CİHAD ve ZAFER

YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

Dünya coğrafyasında müslümanlar olarak genel durumumuzun çok parlak olmadığı görünen bir hakikattir. Ancak bilhassa ülkemiz adına bazı kıpırdanışlar, haysiyetli duruşlar, yüz güldüren hususlar olduğundan; dünyanın müslümanlara uyguladığı menfî tutumlar, doğrusu içimizi yaralıyor. Bizdeki ufak-tefek gelişmeler neticesinde ne yazık ki bugün her zamankinden daha yoğun hücumlara muhatabız.

Hakk’ı ve hakikatleri dünyaya hâkim kılma arzusu, müslümanların en büyük idealidir. Zira bu istek, onlara Cenâb-ı Hak tarafından yüklenmiştir. Küfrün zillet ve alçaklığına karşı; müslümanlar olarak mü’min olma şerefi, bizim için yüz akıdır. Mü’min yeryüzünde cereyan eden olaylara kayıtsız kalamaz; İslâmî olmayan hiçbir güç müslümanlara hükmetme, üzerine âmir olma hattâ onları koyun güder gibi gütme hakkına sahip değildir.

Bugün müslümanlar; ferdî ve sosyal hayatlarında, maalesef İslâmî olmayan unsurların yoğun baskısı altındadır. Sabah kalkıştan akşam yatana kadar bütün zamanlarımız, kendi kültürümüzden uzak şeylerin tasallutuyla işgal altında tüketiliyor. Mü’minler aslî vazifelerinden uzaklaştırılıyor. Pek de farkında olamadığımız bu felâket karşısında; müslümanların şahsiyetleri hızla eriyor, fikirleri dumûra uğruyor, ahlâkları ifsâd ediliyor, itikatları bozuluyor. Neticede insanlar Hazret-i Allah -celle ve alâ-’dan ve O’nun hükümlerinden hızla uzaklaşıyor. Bu hazin durum, bir vâkıadır.

O zaman çare nedir? Çare, -müslümanlar olarak özümüzden kopmamak için- kâinâtın yüce sahibiyle mutlak bağlantıda bulunmaktan geçiyor. Bu bağlantı; yalnızca düşmanlardan korunmak için bir vasıta değil, insanoğlunun büyük huzur ve mutlulukla ulaşacağı yüce bir hedeftir. Mü’minler; herkes tarafından kabul görmüş cihanşümul ahlâkî özelliklerin dahî iflâs ettiği, hiçbir insanlık kuralı tanımayan böylesine kirli bir dünyada, İslâmî düsturlara tekrardan sarılmalıdır. Müslümanlar ancak bu sayede kendini rûhu ölmüş ve içi boşalmış bir dünyada diri ve canlı tutabilir. Mü’min kişi hayatın akışının şahsiyetini yok etmesine müsaade etmemelidir. İşte bu bir cihaddır.

Bir müslümanın cereyan eden haksızlıklara ve zulme susmaması, doğruları söylemesi, insanları Hakk’a davet etmesi, onları iyiliğe-doğruluğa-güzelliğe çağırması ve böyle zeminlerde malını-canını ortaya koyması «cihad» çerçevesi içindedir. Mukaddes kitabımızda cihaddan bahseden pek çok âyet-i kerime vardır. İşte onlardan bazıları:

“Ey inananlar! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak, kazançlı bir yolu (ticareti) size göstereyim mi?

Allâh’a ve Peygamber’ine inanırsınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz; bilseniz, bu sizin için en iyi yoldur. Böyle yaparsanız, Allah; günahlarınızı bağışlar, sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük kurtuluş budur. Bundan başka, sevdiğiniz bir şey daha var:

Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır. İnananlara müjde ver!” (es-Sâf, 10-13)

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’ın dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder. Ve adımlarınızı sağlamlaştırır.” (Muhammed, 7)

Bugün müslümanlar «tebliğ-davet-mücadele» anlamlarına gelen cihâdı terk ettikleri için içlerinde bulundukları «zelil» hâlden kurtulup «aziz» olamıyorlar. Hâlbuki yüce önderimiz Peygamberimiz Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hayatı tamı tamına;

«Hakk’ı ve hakikati» hâkim kılma mücadelesiyle yani cihadla geçmiştir.

Efendimiz aleyhisselam;

“Cihad kıyâmete kadar devam edecek bir farzdır.” (Ebû Dâvûd, Cihad, 33) ve;

“Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebî göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mü’mindir, dili ile mücadele eden mü’mindir, kalbi ile mücahede eden mü’mindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur.” (Müslim, Îmân, 20) buyurmuşlardır. O ve arkadaşları; İslâm’ın emirlerini insanlara sunmak adına her türlü zulme uğrayan muhtaçların, mazlumların, gariplerin daima yanında olmuşlardır.

Bugün kendi memleketinde emniyet ve huzuru kalmayan, zulme uğrayan nice mazlum-bîçareler evlerini, yurtlarını geride bırakarak akın akın göç etmek zorunda kalıyorlarsa bu cihâdın terk edilişindendir. Aslında cihâdın emredilme hikmeti hem meşrû hakkı müdafaa hem de Hakk’a davet yani tebliğdir. Bu iki unsur birbirinden ayrılamaz, aksine tam bir bütünlük arz eder.

