyetteyiz?

Allah’tan râzı olma kıvâmında kendimize kaç puan verebiliriz?

Duâ hâlinde yaşayabiliyor muyuz?

Dînî, îmânî ve Kur’ânî hizmetlerde; aşkımız, muhabbetimiz ve fedâkârlığımız hangi nisbette?

Kendimizi ve neslimizi, Rahmet Peygamberi Efendimiz’in ümmeti olan bir rahmet insanı olarak yetiştirmekte ne kadar arzulu ve gayretliyiz?

ont_8

RAMAZANLARIMIZ HANGİ KIVAMDA?

Ramazân-ı şerifler bize ikram olunan bir başka rahmet… Bu rahmet tuğyânı olan riyâzat mevsimini ne kadar değerlendirebiliyoruz?

Ramazan’da biz ne kadar Allah Rasûlü ile beraberiz?

Efendimiz’in tavsiye ettiği gibi Ramazân’a iki ay öncesinden hazırlanabiliyor muyuz?

Helâllerden dahî muvakkaten kaçınılan bu riyâzat mevsimini; nefsimizi terbiye edip, rûhumuzu doyurmakta mı değerlendiriyoruz; yoksa onu bir oburluk ve eğlence zamanı olarak ziyan mı ediyoruz?

Cömertler cömerdi Efendimiz; Ramazân-ı şerifte daha bir coşar, rüzgârlar gibi infâk ederdi. Bizler de bollukta ve darlıkta infâka koşabiliyor muyuz?

Ramazân-ı şerîfi çok iyi idrâk etmeliyiz.

Nasıl ticaret erbabı, sanayiciler, doktorlar ve benzeri meslek sahipleri; zaman zaman seminerler yaparlar. Bütün dış alâkalardan kesilip, bir mekânda bir araya gelir, sadece mevzularına teksif olurlar.

Yine sporcular ihtilâttan men kararı alarak kampa çekilirler. Fizikî ve zihnî olarak yoğun bir şekilde hazırlanırlar.

Bu teksif oluş mühim bir ihtiyaçtır ki, dünyevî işlerde de bunu görüyoruz. En mühim meselemiz olan Rabbimiz’e kulluk ve âhiret hazırlığında da, Rabbimiz; bize yılda bir ay, ibâdete yoğunlaşma mevsimi lutfetmiş.

Gündüzünde helâlleri de asgarîde kullanarak bir riyâzat mevsimi. Gecelerinde terâvihler ve seherlerde uyanma îtiyâdını kazandıracak sahurlar… Mukabeleyle Kur’ân ile ahdi tazeleme imkânı. İftarlarla, fitrelerle, zekât, sadaka ve infaklarla içtimâîleşme, sıla-i rahim ve merhamet tesânüdü… Mümkünse îtikâf ve umre…

Bu gayretlerin büyük bir de mükâfâtı:

KADİR GECESİ…

Kadir Gecesi; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, Allah katında ne büyük kıymete nâil ve mazhar olduğunun nişânesi. Cenâb-ı Hak; Peygamber Efendimiz’i ne kadar seviyor ki, bir gecede bin aylık ecir lutfediyor.

Biz de ümmet-i Muhammed olmanın şükran borcu içerisinde olacağız, O’nun izinden gideceğiz. O’nu mahşerde mahcup etmeyeceğiz. Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ;

“Sakın, (günah ­işleyerek, mahşerde) yüzümü kara çıkarmayınız!..” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76) buyurdu.

Bu dünyada da amellerimiz O’na arz edilmekte. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“➢Sağlığım sizin için hayırlıdır:

Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum!

➢Vefâtım da sizin için hayırlıdır:

Amelleriniz bana arz olunur;

•Hayırlı amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı Allâh’a hamd ederim;

•Kötü amellerinizi gördüğümde ise sizin için Allah’tan mağfiret dilerim.” (Heysemî, IX, 24)

Yine hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sizin amelleriniz akrabalarınızdan ve kabilenizden vefat edenlere arz edilir. Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler. Hayırlı değilse;

«Allâh’ım, bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete erdirmeden canlarını alma!» diye duâ ederler.” (Ahmed, III, 164; Taberânî, Kebîr, IV, 129/3887)

Âyet-i kerîmede de Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bize şahitliği şöyle ifade buyurulmakta:

“İşte böylece sizi vasat bir ümmet yaptık ki, bütün insanlar üzerine şahitler olasınız, Rasûl (Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ) de sizin üzerinize şahit olsun…” (el-Bakara, 143)

O hâlde, dâimâ düşünmeliyiz:

Her hâlimizde; Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı, benim bu hâlime tebessüm eder miydi? Yoksa O’nu üzer miydim?

Şayet; bu endişe ile, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i üzmeyen talebeleri; O’nun yüzünü kara çıkarmayan, mübârek vechini tebessüm ettiren ümmeti olabilirsek; âhirette de ecir ve mükâfâtına ereriz. Yûnus Sûresi’nin 62. âyet-i kerîmesinde buyurulur:

اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.”

İnşâallah Ramazân-ı şerif bizim için böyle bir lutfa mazhariyet mevsimi olur.

Yine tefekkür etmeliyiz:

Geçen sene Ramazan’da bizimle olan bazı kardeşlerimiz, bu Ramazan’da aramızda değil. Belki bizim de bu Ramazan son Ramazân’ımız olabilir.

Cenâb-ı Hak, cümlemize Ramazân-ı şerîfin heyecanını lutfeylesin!

Cenâb-ı Hak, bizleri Peygamberi’nin iki dünyada kalben ve fiilen yanında olan hayırlı ümmeti eylesin!

Ferdî ve içtimâî ibâdetlerimize; ashâb-ı kirâmın rûhâniyetinden hisseler nasîb eyleyerek, cümlesini ahsen-i kabul ile makbul buyursun!

Âmîn!..

_______________________________________________

* Müslümanlara ağır zulüm ve işkenceleriyle bilinen Kastilya Kraliçesi İzabellâ, tarihe Kirli İzabellâ diye geçmiştir. Çünkü muharref hıristiyanlığın bozuk telâkkisine göre, yıkanmak ve temizlenmek dünyaya değer vermek demekti. Koyu Katolik olan İzabellâ hiç yıkanmadığı için yanına yaklaşılmayacak derecede rezil kokardı. Ömrü boyunca sadece 2 kez yıkanmıştı. Bu ahmakça anlayış sebebiyle halk; hıristiyanlık taassubu yüzünden pis kokan hanımlarını bırakmış, sırf yıkanmaları sebebiyle hayat kadınlarına meyletmiş, yani toplumun uru olan fâhişelik revaç bulmuştur. Böylece aileyi çökerten zinâ hastalığı, ruhları ve nesilleri perişan etmiştir. Tahrif edilmiş, insan mahsûlü bir dînin zavallı hâli!..