Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER -11- AİLE MAHKEMESİ

YAZAR : Mehmet MENCET

mehmet_mencet_yuzakidergisi_aralık2015

Önceleri tapu kadastro dâvâlarına bakarken; insanların gayrimenkulleriyle, evler, bahçeler, tarlalar vs. ile uğraşırken gittikçe daha fazla ihtiyaç duyulan aile mahkemesine tayin oldum. Daha önce böyle bir birim yoktu. O zaman da boşanmalar yok değildi ama bu işi asliye hukuk mahkemeleri yapıyordu. Daha önce milletin bahçesiyle, tarlasıyla meşgul iken; bu kez evlerinin mahremiyetine şahit olmak durumundaydım. En mahrem konuların ayağa düşmemesi, konuşulmaması, anlatılmaması için elimden geleni yapardım. Hattâ kâtiplere yazdırırken, yüksek sesle okutmaz, dosyada geçen sözler ve benzeri ibarelerle örtülü söylerdim.

İnsanın ar damarı bir kere çatlamaya görsün; hiç sıkılmadan, utanmadan konuşabiliyor. Allah’tan korkmadan iftira atabiliyor.

Nikâh; insan olmanın haysiyeti, şerefi, onu diğer mahlûkattan ayıran bir özellik. Huzurlu bir dünya hayatının yaşanması; dünya ve âhiret saâdeti, neslin devamı gibi sayılamayacak kadar güzellik, tâ Âdem -aleyhisselâm- ile başlar. Erkek ve kadının yaratılış itibarıyla birbirinin eksik olan tarafını tamamlaması bunun hikmeti olsa gerek. Evlilik ne kadar sağlam temeller üzerine kurulursa; o kadar muhkem ve dayanıklı olur, ufak tefek sarsıntılarla yok olmaz. Büyüklerimiz ne demiş:

“Önce iyi bir seçim, sonra iyi bir geçim.”

Seçimi yanlış yaparsanız, sarsıntılar peş peşe gelir. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor:

“Kadın dört şey, yani malı, güzelliği, soy-sopu ve dindeki kemâli için nikâhlanır. Siz dindar olanını tercih ediniz ki, elleriniz hayır görsün!..” (Müslim, Radâ, 53)

Şimdi maalesef gençler kendi tercihlerine; ânî bir kararla, o anki duygularıyla çabucak karar veriyorlar. Etraflıca düşünme, büyüklere danışma yok! Hele kızlarımız… Eğer aile vermek istemezse kaçıyor, birkaç yıl geçmeden bir de çocukla ortada kalıyor. Yaptığı yanlışı, ailesini hiçe saydığını anlıyor ama iş işten geçmiş oluyor. Bunun o kadar çok örneği var ki…

Bazı aileler de kızına sahip çıkmıyor. O zaman hayatı başka zeminlere kayıyor. Nasıl ki bir vücudun en küçük parçası olan hücre bozulur, hastalanır, yaralanırsa; tüm vücut bundan etkilenir. Aynen onun gibi toplumun en küçük parçası da aile. Aile bozuldu mu o toplum felâketlere sürüklenir.

Boşanma o kadar yayıldı ki;

Komşu, akraba, tanıdıkların düğün merasimine gidemediğiniz zaman;

«Müsait olunca evine gideriz.» diye düşünüyor, daha altı ay geçmeden boşandıklarını duyuyor şaşırıyorsunuz…

Ne kadar okurlarsa okusunlar, gençler bu konudan bîhaber. Bu hususta maalesef bir eğitim de yok.

Eskiden büyüklere saygı vardı. Aileden lâfı, sözü geçerli erkek veya hanım bir büyük olurdu; bir problem çıktığı zaman ona müracaat edilir, iki tarafa da gereken nasihatler yapılır, uzlaşılmaya gayret edilir, hemen koparıp atılmazdı. İki ayrı cinsin, ayrı ailelerde; hattâ ayrı memleket veya ülkelerde yetiştikten sonra, evlilik bağıyla bir ömür boyu birlikte hayat geçirmesi, ne büyük bir hâdise bu! Bu Allâh’ın gönüllerde oluşturduğu sevgiyle mümkün, başka izahı yok; ama o sevginin bir ömür boyu yıpranmadan, zedelenmeden muhafazası için de gayret ve fedâkârlık gerek. Evlenirken;

«Daima benim dediğim olur.», «Her şeyi ben bilirim.» veya «Eşimin huyunu değiştiririm.» düşüncesiyle hareket etmek daima hüsranla sonuçlanır.

Büyüklerimiz ne kadar sabırlıymış. Savaşı, yokluğu ve çaresizliği birlikte göğüslemişler; eşlerini yarı yolda bırakmamışlar. «Evlilikte ben yok, biz varız!» diye yola çıkmışlar.