Yüce İslâm’ın gayesi; insanları diğer insanlara ve farklı güçlere kul olmaktan çıkarıp, yalnızca mutlak vâr olan Hazret-i Allâh’a kul yapmaktır. Bu sebeple İslâm’ın muhatabı insanlardır ve onların gerçek mutluluğu hedeflenir. Hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kurallar ve emirler, insanlar için en mükemmel olanlardır. İnsanların kendi kafalarından ürettikleri kanunlar değişkendir. İnsanlar bugün doğru dediklerine yarın yanlış diyebiliyorlar. İnsanların kurallarıyla Allah Teâlâ’nın kuralları mukayese dahî edilemez.

Allah Teâlâ’yı en fazla gazaba getiren husus, insanların kendisinden başkasına kul olmasıdır. Bir zengin efendiyi düşününüz; emri altındaki hizmet edenler kendi sözünü dinlemese, onu tanımasa zengin efendi ne yapar? Bu duruma tahammül edebilir mi? İşte aynen bu misaldeki gibi Cenâb-ı Hak kendi yarattığı kulların nihayetinde ölüp gidecek fânîlere kul olmasına asla râzı gelmez. Bütün peygamberler insanları kula kulluk yapmaktan sakındırıp Hazret-i Allâh’a kul yapmak için mücadele vermişlerdir. Güzel dînimizin ve cihâdın ana hedefi budur. Kula kulluk yok, Hakk’a kulluk var. Zafer ve mutluluk da bu hakikatte gizlidir.

Ancak batı, cihâdı; «insanların başlarını kılıçla kesen zalim müslümanların masum hıristiyanlara zorla İslâm’ı kabul ettirmesi» olarak dünyaya ve kendi insanlarına lânse ediyor. Bu asla kabul edilemez bir hatadır. Batı ve yandaşları; müslümanları kendi emelleri doğrultusunda yanlış yönde eğitip, silâhlarla donatarak onları terör adına «İslâmafobi»nin yayılması için kullanıyorlar. Aklı başında olan insan şöyle bir etrafındaki olup bitene baktığında dünyanın neresinde kanayan bir yara varsa orada batının hak hukuk tanımayan zalim çehresini görebilecektir. Yine bugün ağlayan Orta Doğu coğrafyası İslâm düşmanlarının topyekûn ortaya koyduğu yüz karası bir tablodur. Müslümanları sömüren, kullanan, bunun için yapmadığı haysiyetsiz uygulama kalmayan batı ve arkasındakiler; zalim ve insanlık dışı muameleleriyle maalesef bozuk bir sicile sahiptir. Onlar mazlumun-mağdurun yanında değil; çıkarlarının, kendilerine olan maddî getirilerin peşindedirler.

Bilinsin ki, cihad insanları zorla İslâm yapma işi değildir. Zira îman kalp işidir. Cihadda asla zorlama olamaz. Aslında «Hakk’ı ve hayrı hâkim kılma dâvâsı» tüm insanlık için en büyük bir rahmettir. Bugünkü mevcutlar, müslümanları cihâda yaklaştırmamak için var güçleriyle seferber olmuşlardır. Bahsedilen güçler; mü’minleri nefisleri peşinde gezdirmekte, şeytanın çıkmaz sokaklarında boş yere âvâre eğlendirmekteler. Hevâ ve hevesleri ardında helâke sürüklenen müslümanlar; dünyanın âlâyişine aldanarak aslından, özünden uzaklaşmış bir hâlde yaşıyorlar. Bugün cihad rûhundan mahrum kalan mü’minler, âdeta zalimlerin elinde bir oyuncak durumuna gelmişler. Bu minvalde kardeşi kardeşe kırdırarak geriden bu hâli seyreden batı ve aveneleri zevkten dört köşe oluyorlar.

Hakk’ın ve hakikatin hâkim kılınmasını yani cihâdı terk etmek büyük bir zillettir. Haksızlığa ve zulme karşı susmak kişileri ve toplumları alçaltır. Zalimlerin zulmüne susanlar, haksızlıklara gözlerini kapayanlar asla iflâh olmazlar. Müslümanlar olarak zaferi hak etmek istiyorsak, önce kendi nefsimizle mücadele edeceğiz; sonra da etrafımızdaki haksızlıklarla, hukuksuzluklarla, kötülüklerle mücadeleye devam edeceğiz. Aksi takdirde nefsin, kibrin, makam ve mansıbın, maddenin kısacası dünyanın hücumlarına teslim olarak şahsiyetimizi kaybedebiliriz. İçinde yaşadıkları toplumda oluşan kötülüklere, günahlara, zulümlere direnemeyenler; bir süre sonra o menfîlikler içerisinde kaybolup giderler. Tarih iyice araştırılırsa görülecektir ki, cihâdı terk edip keyfe dalanlar her zaman zillete uğramışlardır. İslâm topraklarının bugünkü hâline baktığımızda; cihad rûhundan uzaklaşmış, dünyaya dört elle sarılmış müslümanların üzücü durumunu görebiliyoruz.

Dünyada müslümanların içinde bulunduğu bu çıkmazdan âcilen kurtulması gerekiyor. Bu ise mü’minlerin hem nefsi ile hem de ülke sahasında mücadele ederek cihad rûhunu yakalamalarıyla mümkündür. Cihad istisnâî bir durum değildir. Cihad bir mü’min vasfıdır. Yeniden özümüze, değerlerimize, kendi kültürümüze dönmeden zafer gelmez. Gelecekte zafer ancak Hazret-i Allâh’a inananların olacaktır.