O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -1- (Hamd ve Şükür)
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
KABUL ÖLÇÜSÜ
Bir Ramazân-ı şerîfi daha uğurladık. Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği, rahmet ve mağfiret tuğyânı olan bir mevsim yaşadık. Bu mevsim Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilme mevsimiydi. Menfî vasıflardan arınmak için riyâzat hâlinde yaşama mevsimiydi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanma mevsimiydi.
“Ben size yakınım, siz de Bana Kitap ve Sünnet içinde bir hayat ile yaklaşın.” (Bkz. el-Bakara, 186) buyuran Rabbimiz’e icâbet için; ibâdetlerle, oruçlarla, terâvihlerle, tilâvetlerle, fıtır, zekât ve infaklarla, Rabbimiz’e yaklaşma yolunda mesafe almaya çalıştık.
Şimdi gönlümüzdeki sual şu:
Ramazân-ı şerîfi ihyâ gayretlerimiz nezd-i ilâhîde kabul oldu mu?
Bu hususta bize bir ölçü verecek şekilde Yahyâ bin Mu’âz -rahmetullâhi aleyh- der ki:
“Kişi diliyle tevbe-istiğfar ettiği hâlde kalbinde günah işleme azmi varsa ve Ramazan’dan sonra günaha dönerse bilsin ki; orucu reddolunmuş, kabul kapısı yüzüne kapatılmıştır.”
Yine Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Ramazân-ı şerif; zikirle uyanık olarak geçirilirse, senenin kalan kısmında da bu güzel hâl devam eder. Eğer bu ayda bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene boyunca görülür.”
Yani Ramazan’daki ibâdetlerimizin kabûlünün delili; Ramazan’dan sonraki hâl ve istikametimizdir.
Unutulmamalıdır ki;
Amellerde asıl olan sonlarıdır, samimiyet ve ihlâs itibarıyla nasıl neticelendirildikleridir.
İbâdetlerle geçirilen bir Ramazan’dan sonra tekrar yanlışlara, günahlara, gevşekliğe dûçâr olmak; doldurulan çuvalın ağzını bağlamadan terk etmeye benzer. Biriktirilen, kazanılan ne varsa dökülür, elde sadece hüsran kalır.
Edâ edilen ibâdetlerle gurur ve ucuba kapılmak, yani; “Ben yaptım!” diyerek nefse pay çıkarmak ve enâniyete kapılmak da Ramazân’ı kaybetme bedbahtlığının bir başka şeklidir.
Unutmamalıdır ki: İbrahim -aleyhisselâm- günahlardan korunmuş ve ilâhî teminat altına alınmış bir peygamber olduğu, hattâ «halîlullah» makamına erdiği hâlde, elde ettiği hiçbir şeye güvenmemiş;
وَلَا تُخْزِنٖ۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ
“(Yâ Rabbî! Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuş, Hakk’a ilticâ etmiştir.
Kulluk emri, son nefese kadardır. İnsan hakkındaki ilâhî karar, son nefesi esas alır. Bu sebeple, korku ve ümit arasında son nefesi îmân ile müslüman olarak verebilme gayretiyle; bir an dahî nefse, gaflete kapılmadan kulluğu devam ettirmekten başka bir yol yoktur.
Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizlere emsalsiz bir nümûne olarak Cenâb-ı Hakk’a;
“Yâ Rabbî, beni, göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimin eline bırakma!” diye ilticâ etmiştir.
Çünkü;
Anlar var ki, büyük fütûhatlara vesile olur. Diğer taraftan ise gaflet anları da vardır ki, onlar da büyük bir hüsrana sebep olur.
