MÜŞTEREKLER

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

mustafa-asım_kucukasci-yuzakidergisi-subat2016

Bir rivâyete göre Necran hıristiyanlarını, bir rivâyete göre yahudileri, fakat zâhiren bütün ehl-i kitâbı İslâm’a davet usûlünü Cenâb-ı Hak şöyle öğretmişti:

“Rasûlüm! De ki:

«Ey Ehl-i kitap! Sizinle aramızda ortak olan bir söze, şu ortak noktaya gelin:

•Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim;

•O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve;

•Allâh’ı bırakıp da birbirimizi Rab edinmeyelim.»

Eğer yüz çevirirlerse;

«Şahit olun ki, biz elbette müslümanlarız.» deyin.” (Âl-i İmrân, 64)

Nitekim Peygamber Efendimiz, Roma İmparatoru Herakliyus’a gönderdiği mektupta da bu âyet-i kerîmeyi yazdırdı.

Aslında ehl-i kitab ile Hak din olan İslâm’ın ve müslümanların ortak bir noktası, müşterek bir sözü kalmamıştı. Zaten devamında «ortak söz»ün muhtevâsını bildiren üç madde, ehl-i kitâbın tahrif edilmiş dinlerindeki en mühim bozuklukların ıslahını saymaktadır.

Yani, aslında müşterek bir zemin yoktu.

Fakat olsun isteniyordu. Çünkü o dinlerin esasları itibarıyla, bu maddeler İslâm ile ortak idi. Âdeta belâgattaki, «itibâr-i mâ kân»1, yani bir zamanlar öyle olduğu için, «ortak / müşterek» ifadesi kullanılmaktaydı.

İnsanlar taban tabana zıt inanç ve düşüncelerdeyken oturup bir husus üzerinde konuşamazlar. Önce bir zemin lâzım. Müşterek bir zemin…

YARATICIYI KABUL MÜŞTEREKİ

Müşterek zemin arayışı, müşriklere hitâben dahî kullanılmıştır diyebiliriz.

“Onlara sorsan…” kalıbıyla başlayan çok sayıda âyet-i kerîme vardır. Onlardan bir misal verelim:

“Andolsun ki onlara;

«–Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?» diye sorsan, mutlaka;

«–Allah» derler.

De ki:

«(Öyleyse) hamd Allâh’a mahsustur.» Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler.” (el-Ankebût, 63)

Bu âyetteki; «Elhamdülillâh!» lafzını; yaratıcının Allah olduğunu itiraf etmeleri ve bir müşterek nokta bulmanın sevinci ve şükür ifadesi olarak da anlamak mümkündür.

«Yeri, göğü ve kendilerini yaratan»ın Allah olduğunu kabul eden müşriklere, bu müşterek zeminden hareketle, hitap edilebilir:

“Öyleyse niçin bir şey yaratamayan putlara tapıyorsunuz?”

YARATILIŞTA EŞ, ÎMANDA KARDEŞ

Kur’ân-ı Kerim; mü’minlerin kardeş olduğunu, birbirimizle iyi geçinmemizi, kardeşliği ihlâl eden tecessüs, gıybet, lakap, alay, zan, araştırmadan duyumlarla hareket etme gibi yanlışlardan sakınmamızı bildiren Hucurât Sûresi’nde bir ortak noktamızı daha söyler:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.” (el-Hucurât, 13)

Peygamberimiz de Vedâ Hutbesi’nde, müştereklere işaret etmişti:

“Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız…” (Müslim, Hac, 147)

MÜŞTEREK TARİH

İslâm’ın tebliğinde, ilk muhatap kitlenin ataları Hazret-i İbrahim ve İsmail, onlardan hâtıra kalan Kâbe ve hac ibâdeti de müşterek zemin olarak kullanıldı. Hac Sûresi’nin sonunda;

“Atanız İbrahim’in milletine / dînine uyun!” çağrısı vardır. (el-Hac, 78)

Kureyş Sûresi’nde, Beytullâh’ı tâzim eden Kureyşliler hakkında;

“Bu Beyt’in Rabbine kulluk etsinler.” çağrısı yapıldı.

