KARİKATÜR HAKARET ARACI MI?

YAZAR : Hayrettin DURMUŞ hayrettin_durmus@mynet.com

h_durmus

Fransa’da yayınlanan haftalık mizah dergisi Charlie Hebdo «ifade özgürlüğü» diyerek Peygamber Efendimiz’e hakaret eden karikatürleri ilk sayfadan yayınladı. Fransız derginin peygamber düşmanlığı yeni değil. 2005 yılında da Hazret-i İsa’ya hakaret eden afişler yayınlamış, Fransız mahkemeleri «insanların inançlarına saldırı» hükmüyle afişleri toplatmıştı. Her zaman olduğu gibi batının ikiyüzlülüğü son olaylarda bir kere daha ortaya çıktı. Açıkça belirtelim ki Peygamber Efendimiz’e hakaret etme cüretinde bulunanları ve bu hakarete cevap vermenin başka yolları varken; terör saldırısıyla İslâm’ı dünyaya «terör dîni», müslümanları da «terörist» olarak göstermek isteyenleri kınıyoruz…

Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’nin Paris’te;

“Biz teröristlere ve teröre karşıyız. Savaşımız İslâm’la değildir.” şeklindeki akl-ı selîm açıklamasını olumlu bulduğumuzu, batının böyle akl-ı selîm insanlara ihtiyacı olduğunu da belirtmeliyiz. «Yeni bir Haçlı Seferi düzenliyoruz.» gibi kışkırtmacı bir dil kullanmadı en azından…

2006 yılında yine böylesi bir kriz ve karikatür terbiyesizliğiyle karşılaşmıştık. Danimarka’nın Jyllands Posten gazetesi bir seri karikatür yayınlayarak; insanlığın son kurtarıcısı, Rahmet Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i üzerinde bomba bulunan kara sakallı bir terörist (haşa!) şeklinde çizme küstahlığında bulunmuştu…

Karikatür sanatına da ihânet ederek yapılan bu terbiyesizlik; müslümanları üzüntüye, İslâm dünyasını haklı olarak tepki vermeye sevk etmiş ve mü’min gönüller hicranla dolmuştu.

Aslında şaşırmamak gerekiyor. Hak ile bâtılın, iyi ile kötünün, güzelle çirkinin mücadelesi Hazret-i Âdem’den bu yana devam ediyor. Anlaşılan o ki dünya durdukça bu mücadele devam edecek… Çağımızın modern(!) Nemrutları yangını körükledikçe, serçeler ufku velveleye verecek ve minicik gagalarıyla su taşımaya devam edecekler.

Ey Allâh’ın Rasûlü! Pervâneler gibi etrafında dönen, Sen’i görmeden Sana bağlanan ümmetin; soluk alıp verdikçe Romen Diyojenlerin, Piyer Lermitlerin hevesleri hep kursaklarında kalacak ve Ebrehe’nin çömezleri kılına zarar veremeyecektir Sen’in…

Arayı arayı bulsam izini,

diyerek hasretle Sen’i arar, ayak bastığın kumlara yüzümüzü sürmek için can atarken;

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

diye adına şiirler yazıp; «Gül yüzünü» rüyamızda görmek için uykuya dalarken Sen’i tanımayanlar bir kusurda bulunmuşlar.

Yüzüne bakmaya kıyamadığımız, adını anmaya doyamadığımız, insanların en güzelini; aklın almadığı, havsalanın kabul etmediği bir çirkinlikte çizmeye, resmetmeye yeltenenler olsa olsa çağımızın echelleri ve erzelleridir.

FİKİR HÜRRİYETİ Mİ, İKİYÜZLÜLÜK MÜ?

İnsanlığın her devirde yüzkaraları olur. Haçlı şövalyeliğine soyunan, Ebû Cehil olmaya can atanlar bulunur. Arif Nihat ASYA’nın diliyle söyleyecek olursak;

“Ebû Cehiller ölmedi. Hâlâ kıtalar dolaşıyor…”

İşin en acı yanı da şu: Dînimize, Peygamberimiz’e, mukaddeslerimize hakaret edenler bunu fikir ve ifade özgürlüğü maskesi altında yapıyorlar. Buna ifade özgürlüğü mü yoksa iğfal özgürlüğü mü denir, sizin irfanınıza bırakıyorum?

Avrupa’nın düşünce ve fikir özgürlüğü konusundaki tutumunu az-çok okuyan-yazan herkes biliyor aslında. Hürriyet şövalyelerinin gerçek yüzünü; Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de gördük:

“Yahudi soykırımı ile ilgili iddialar asılsızdır.” dediği için Fransız tarihçi Serge Thion’un işinden atılarak cezalandırılması;

Ermeni soykırımını reddeden ve bunu 1993 yılında açıkça Le Monde gazetesinde yazan Bernard Lewis’in mahkemeye çıkarılarak cezalandırılması, tehdit edilmesi;

ABD’li tarih profesörü Stanford Shaw’ın kitabının sakıncalı listesine alınarak Avrupa ülkelerinde yasaklanması;

İngiliz bilim adamı David Irving’in Avusturya’da yaptığı bir konuşmada Yahudi soykırımı iddialarını reddettiği gerekçesiyle 10 yıl hapis cezası verilerek kitaplarının Fransa’ya sokulmaması;

Roger Garaudy’nin «İsrail’i kuran Efsaneler» kitabının yasaklanarak 2002 yılında 33 milyon euro ceza verilmesine ne diyeceğiz?* Herhâlde Avrupa’nın düşünce ve fikir özgürlüğünü savunmasındandır(!) Yoksa başka ne sebebi olabilir bu yasakların? İkiyüzlülüğün bu kadarına da pes doğrusu…

AVRUPA’YA HODRİ MEYDAN!

