KUSS BİN SÂİDE’NİN -HİTÂBESİ-
ŞAİR : SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)
Devr-i câhilde, İyad namlı aşîrette reis,
Dîn-i Îsâ’da muvahhid yaşayan bir muhlis,
Güçlü, Kuss adlı hatip, Sâide’nin oğluydu,
O Ukaz şâiri, ilhâmını gökten duydu.
Son Nebî’nin de hazır olduğu bir halka o dil,
Dîn-i İslâm ile Peygamber’i anlattı delil!
Önceden, Ahmed’e îmân ederekten kendi,
Sayısız ibreti hikmet yaparak seslendi:
“–Ey, ey insanlar ömür çarşısı gel-geç yalınız,
Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ders alınız!
Yaşayan kimse ölür, ölmüş olan toprak olur,
Olacak neyse olur, toprağa damlar yağmur,
Biter otlar ve doğar nurlu çocuklar, ninni
Derken onlar da alırlar ebeveynin yerini.
Mahvolur sonra bütün hepsi, vukûat bitmez,
Vak’alar vak’ayı, bin tâkip eder sonsuz kez.
Ey kavim! Dikkat edin, söylediğim neyse size,
Tam verin hakka kulak, gökte haber var, o bize.
Yerde ibret alacak hâdiseler çok, yaşanan,
Bir döşek yeryüzü gen, gökyüzü yüksekçe tavan.
Durur en namlı denizler ve yürür her yıldız,
Gelse kalmaz bu beşer, gitti mi gelmez, bakınız;
Her giden gittiği yerden, acabâ memnun da,
Bu sebepten mi, dönüşsüz kalıyorlar orada?
Yoksa mecbûr alıkondukları bir uykuya mı,
Öyle nâçar dalıyorlar? Düşünün encâmı!
Hakk’a vallâhi ki, nezdinde O’nun, bir din var,
Hem de billâhi ki kendinde O’nun bir din var.
Dîninizden daha hoş, doğru o dindir gerçek,
Rabbimin bir yüce Peygamber’i var hem gelecek.
Çok yakın gelmesi, hattâ başınız üstüne nur,
Çok şükür, düştü O’nun gölgesi, billûr billûr.
Ne saâdet O’na îmân edecek kimselere,
Ne şeref, hak yola erdirdiği tâlihli ere!
Vay o bedbahta ki isyan ve hilâf eyler O’na,
Yazık olsun bir ömür topluca gāfil olana!
Şimdi ey nas, sakının uyku ve gafletten ki,
Burda her şey yine fânî, yalınız Hak bâkî.
Eşi yok, benzeri yok, sâdece birdir o Hudâ,
Hak O, ancak O’nadır cümle ibâdetler edâ.
Doğmamıştır ve doğurmuş da değildir, Allah,
Yaratandır, yaşatandır, can alandır, O İlâh!
Bize, evvelce gidenlerde çok ibretler var,
Ey İyad kavmi! Bugün nerde o ecdat, babalar?
Hani mâmur ve müzeyyen dolu kâşâneleri,
Hani taştan yapılan Âd ve Semud hâneleri?
Hani dünyâ denilen mülke dalıp kibre düşen,
Ve kıt aklıyla; «Sizin Rabbinizim en yüce ben!»
Diyen ahmak Firavun, serseri Nemrut nerede?
Bu değirmen öğütüp hepsini, toz etti ve de,
Çürüyüp gitti kemikler, dağılıp yuh aldı,
O saray addedilen evleri ıssız kaldı.
İşte şenlendiriyor şimdi köpekler boş ini,
İçi dehşet dolu enkāza dönen yerlerini.
Sakın onlar gibi savrulmayınız gaflete siz,
Onların şerli yolundan da sakın gitmeyiniz!
Aklınızdan şu hüküm çıkmasın aslā, yine ki,
Burda her şey yine fânî, yalınız Hak bâkî.
Şu ölüm ırmağının, var, girecek yerleri, çok,
Ama dünyâda içinden çıkacak bir yeri yok!
Bebeden yaşlıya herkes göçüyor bir anda,
Bu olan herkese elbet, olacaktır bana da!..”1
Herkesin rûhuna nakşoldu bu mümtaz hutbe,
Görmeden Ahmed’e îman, ne mübârek rütbe!
Bu derin hutbeyi Kuss Sâide eylerken edâ,
Olduğundan o habersizdi Nebî’nin orada.
Bir vakit sonra vefât etti bu îmân üzere;
Kavmi, tâ duydu ki inmiş o Hudâ vahyi yere,
Koştular Hazret-i Peygamber’e ashâb olarak,
Sordu meşhûr o güzel hutbeyi Peygamber-i Hak:
«–Deve üstünde o Kuss Sâide, her hâli şuur;
‘Yaşayan kimse ölür, ölmüş olan toprak olur.
Olacaklar da olur!’ hutbesi aklımda yine,
Var mı sizden okuyan hutbeyi tam ezberine?»
Tüm heyet çağladı: «–Toptan bunu ezber biliriz!»
Oldu memnun bu güzel gayrete Peygamberimiz.
Yâr Ebûbekr’i o an; «–Ben de o gün orda idim,
Ey Hudâ elçisi, aklımda bütün hutbe selim.»
Dedi baştan sona tüm hutbeyi tekrâr okudu,
Sonra Kuss Sâide’den bir kişi sözler dokudu.
O şiirlerde Gül’ün aslı, Benî Hâşim’den,
Gelecek elçiye dâirdi beyanlar, alenen.2
Övdü Peygamberimiz, işte mübârek pâye;
«–Rabbimiz lutf ile rahmet ede Kuss Sâide’ye,
O kıyâmet günü bambaşka bir ümmet olarak,
Dirilip kalkacak elbet!» dedi,3 nûr oldu şafak!
Sen de Seyrî bunu ezber ile ömrünce oku,
Yüce Peygamber’e yâr ol, ebedî aşkı doku!
feilâtün / feilâtün / feilâtün / feilün
(fâilâtün) (fa’lün)
13 Ağustos 2015
Yenidoğan / SANCAKTEPE / İSTANBUL
1 Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, II, 264; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 234-241; Heysemî, IX, 418.
2 İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 234-241.
3 İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 239.