Tek kurtuluş, kalbin Cenâb-ı Hak’la beraber olmasını temin etmek gayreti içinde olabilmek. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“Biliniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
Allâh’ı anmak olan zikrin bir mânâsı da Kur’ân-ı Kerim’dir. Yani Allâh’ı Kur’ân ile meşgul olarak, onu yaşayarak anmak, kalpler için ömrün huzurudur. Çünkü Kur’ân hem şifâ, hem rahmet. Her kulun ve gönlün muhtaç olduğu iki büyük dermân-ı ilâhî. Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖ۪ينَ
“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82)
Hâsılı gönül huzuru, işte ancak o rahmet ve şifâ içinde Allâh’ı zikr üzere yaşayışa bağlıdır.
Bu itibarla mesele;
RAMAZÂN-I ŞERÎFİ DEVAM ETTİRMEK
Elbette, Ramazân-ı şerifteki kadar yoğun bir ibâdet hayatını sürdürmek, bütün seneyi fiilen Ramazan hâline getirebilmek, yani her gün oruç tutmak, her gece terâvih gibi uzun nâfile namazlar kılmak, sürekli îtikâf hâlinde yaşamak ilh. kolay değildir, belki matlûb olan da sadece bu değildir.
Ancak Ramazân’ın rûhunu seneye ve hayata yaymak mümkündür ve ebedî bayrama ermek için bu zarûrîdir:
Orucun riyâzâtını bütün öğünlere taşır; oburluktan, israftan korunursak, Ramazân’ı devam ettirmiş oluruz. Oruçken helâllerden dahî sakınma hassâsiyetini; sâir zamanlarda şüpheli ve mekruhlara karşı gözetebilirsek, Ramazan şuuru bizde devam etmiş olur.
Terâvihlerdeki camiye koşma azmini; sene boyunca cemaate devam aşkına dönüştürebilirsek, Ramazân-ı şerifte kazandıklarımızı muhafaza edebiliriz.
Sahurlardaki gönül uyanıklığını bütün seherlere yayabilirsek; Kadir Gecesi’ni aradığımız gibi, her gecenin kadrini bilirsek; bütün sene Ramazan bereketi yaşarız.
Ramazan’daki zekât, fıtır ve infak vazifesini yerine getirme heyecanını, bütün aylara genişletebilir; dâimâ cömertlik, merhamet ve fedâkârlık içinde yaşayabilirsek, Ramazân’ı zâyî etmemiş oluruz.
Ramazân’ın makbul bir şekilde ihyâ edildiğinin alâmeti de bunlar olacaktır.
Ramazân-ı şerîfin ibâdet ibâdet bize kazandırdığı bir de ahlâkî vasıflar var… Ramazân-ı şerîfi bütün seneye yayabilmenin en güzel nişânesi, bu hasletleri devam ettirebilmekteki muvaffakiyet olacaktır.
Şu kıssa bize güzel bir misaldir:
BİZDE RAMAZAN’DAN
NE KALDI?
Pakistan’ın mânevî mimarı Muhammed İkbal, bir gün Medine’den dönen hacıları ziyaret ederek onlara kâmil bir mü’minin gönül ufkunu sergileyen şu sualleri sorar:
«–Medîne-i Münevvere’yi ziyaret ettiniz! Uhrevî Medine çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler; takkeler, tesbihler, seccadeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Medine’nin; solmayan, gönüllere hayat veren, rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?..
Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebûbekir’in sıdk ve teslîmiyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın hayâsı ve cömertliği; Hazret-i Ali’nin heyecan ve cihâdı var mı? Bugün bin bir ızdırap içinde kıvranan İslâm dünyasına gönlünüzden bir asr-ı saâdet heyecanı verebilecek misiniz?»
Biz de Ramazân-ı şeriften sonra, kendimize sormalıyız:
Ramazân-ı şerif geldi geçti. Şimdi bizim gönlümüzde kalan nedir? Bu mübârek günler bizde neler bıraktı? Hangi kötü huylardan bizi kurtardı, hangi hasletleri bize kazandırdı? Bir ıslah, bir düzelme yaşadı isek, bu Ramazân’a mahsus mu kaldı, yoksa onu devam ettirebildik mi?
Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
“Hacca gidenler orada evin (yani Beytullâh’ın) sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”
Ramazan gibi mübârek zaman dilimlerini ihyâ gayretinde olanlar da, onu ikram eden Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erme, O’nun hoşnut olacağı vasıfları kazanma gayreti içinde olurlarsa, bütün sene onlar için Ramazân-ı şerif kıymetinde olacaktır. İhyâ edilen her gece, Kadir Gecesi’ni idrâk için bir vesile olacaktır.
Zira Cenâb-ı Hak;
وَالْمُسْتَغْفِر۪ٖينَ بِالْاَسْحَارِ
“Seher vakitlerinde istiğfâr edenler, Allah’tan bağış dileyenler…” (Âl-i İmran, 17) beyanıyla, seherlerdeki istiğfarlarla af ve mağfiret iklimine davet etmektedir.
Ramazân’ı seneye ve ömre yayma hakikatini Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“Selef-i sâlihîn, Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)
Nedir bizim de kaybetmemek için aylarca yalvaracağımız Ramazan ikramları?
Ramazan; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benzeme mevsimiydi. O’na ibâdette, ahlâkta, muâmelâtta, muâşerette benzemek; O’nun bizim için üsve-i hasene, en güzel örnek olan ahlâkını tahsil etmek imkân ve fırsatıydı. Bu imkândan ne kadar istifâde ettiğimizin ölçüsü, o kıvâmı muhafaza edip edemediğimiz olacaktır.
Cenâb-ı Hak bizlere, Efendimiz’in ahlâk-ı hamîdesi ile ahlâklanarak bütün hayatımızı Ramazân-ı şerif kıvâmında yaşayabilmeyi ihsan buyursun.
Cenâb-ı Hak, -aleyhisselâtü vesselâm- Efendimiz’e;
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖ۪يمٍ
“(Ey Habîbim!) Elbette Sen muhteşem bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyuruyor. Bizim de o ahlâktan nasibimiz ne kadar?
Meselâ O’nun hamdi ve şükrü?
HAMD ve ŞÜKÜR
Namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha, bize evvelâ «hamd»i telkin eder:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖ۪ينَ
“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.”
Bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“…Onların duâları; «Bütün hamd ü senâlar, âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.» diye son bulur.” (Yûnus, 10)
Başta hamd… Sonda hamd…
Her gün defalarca bu niyâzın bize tekrar ettirilmesi işaret ediyor ki, biz dâimâ hamdimizi artırmalıyız.
Hamde lâyık yegâne varlık, Allah Teâlâ’dır. O Hamîd’dir. Bütün varlıkların hamd ü senâsı O’nadır. Diller ve gönüller, O’nu anmalı, zikretmeli, O’na hamd etmelidir.
Mübârek isimleri «hamd» kökünden gelen; Muhammed, Mahmûd, Hamîd (çok övülmüş), Ahmed ve Hâmid (çok hamd eden) isimleriyle müsemmâ olan Peygamber Efendimiz de her fırsatta, Cenâb-ı Hakk’a hamd ederdi. Bütün hutbelerine, hitâbelerine hamdele ile başlardı. Yemek, abdest, def-i hâcet gibi günlük meşgalelere varıncaya kadar her fırsatta, Cenâb-ı Hakk’a verdiği nimet, afiyet ve imkânlar için hamd ve şükrederdi.
ABD-İ ŞEKÛR
Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:
“Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana;
«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de;
«–Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.
Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Hazret-i Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce;
«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi.
Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» karşılığını verdi ve şu âyetleri okudu:
«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır.