Peygamber Efendimiz; hicretin altıncı senesinde umre için Mekke’ye doğru yola çıktığında, yanlarında kurbanlık hayvanları da vardı. Mekkeliler umreye izin vermeyip, iş karşılıklı müzakerelere dökülünce Kinâneoğulları kabîlesinden bir kimse de görüşmek üzere geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu görünce;

“–İşte filân kişi! O, hac ve umre için ayrılan kurbanlık develere saygı gösteren bir kavimdendir. Kurbanlıklarınızı önüne salıverin görsün!” buyurdu. Ashab o zâtı telbiyelerle karşıladı. Adam bu manzarayı görünce hayretle;

“–Bu kimselere Beytullâh’ın yolunu kapamak münasip düşmez!” dedi. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 323-324)

Daima müşterek noktaların öne çıkarılması…

Doksan dokuz zıtlığı -sırası geldiğinde düzeltmek üzere- görmezden gelmek, bir ortak nokta bulup orada buluşmak, oradan el uzatmak, oradan kalbe doğru bir menfez, gönle çıkan bir damar yolu bulmak…

Müşrikle, ehl-i kitab ile tebliğ yahut müzakere için müşterek nokta arayan bir dînin müntesipleri olarak; son zamanlarda kendi aramızda hep zıtlıkları mı öne çıkarıyoruz?

Tefrika ne ki, tekfîre varıyor bu ayrışmalar…

“Kur’ân’ımız bir…” diyoruz. Şeytan bağırıyor: “Ama tefsirleriniz farklı!”

“Peygamberimiz bir…” diyoruz. Düşman nifak sokuyor: “Ona yaklaşımlarınız farklı!”

“Babamız bir…” diyoruz. İçimizdeki asabiyet canavarı rahat durmuyor: “Birimiz Sam’dan, diğerimiz Yafes’ten!..”

“Tek bir ümmetiz!” diyoruz. Kendisi bütün parça pinçik hâline rağmen, ittifak kuran ehl-i küfür; “Olur mu? Biriniz selefî, biriniz sünnî, biriniz şiî, biriniz sûfîsiniz!” diye, ayrıştırıyor.

Müşterekler zor oluşur. Ama toplum / millet / ümmet için kaynaştırıcı, ortak bir zemin, ortak bir şemsiye olur.

Biraz kastî aldanma ve göz yumma ifade eder, bu müşterek zeminde buluşmalar… Fakat samimiyetsiz değildir. Güzel bir fotoğrafta, rötuş vardır. Keskinlik giderilmiş, biraz buğu katılmıştır.

Günümüzün keşmekeşinin tedavisi için, benzer siyasî ve içtimâî şartlardan ümmeti felâha çıkaran Hazret-i Mevlânâ, Yûnus Emre, Hacı Bektaş, Ahî Evran… devrinin büyük insanlarına sık sık atıfta bulunulmakta. Onların da ortak noktası, muhataplarına müşterek bir zeminde yaklaşmaktı.

Bu zemin Yûnus Hazretleri’nin dilinde;

“Yaratılmışı severiz, Yaratan’dan ötürü…” noktasındaki kadar geniş idi. Hazret-i Mevlânâ henüz tam müslümanlaşmamış Anadolu coğrafyasında, hıristiyanları hidâyete erdirmek için hususî bir lisan kullanıyordu; “Bütün peygamberler, aynı kandilden yakılmış mumlar gibidir. Hepsi aynı nûru yansıtır.” diyordu. Tasavvufî «vahdet» anlayışı, biraz da siyasî idi…

İdareye hükmeden ecdâdımız da; siyasî-askerî gerilimler dışında stratejik olarak, hep müşterekleri öne çıkardı, farklılıkları geri plânda tuttu. Hattâ bunu anlamayanlar, başta ehl-i sünnet değildiler, sonra oldular gibi yanlış görüşler ortaya koyarlar.

Bugün de yapılması gereken bu müşterekleri bulma ve artırma yoludur.

DARALTMAKTAN FAYDA NE?

Müşterekleri artırmaya çalışmak, İslâm dairesini geniş tutmak demektir. Aşırı mükemmeliyetçi yaklaşarak, «gerçek» müslümanları bir avuca indirmek, kimsenin menfaatine değildir.

Allah için aldanacağız, bol bol hüsn-i zan göstereceğiz.

Şu anda inandığı gibi yaşamayanların; mürted olduklarına değil, bir gün tevbe edeceklerine inanacağız.

İnanç ve düşüncelerinde eğrilik olanların inşâallah bir gün düzeleceklerini umacağız.

Kendileri düzelmese bile evlâtları düzelecek diye teselli bulacağız. Fakat onları dairenin dışına atmaya uğraşmayacağız.

Burada dikkat edilmesi gereken bazı noktalar da yok değildir.

