BİR KOCA YÜREK…
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
–Bu ne kadar?
–Hocam size 75 kuruştan yaparız.
–Hımmm… Portakal, mandalinalar nasıl?
–Abdullatif Hocam! Siz neye ihtiyacınız varsa alın, yardımcı oluruz. O talebeler sadece size değil, hepimize emânet.
–Allah râzı olsun Haşim Ağabey. Ne zaman işimiz düşse fazlasıyla yardımcı oluyorsun. Çok mahcup oluyorum. Şimdilik az bir hazırlığım var, olduğu kadar alayım. Eğer ihtiyaç olursa ben tekrar sizden istirham ederim.
–Nasıl istersen hocam, ne verelim?
Abdullatif Hoca, cebindeki parayı çıkarıp saydı. Kursun kömürü de bitmişti. Onu da hesaba katarak;
–Haşim Ağabey, sen üçer kasa veriver. Rica etsem arkadaşlar arabaya kadar taşıyabilirler mi? Ayağım alçıdan yeni çıktı da tam basamıyorum.
–Ne demek Hocam! Hemen! Geçmiş olsun Hocam. Uzun sürdü değil mi? Bir buçuk ay falan oldu herhâlde.
–Allah râzı olsun, öyle oldu ağabey. Tam makarayı kırınca uzun sürdü; ama şimdi iyi elhamdülillâh. Biraz tedirgin basıyorum, o kadar.
–Hocam arkadaşlar kasaları koydular, haydi kal sağlıcakla.
–Eyvallah ağabey siz de.
Abdullatif Hoca ağır aksak arabasına doğru giderken cep telefonu çaldı. Arayan, kurstan bir hoca idi:
“–Hocam herhâlde bir alacak-verecek meselesi. Özellikle sizinle görüşmek isteyen biri aradı. 15-20 dakikaya burada olacaklarmış.”
Hoca, şöyle bir zihnini yokladı. İşler kıt-kanaat gidiyordu; ama alacaklısını yurdun kapısına kadar getirtecek bir borçları gelmedi hatırına. Aynı zamanda kursa kömür almak için bir-iki hayır sahibini de ziyaret etmeyi plânlıyordu ama;
“Ne yapalım? Kömür için tekrar çıkarız.” dedi kendi kendine ve arabasına binip hızla kursa yöneldi. Arabasını park edeceği sırada uzaktan kurs tarafına doğru iki kişinin geldiğini fark etti.
Biri orta yaşlarda idi, yanında da koltuk değnekli muhtemelen on iki-on üç yaşlarında bir çocuk vardı. İyice yaklaştıklarında çocuğun bir bacağının olmadığını gördü. Adamı tanıyamadı. Kursun kapısına yaklaştıklarını görünce hocayı bir meraktır sardı. Abdullatif Hoca arabasından inip serî adımlarla onlara yönelmek istedi; ama ayağını bir an unutmuştu. Acısı, hatırlattı. Biri koltuk değnekleri ile biri de aksak adımlarla kursun kapısında buluştular:
–Hoş geldiniz.
–Hoş bulduk Hocam, nasılsınız?
–Allah râzı olsun efendim, tanıyamadım kusura bakmayın.
–Tanıyamamanız normal, daha önce hiç yüz yüze görüşüp tanışmadık.
–Buyurun içeri geçelim.
…
Abdullatif Hoca, şirin bir kasabanın tarihî camisinde imamlık yapıyordu. Kendisi hâfızdı ve gönlünü Kur’ân-ı Kerim aşkıyla donatmış, ömrünü hizmete adamış Anadolu evlâdı bir vakıf insandı. Camisinin yakınlarında eski bir yeri yatılı kursa çevirmiş, orada dar imkânlarla hâfız yetiştirmeye çalışıyordu. Her geçen gün; onun o samimî gayreti takdir görmüş, kurs dolmuş taşmıştı. Hattâ talebeleri yatıracak ranza bulamadığı için; talebeler, geceleri sınıf için ayrılmış odalarda yer yataklarında yatmaya başlamıştı. Gel gör ki sayı ile birlikte masraf da artıyordu. Çoğu, fakir ailelerin çocukları idi. Kursun maddî desteği yok denecek kadar az idi. Gönlü zengin velilerin el yapımı yemeklik malzemeleri ve hayrat gelen aynî bağışlarla çorbaları kaynıyordu. Güç-belâ bir kalorifer sistemi kurdurmuştu; ama ona da kömür yetiştirmek ayrı bir dertti. Bu ve bunun gibi bir sürü gözü korkutacak maddî engel karşısında, Hoca’nın hiçbir zaman şikâyeti olmadığı gibi; hiç vazgeçmeye de niyeti yoktu. Kādir-i Mutlak olana teslîmiyeti tamdı.