Onlar; ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve;
‘–Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru!’ (derler).»” (Âl-i İmrân, 190-191) (İbn-i Hibbân, II, 386)
Hamd’in bir mânâsı da şükürdür. Cenâb-ı Hakk’a karşı bir teşekkürdür. O’nun sonsuz nimetleri karşısında hakkıyla şükretmemiz mümkün değil. Ancak istiğfarlarla şükründen âciz olduğumuzu itiraf ve noksanımızı bir nebze olsun telâfi gayreti içerisinde olmamız îcâb eder.
Maddî-mânevî, sonsuz, sayısız nimetler içerisindeyiz ve âyet-i kerîmede hepsinden hesaba çekileceğimiz bildirilmekte:
ثُمَّ لَتُسْـئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعٖ۪يمِ
“Sonra o gün (kıyâmet günü), nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?” (et-Tekâsür, 8)
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dâimâ her nimetin hesabını tefekkür içinde yaşardı. Onun Rabbe şükür hassâsiyetini Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
HELÂLİN HESABI VAR!
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün, çıkılmayacak bir vakitte evinden dışarı çıkmıştı. Baktı ki, Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhuma- da oradalar. Onlara;
“–Bu saatte sizi evinizden dışarı çıkaran sebep nedir?” diye sordu.
Onlar;
“–Açlık, yâ Rasûlâllah! (Yani bir rızık bulabilmek için.)” dediler.
Peygamberimiz;
“–Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, sizi evinizden çıkaran sebep beni de evimden çıkardı; haydi kalkınız.” buyurdu.
İkisi de kalkıp, Rasûl-i Ekrem’le birlikte ensardan birinin evine geldiler. O zât da evinde değildi. Fakat hanımı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görünce çok sevindi;
“–Hoş geldiniz! Buyurunuz.” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; beyinin nerede olduğunu sordu.
Kadın;
“–Bize tatlı su getirmek için gitti.” dedi. Tam o sırada evin sahibi olan Medineli sahâbî geldi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve iki arkadaşına baktıktan sonra;
“–Allâh’a hamdolsun, bugün, hiç kimse misafire ikram etme yönünden benden daha bahtiyar değildir!” dedi. Hemen gidip onlara içinde koruğu, olgunu ve yaşı bulunan bir hurma salkımı getirdi:
“–Buyurun, yiyiniz.” dedi ve eline bıçak aldı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;
“–Sağılan hayvanlara sakın dokunma!” buyurdu. Ev sahibi, onlar için bir koyun kesti. Onlar da koyunun etinden ve hurmadan yediler; tatlı sudan içtiler. Hepsi yemeğe doyup suya kanınca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhuma-’ya hitâben şöyle buyurdu:
“–Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, kıyâmet gününde bu nimetlerden sorguya çekileceksiniz. Sizi evinizden açlık çıkardı, sonra evinize dönmeden şu nimetlere kavuştunuz.” (Müslim, Eşribe 140)
Fahr-i Kâinât Efendimiz; ashâbını şükredebilme hassâsiyetiyle öyle yetiştiriyordu ki, şu kıssadaki gibi hâdiseler yaşanıyordu:
Bir genç yeni müslüman olmuştu. Rasûlullah Efendimiz ona Tekâsür Sûresi’ni öğretti. Sonra da onu bir kadınla evlendirdi. Bu genç, nikâhlandığı kadının yanına girip de orada büyük bir çeyiz ve birçok nimet görünce;
“Ben bunlardan (bu kadar şatafatlı dünya nimetlerinden korkarım ve) istemem.” diyerek çıktı geldi.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sebebini sorunca;
“(Yâ Rasûlâllah!) Siz bana; «Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.» diye öğretmediniz mi? Ben onların cevabını vermeye güç yetiremem. (Ne yapmamı uygun bulursunuz?)” diyerek Efendimiz’in tavsiyesini aldı.