ESASLAR

• Bir mezhebe intisâb ile mezhepçilik birbirine karıştırılmamalıdır. Bugün batıdaki ateist düşünce adamları tarafından üretilen zehirli fikirlerden biri de; «dînin ayrıştırıcı olduğu»dur. Yani; “Dîni at kurtul… Mezhebi at kurtul. Sahih itikat nasıldır, düşünme. Böyle şeyler geride kaldı!”

Hayır! Bu hususta hemen tarihe uzanalım:

Mezheplerine gayet sağlam şekilde sarılan ecdâdımız, bizzat inançlarının emrettiği geniş müsamahalarıyla çok farklı inançtaki gruplarla birlikte yaşayabiliyordu. Sahih inancı müdafaa ediyor, sahih olmayanları irşâda gayret ediyor, fakat yok etmeye çalışmıyordu.

Toplumda çeşitli mezheb, cemaat ve gruplar; eğer müşterek bir gayeye yönelmişlerse, tefrika değil, rekabet ve yarış meydana getirirler.

•İlmî ve itikādî tenkitlerle, bir kişi yahut grubun yanlışlarını dile getirmek, tefrikacılık değildir. Çünkü baştan beri ifade ettiğimiz müsamaha ortamını istismar ettirmemek lâzımdır. Bunun için de yapıcı, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker ifade eden tenkitler lâzımdır. Hattâ yapıcı tenkit içe yayılmalıdır. Sûfîlerin içinde ıslah edilecek şeyler varsa, bunu önce sûfîler dile getirmelidir. Bir ilâhiyatçı, usûlü yerle bir eden görüşler ileri sürüyorsa, bunu tenkit etmek, vâizlere kalmamalı; ilim adamları ilmî mahfillerde bunu cerh edebilmelidir.

Fotoğraf misalimize dönersek; toplumu kucaklamada; «pastel» ve «buğu», lâzım. İlim meclisinde; «keskinlik» ve hakikat nazarında; «kontrast» lâzım. Yeter ki ilmî mülâhazalar avâmın sloganlarına dönüştürülmesin.

•Globalleşme ve muhâbere vasıtalarının çoğalması, her türlü mahremiyeti dağıtmaktadır. Grup mahremiyeti sahasındaki ifade ve görüntüler, umuma yayılmamalıdır. Özü bilinmeksizin zâhiri doğru anlaşılamayacak şeyler ortaya dökülmemelidir.

•Doğru bilgi sahibi olmak ve sapla samanı karıştırmamak mühimdir.

•Kesilmiş, montajlanmış video ve görüntülere itibar edilmemelidir. Aslı bilinen zümrelere hüsn-i zan muhafaza edilmelidir. Sosyal medyaya asla itibar edilmemelidir. Nefret dilinden uzak durmalıdır.

•«Tahta Kılıç»2 başlıklı yazımızda ifade ettiğimiz gibi; bir müslümanla savaş hâline gelmeyi reddetmeli, zalim olmakla mazlum olmak arasında seçim yapmak mecburiyetinde bırakılırsak da mazlum olmayı seçmeliyiz.

Irak’ta Şiî-Sünnî iç savaşı görüntüsü veren patlamaların, en az yüzde altmışının CIA ajanları tarafından yapıldığı, bugün sahiplerince kabul ve itiraf edilmektedir. Ümmetin birçok ortak noktası olan ve asırlardır ciddî bir kavga etmeden kardeşçe yaşamış grupları birbirlerine düşürülmeye çalışılmakta. Kendileri asırlarca mezhep ve ırk kavgaları yaşamış batı dünyası, bize de aynı acıları tattırmaya uğraşmaktadır.

Zaman uyanık olmak ve müşterek noktalarda buluşma zamanıdır.
______________________

1 İtibâr-i mâ kân: Öncelik, Kevniyet, Eski Durum Alâkası gibi isimler de verilen bir mecaz türüdür. Yaşlı bir annenin, 50-60 yaşındaki oğlundan, “Benim çocuk…” diye bahsetmesi böyledir. Çünkü bir zamanlar çocuktu. «Yek katre hûnest» diyen Hâfız’dan ilhamla Necip Fazıl’ın; “İnsan, üç beş damla kan…” demesi de buna edebî bir misaldir. İnsan ana rahmindeki teşekkülünde üç beş damla kandan ibarettir.
2 Yüzakı, Ağustos, 2015, sa: 126. https://www.yuzaki.com/tahta-kilic/