Bizi bizden iyi bilen Avrupa’ya bir çağrıda bulunuyor ve; «Hodri Meydan!» diyoruz. Hangi Avrupa ülkesi, Avrupa’nın hangi yayın kuruluşu istiyorsa gelsin Anadolu’yu gezsin. Nüfus kütüklerimizi incelesin. Her köyde, her kasabada, ilçede, şehirde Muhammed ile Mustafa isimlerinin yanında; «Âdem, Nuh, Sâlih, İbrahim, İdris, Yakup, Yûsuf, Üzeyir, Lokman, Musa ve İsa» peygamberlerin adlarının Türk çocuklarına verildiklerini göreceklerdir. Çünkü biz bütün peygamberlere îmân ederiz. Bir peygamberi inkâr edecek olsak, dinden çıkacağımızı biliriz. Peygamberlerden birine yapılacak en ufak hakareti kabul edemediğimiz gibi, Son Peygamber olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yapılacak hakareti de kabul edemeyiz. Biz sevdiklerimizin uğruna ölümü göze alır, canımızı çekinmeden fedâ ederiz.

Ben sevdim eller aldı.

Niye ben ölmüş müyüm?

diye türkü yakan başka bir millet var mı bilmiyorum? Biz yaşadıkça kimmiş «En Sevgili»ye hakarete yeltenen… Sevginin en basit tezahürü sevdiğini savunmak, onu herkeslerden sakınıp, gözü gibi korumak değil midir? Hele bu sevgi, kaynağını îmandan alıyorsa titizlenmek hakkımız değil mi?

ABDÜLHAMİD HAN
NE YAPMIŞTI?

Tarihin her devrinde buna benzer hakaretlere yeltenenler olmuştur. Hazret-i Peygamber’in sağlığında ve vefatından sonra küstahlıkta bulunanlar oldu. Yakın tarihimizden bir örnek verelim isterseniz:

1890 yılında, Fransız Marki de Bonnier; «Muhammed» adlı bir dram yazarak, komedi şeklinde sahnelemek istemiş ve provalar başlamıştı. Hattâ bir aktör Hazret-i Peygamber rolünde sahneye çıkacaktı. Ancak Sultan II. Abdülhamid, zamanın Fransa Cumhurbaşkanı Carnot’a Paris sefirimiz Münir Paşa eliyle bir haber göndermiş ve oyunun sahnelenmesine engel olmuştu. Fransa cumhurbaşkanına da imtiyaz nişanı verilmişti.

1900 yılında yine Paris’te; «Muhammed’in Cenneti» adıyla bir piyes sahneye konulmak istenmiş, diplomatik girişimlerle oyunun değiştirilmesi sağlanmıştı.

İbret alınmadığı içindir ki tarih tekerrür ediyor. Neredeyse mekân ve dekorlar bile aynı.

BUGÜN YAPILMASI GEREKEN

Kur’ân-ı Kerim’deki bir ilâhî buyruğu hatırlayalım önce:

“…Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. …” (el-Mâide, 5/32)

İslâm’ın en temel gayesi, insanı yaşatmak ve onu insân-ı kâmil hâline getirmektir. Peygamberimiz; kendisine hakaret edenlere tebessüm etmiş, kendisini taşlayanlara duâ ile cevap vermiştir. Kan dökülmeden Mekke’nin fethedilmesi ne kadar da anlamlıdır. Bir mizah dergisi Peygamberimiz’e hakaret ederken; İslâm dünyasındaki dergiler, yazar ve çizerler, karikatüristler ne yapıyor acaba? Charlie dergisine kalemleriyle bir cevap vermeyi düşünüyorlar mı?

Charlie dergisinin bulunduğu binaya saldırı düzenlendi ve 12 kişi öldürüldü. Peki bu kimin işine yarar sizce? Avrupa’da bir dalga hâlinde yükselen «İslâmofobi» çevrelerinin ekmeğine yağ sürülmedi mi? Eylemlerine zemin oluşturulmadı mı? Keşke biz müslümanlar, hakkıyla tefekkür edebilmeyi öğrenebilsek…

Kur’ân bize nasıl mücadele edeceğimizi ve hangi dili kullanacağımızı da açıklıyor:

“(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (en-Nahl, 16/125)

“Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” (Tâ Hâ, 20/44)

Cafer-i Tayyâr’ın Habeş Kralı Necâşî’ye kullandığı dili günümüze nasıl taşıyabiliriz? Çağımız insanına İslâm’ın ve Peygamberimiz’in tanıtımı nasıl olmalıdır? Cevaplandırılması gereken soru budur.

Yapılması gereken çok şey var elbette, ama ilk yapmamız gereken itidali ve akl-ı selîmi elden bırakmamak olmalıdır. İnançlarımıza hakarete yeltenenlerin oyunlarını bozmak ve istedikleri kaypak zeminde güreşmemektir bize düşen.

Gökleri direksiz durduran, üstüne dizi dizi yıldızları konduran, kudreti sonsuz olan, basit bir örümcek ağını dünyanın en güçlü zırhına çeviren, Surâkâ’nın atını çöllerde tökezleten Allâh’ım! Sen bir işe; «Ol!» dersin, o iş oluverir. Neyleysen güzel eylersin. Hâlimizi Sana arz eder, sadece Sen’den yardım dileriz…

Hazret-i Peygamber’in Tâif’te taşlandığı zaman yaptığı duâyı tekrar etmenin zamanı belki de;

“Allâh’ım! Onlar bilmiyor, Sen onları affeyle!” diyecek geniş bir yürekle donanmanın vaktidir.

____________________________

* Yeni Şafak gazetesi, 5 Şubat 2006, «Onlar Avrupa’nın Düşünce Suçluları»