Bu âyet-i kerîmeyi Efendimiz’in ashâbına nasıl yüksek bir ölçüyle tâlim buyurduğunu da şu kıssadan öğreniyoruz:
Bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda hiçbir şeyi olmayan muhtaç bir sahâbî ayağa kalkarak;
“‒(Yâ Rasûlâllah!) Benim üzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı?” diye sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise hulâsaten;
“–Gölge, iki nalin ve soğuk su.”
cevabını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)
Gölgesinden istifade ettiğin bir ağaç dahî, Allâh’ın senin için yarattığı bir nimet… Şükrü gereken bir nimet…
İçtiğimiz su, yediğimiz meyve, sebze ve hayvânî gıdalar, yararlandığımız, giydiğimiz, kullandığımız türlü türlü eşyalar… Sıhhat, ömür, aile… Her biri ayrı ayrı şükür gerektiren sayısız nimet…
Cenâb-ı Hakk’ın nimetler husûsunda îkaz dolu şu hatırlatmaları ne kadar mânidar:
“Ya içtiğiniz suya ne dersiniz?
Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz?
لَوْ نَشَاءُ جَعَلْنَاهُ اُجَاجًا
فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ
Dileseydik onu tuzlu ve acı bir su yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?
Ya yaktığınız ateşe ne dersiniz?
Onun ağacını siz mi inşa ettiniz? Yoksa Biz miyiz inşa eden?
Biz onu bir ibret ve ıssız yerlerde yaşayanlara bir fayda kıldık.
O hâlde, O yüce Rabbinin adını tesbîh et (yücelt).” (el-Vâkıa, 68-74)
Nimetler saymakla bitmez.
Onlar sadece maddî olanlar değil. Bir de hiç şüphesiz ki, başta hidâyet olmak üzere sonsuz mânevî nimetler var…
UHREVÎ NİMETLER
Dâimâ düşünmeliyiz ki, bir bedel ödemediğimiz hâlde, sırf lutf-i ilâhî ile; insan olarak, mü’min olarak, ümmet-i Muhammed olarak dünyaya geldik ve Kur’ân-ı Kerîm’e muhatap kılındık. Bütün bunlar, şükründen âciz kalınacak nimetlerdir.
Dünyevî bir şeyle ne kadar seviniyoruz; bizi ebedî saâdete götürecek olan îman nimetinin ve ümmet-i Muhammed olmanın ne kadar minnettarlığı, sevinci ve şükrü içindeyiz?
Ramazân’ın kendisi de mânevî bir sofra, muhteşem bir ikram idi. Onun da şükrünü edâ etmemiz zarurî. Bunun şükrü de Ramazan’dan sonraki hâlimizi istikamet üzere muhafaza edebilmemiz.
İslâm nimetinin teşekkürü nedir?
Onu ondan mahrum olanlara ulaştırmak…
Sahâbî; İslâm nimetinin teşekkürü için tâ Kayravan’a gitti, Semerkant’a gitti, Çin’e gitti. Bizler de İslâm’ın güler yüzünü yaşamak ve yaşatmak üzere gayret etmezsek, nankörlüğe düşmüş oluruz.
Gayret ederken de gerekli olan vazife hassâsiyeti, usûlünce riâyeti ve âdâbı çok mühimdir:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının bir kısmını gazveye göndermişti. İçlerinden biri geri kaldı. Ailesine;
“–«Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte öğle namazını kılayım, sonra kendisine selâm verip vedâ edeyim.» düşüncesiyle geri kalıyorum. Bir de bana duâ buyursun ki, o duâ benim için kıyâmette şefaatçi olsun.” dedi.
O zât, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’le namaz kıldıktan sonra O’na yöneldi ve selâm verdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Arkadaşlarının seni ne kadar geçtiğini biliyor musun?” dedi.