…
–Hocam ben merkezde oturuyorum. İnşaat işçisiyim. Bir iş vesilesi ile bu kasabaya gelmiştik. Sizi oradan tanımışlığım, ardınızda birkaç vakit namaz kılmışlığım var. Bu delikanlı da benim oğlum. Bir hastalıktan dolayı ayağı kangren oldu ve kesildi. Ama çok şükür bu kadarıyla kaldı gibi. Şimdilik ilerlemiyor. Ben de şükür vesilesi olarak bir yardımda bulunmak istedim. Buradaki en önemli ihtiyaçlarınızdan birinin de kömür olduğunu öğrendim. Geniş bir imkânım yok; ama bir ton kadar kömür ayarlayabildim. Kabul buyurursanız onu buraya bağışlamak istiyorum.
Abdullatif Hoca, bir adama bir de oğluna baktı. Gönlünden; «Yâ Rabbî! Ne güzel kulların var!» diye geçirdi.
–Allah râzı olsun kıymetli ağabeyciğim. Çok teşekkür ederiz. «Kabul buyurmak» ne kelime? Duâ eder; «Allah râzı olsun!» deriz.
–Allah sizden de râzı olsun hocam. Vesile oldunuz, bu bahtiyarlık bize yeter.
–Delikanlı kaç yaşında?
–On iki hocam.
–Mâşâallah. Hangi okula gidiyor?
–Hastalığı döneminde gidemedi bir süre; ama şimdi gidiyor çok şükür. İmam Hatip Okulu ikinci sınıf.
–Mâşâallah pırıl pırıl bir delikanlı. Bu delikanlıyı burada okutalım ister misiniz?
Delikanlı da babası da, böyle bir şey daha önce hiç akıllarına bile gelmemiş olacak ki, bu teklife çok şaşırdılar:
–Hocam böyle bir teklife nasıl; «Hayır» denebilir ki; lâkin delikanlının durumu ortada. Yapabilir mi, bilmiyorum. Hem o kabul etse annesi kabul eder mi bilemem! Hiç gözünün önünden ayırmaz. Akşama kadar okulun koridorlarında bekler durur. Aslında oğlumun hâfız olması benim için çok eski bir hayaldi. Olur mu dersiniz?
–O zaman delikanlıya bir soralım istersen…
Sonra yönünü tamamen delikanlıdan yana dönerek sordu:
–Delikanlı! Hâfız olmak ister misin?
–İsterim Hocam, hem de cân u gönülden.
Babası şaşkındı:
–Oğlum sen hâfızlığın ne demek olduğunu, nasıl hâfız olunduğunu biliyor musun da cân u gönülden istiyorsun?
–Evet baba, okulumuzda hâfızlık yapan arkadaşlar var. Onların derslerini dinleyen bir hocamız var. Kur’ân-ı Kerim hocamız İlyas Hoca. Ben onları hep görüyorum, çok hoşuma gidiyor. İlyas Hocayı da çok seviyorum. Bir de onları hep oturdukları yerde çalışırken görüyorum. Yani bu hâlimin hâfızlık yapmama bir engel olmayacağını düşünüyorum. Ben de büyüyünce onun gibi hoca olup; hem hâfızlar yetiştirebilirim hem de evimi geçindirebilirim. Benim yapabileceğim bundan daha hayırlı bir iş gelmiyor aklıma!
Abdullatif Hoca, gözyaşlarını zor tutuyordu;
“Allâh’ım ne kadar güzelsin! Şu çocuğun küçücük yüreğine onca güzelliği Sen’den başkası dolduramazdı zaten!” diye mırıldandı.
Bir yandan da;
“Çocukcağızı bir an heveslendirip altından kalkamayacağı bir şeye sürüklemiş olur muyum?” diye de tedirgin oldu. Sonra kendi ayağı aklına geldi. Bir buçuk ay kadar, o da ayağını kullanamamış ve koltuk değnekleri ile koşturmacasına devam etmeye çalışmıştı. «Neden olmasın!» dedi kendi kendine… «Neden olmasın!..»
–Aslan parçasına bak sen! Sen istedikten sonra hepsi olur inşâallah.
Delikanlının babası dedi ki:
–Hocam ben kömürcüyü arayıp kömürü buraya yıkmasını söyleyeyim. Sonra da eve gidip annesi ile istişâre edelim. Ben tekrar uğrarım.