Bugün ise;

Âdeta diğer hastalıkların birimlerinin çoğaldığı gibi; sayısız psikolojik klinikler ve danışmanlıklar hızla çoğaldığı hâlde, boşanma sayısı günden güne çığ gibi artıyor. Ve maalesef bunun faturası da o tertemiz çocuklara çıkıyor. Elbette boşanmanın da meşrû olduğu, evlilik hayatının çekilmez olduğu durumlar var; ama her uyumsuzlukta da mahkemeye müracaat gerekmez.

Antalya’ya ikinci gelişimde, aile mahkemesi yeni kurulmuştu. Birkaç yıl boyunca 3 adet aile mahkemesi vardı. Şimdi sayısı 12 oldu ve o kadar dolu ki… İnsanların boşanma hikâyelerini de dinledikçe toplumun ne hâle geldiğini görmek beni ta derinden etkiliyor. Eskiden bir de;

«El âlem ne der!» diye biraz toplumun yadırgadığı şeylerden çekinme gibi bir duygu vardı. Şimdi;

«Bu tamamen benim kararım!» deyip bitiriyorlar.

Yıllarca süren boşanma dâvâlarını; bilhassa kangren olmuş, artık bir araya gelmesi mümkün olmayanların dâvâlarını kolaylaştırmak için «anlaşmalı boşanma» uygulanmakta. İki taraf anlaşınca, dâvâ fazla uzamadan bitirilebiliyor.

Gölcük depreminde bir aile; hanım göçük altında kalmış ve belden aşağısı felç, yürüyemiyor. Tekerlekli sandalyede biraz da kilolu, Antalya’ya gelmişler. Giriş kat bir evde oturuyorlar. Zaman zaman gıda paketi götürüyorduk. Bir gün adliyeye geldiler, taksiye binecek paraları yok. O durumda da otobüse binemiyorlar, onca yolu tekerlekli sandalyeyle gelmişler;

“–Hayırdır.” dedim;

“–Biz boşanmaya karar verdik.” dedi. Hanıma;

“–Neden? Bak eşin seni kaç kilometre yerden alıp gelmiş. Güzel de bakıyor, bu niye şimdi?” dedim;

“–Evet Allah râzı olsun çok iyi bakıyor. Ama beni indirip kaldırmaktan bel fıtığı oldu. Artık ona da kıyamıyorum.”

“–Peki ayrılırsan sana kim bakacak? Çocuğun da yok!”

“–Benim on tane kardeşim var. Her ay birinin yanında dursam bana bakarlar.” dedi;

“–Sen şaşırdın mı? Kimse böyle bir şeyi istemez! Hadi seni boşamayayım. Şimdi git memleketine, geldikten sonra görüşürüz.” dedim. Gitti. İki ay duramamış, geldi;

“–Siz haklıymışsınız, eşimden Allah râzı olsun, yine bana o bakıyor.” dedi.

Böyle vazgeçirdiğimiz çok dâvâ oldu.

Bir gün yaşlı bir çift geldi, amca fazla bir şey söylemiyor. Teyzeye sordum;

“–Neden boşanmak istiyorsun?” diye.

“–Kocam hiçbir işe bakmıyor, tembel tembel oturuyor. Çamaşır, bulaşık, temizlik, kömürlükten kömürü getir sobayı yak. Yıllardır hepsini ben yapıyorum; yoruldum, bıktım artık!” dedi.

“–Peki boşanınca ne olacak, sosyal güvencen var mı?” diye sordum.

“–Yok!” dedi.

“–O zaman kızının yanında mı kalacaksın, oğlunun mu?”

“–Kızıma giderim; ama damat istemezse üzülürüm, gelin yüzünü ekşitirse dayanamam gitmem!”

“–Peki boşanınca bu işleri kim yapacak?” biraz düşündü;

“–Yine ben!” dedi.

“–Peki o zaman hayatında ne değişecek? Yazık değil mi o yıllara? Birlikte bir ömür geçirmişsiniz. Şurada ne kadar ömrünüz kaldı ki? Birbirinizi üzdüğünüze değmez; bunca yıl katlanmış sabretmişsiniz, sonuna kadar getir. Yazık değil mi?” dedim. Düşündü;

“–Evet, ne değişecek?” dedi, vazgeçti.

Bir anlık öfke, etrafın kışkırtması, tahammülsüzlük; hemen sanki tek çözüm buymuş gibi koş mahkemeye. Cenâb-ı Hakk’ın en sevmediği şey boşanma. Sebepsiz bir boşanmayla Arş-ı âlâ titrer.