Sahâbî:
“–Evet, sabah erkenden aldıkları mesafe kadar beni geçtiler.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Nefsimi elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, onlar fazîlette seni, doğu ve batı arasındaki en uzak mesafe kadar geçtiler.” buyurdu. (Ahmed, III, 438)
Diğer bir rivâyette ise:
“–Yeryüzündekilerin tümünü infâk etsen, onların o erken çıkışlarındaki fazîleti elde edemezsin.” buyurdu. (Tirmizî, Cuma, 28/527; Ahmed, I, 256; Beyhakî, III, 187)
Yine çok ibretlidir ki;
Tebük Seferi’ne münafık olmadığı hâlde iştirâk etmeyen üç kişi, Hazret-i Peygamber’in tâlimâtıyla elli gün selâm ve muâmele dışında tutuldular. O üç sahâbî ki, bir sefer hariç bütün seferlere katılmışlardı hâlbuki…
Demek ki, yüce nimetlere şükrün gerektirdiği ulvî vazifelere karşı bir kere de olsa bîgâne kalmak, çok büyük bir mes’ûliyet ve tehlike sınırı.
Çünkü;
Şükür; kulun, kendisine lutfedilen nimetlere ve iyiliklere karşı sevinerek, onları ihsân eden Rabbine çeşitli söz ve davranışlarla yüce vazifelere riâyet ederek hâlisâne bir kullukta bulunmasıdır. Bu da gösteriyor ki şükür, nimetin hakikî sahibini bilmektir.
“Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir.” (İmâm-ı Şiblî)
Lâyıkıyla şükreden bir kul olabilmek için, sadece nâil olunan nimetlerin Allâh’ın lutfu olduğunu bilmek ve bunu dille ifâde etmek kâfî değildir. Rabbimize karşı îcâb eden ibâdet ve davranış güzelliklerini îfâ etmek, yani amel-i sâlihlerde bulunmak zarûrîdir.
Bişr-i Hâfî Hazretleri bu husûsu şöyle îzâh eder:
“Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü kâfi değildir. Çünkü;
Gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman hikmet ve nasîb almak, şer görürse ondan uzaklaşmaktır.
Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır.
Ellerin şükrü, onları haram ve kerâhetlere bulaştırmamaktır.
Midenin şükrü, helâl ile gıdalanmak;
(Akıl ve kalbin şükrü) ilim ve irfan ile dolu olmak;
Ayakların şükrü de, hayır hasenat yolunda koşmaktır.
Kim böyle yaparsa hakikaten şükredenlerden olur.”
Şükür, sonsuz bir gayret olmalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nimetleri karşısında O’na ne kadar şükretsek, yine de şükür borcumuzu tam olarak ödeyemeyiz. Çünkü şükredebilmek dahî şükrü gereken bir nimettir. Onun da şükrü, sonra onun da şükrü, sonra onun da şükrü. Bu, sonsuza kadar gider. Yani kul, gerçek şükürden âcizdir. Bu sebeple peygamberler hep istiğfar hâlinde yaşamışlardır.
Hamd ve şükür en zor bir hâdisedir. Şükrün de şükrünü îfâ edebilme zorluğu sebebiyle şükredenlerin azlığını Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle hatırlatır:
وَقَلٖ۪يلٌ مِنْ عِبَادِىَ الشَّكُورُ
“Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (es-Sebe, 13)
Şükürsüzlük hâli ise, Rabbimiz’in râzı olmadığı bir durumdur. Rabbimizin ihsân ettiği nimetlerin elden gitmesine sebep olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“…Eğer şükrederseniz, elbette size olan (nimetlerimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!” (İbrâhîm, 7)
Şükürden, teşekkürden mahrumiyet; vicdansızlıktır, nâdanlıktır, duygusuzluktur, alık ve abus bir hâlin neticesidir. Cenâb-ı Hak cennetine davet ettiği mü’minlerde bu çirkin vasıfları asla istememektedir.
Rabbimiz, bizleri; Habîb-i Edîbi’nin sünnet-i seniyyesiyle müzeyyen ve muhteşem ahlâkıyla da mütehallık kullarından eylesin. Her hâlükârda hamdeden ve nimetlerine şükreden kullarından eylesin.
Âmîn!..