Delikanlı, hemen babasının ellerine yapıştı:
–Baba, annemle telefonda görüşsen! Ben burada kalırım, sen de yarın eşyalarımı getirirsin. Olmaz mı baba?
Babası bir an ne diyeceğini bilemedi:
–Peki oğlum.
Sonra Abdullatif Hocadan oğlu ile özel görüşmek için müsaade aldı:
–Oğlum. Hâfızlık çok güzel ve özel bir makam. Senin hâfız olacağının hayali bile beni havalara uçurdu; lâkin biraz uzun soluklu bir maraton. Biz her zaman senin yanında olamayacağız. Ezberinden en ufak bir şüphem yok. Yaparsın Allâh’ın izniyle. Yalnız, bazı şahsî ihtiyaçların olacak; bunlar için sürekli yardım alamayabilirsin. Üstesinden gelebilecek misin peki?
–Gelirim inşâallah baba. Hem burada benim geçen seneki okuldan bir arkadaşım da var. O hep anlatırdı. Hem o da bana yardımcı olur. Evimiz de uzak sayılmaz, burada başka şehirlerden bile talebe varmış. Ben en azından denemek istiyorum, izin verirsen…
–İzin vermek ne demek evlâdım; sen hâfız ol, ben kul-köle olmaya râzıyım. Tamam güzel oğlum, sen beş dakika kadar burada bekleyiver. Ben bir de hocanla görüşeyim.
–Hocam, mevzu birden gelişti. Hiçbir hazırlığımız yok. Bir de ben oğlumun burada yapabileceği konusunda hakikaten çok tedirginim.
–Ağabey sen müsterih ol! Ona o gücü verecek olan Cenâb-ı Hak. Bence gönülden teslim ol ve seyret. Biz de üzerimize düşeni fazlasıyla yapacağız inşâallah. Onun yüreğindeki o hasret, o iştiyak engel tanır mı zannediyorsun?
Delikanlının babası, hanımı ile de istişâre etti. Annesi de râzı ve duâcı olunca işler bir anda rayını buldu. Delikanlı ve babası tekrar Abdullatif Hocanın odasına girdiler:
–Evet ağabey şimdi kayıt için bazı bilgiler alacağız. Sonra da besmeleyi çekeriz inşâallah. Delikanlının adı ve soyadı?
–Muhammed Ali…
Delikanlının adını ve soyadını duyunca Abdullatif Hocayı bir heyecandır aldı:
–Ağabey bir şey soracağım. Çakır Hâfız derlerdi bilir misin?
–Bilmem mi! Bizim büyük amcamız olurdu rahmetli. Mekânı cennet olsun. Siz nereden tanıyorsunuz?
–Çakır Hâfız, benim ilk hocamdı. Muhammed Ali Hoca! Beni hâfızlığa âşık eden ve ilk dönem hâfızlığımı takip eden odur. Huzur içinde yatsın.
–Âmîn. Bizim delikanlının ismi de oradan gelir zaten.
–Kurban olduğum Rabbimin takdirine bak! Hem hocam hem de o aile, maddî-mânevî bana çok yardımcı oldular. O aileye hizmet etmek benim için ayrı bir şeref olacak. Torunlarını tanıyordum da sizinle tanışmak bugüne nasipmiş.
Delikanlının kaydı alınmıştı. Babasının vedâlaşmak üzere ayağa kalkması ile gözlerinden yaşların dökülmesi bir oldu. Evlâdına sıkı sıkı sarıldı ve şöyle dedi:
–Haydi bakalım evlât! Koca yüreklim benim. Gayretin bol olsun! Allah yâr ve yardımcın olsun.
Delikanlı da babasının elini öperek şunları söyledi:
–Allah râzı olsun baba. Beni kırmadığın için çok teşekkür ederim. İnşâallah güzel bir hâfız olup sizi cennete götüreceğim.
–İnşâallah oğlum.
Abdullatif Hoca, Muhammed Ali ile birlikte kursun kapısından babasını uğurladılar. Muhammed Ali’yi sınıfına kadar götürdü.
–Evet, aslan parçası! Sınıfın burası, hocan da ben olacağım inşâallah. Haydi beraber Besmele çekelim…
Abdullatif Hoca, Muhammed Ali’nin yerine gidişini seyrederken şu cümle usulca döküldü dudaklarından:
“Çekelim bakalım birer Besmele! Senin için en tazesinden, benim için en yanığından…”