İHLÂSLA OLURSA, İKİ CÜMLELİK DUÂ YETER!..
Harem-i Şerif’ten Hâtıralar -3-
Sıcak bir cuma günü idi. Cuma sebebiyle camide yer bulunmaz endişesiyle Harem-i Şerîf’e erken gelmiş; Ramazan’da iftar sofrası açtığımız mekâna, tahiyyetü’l-mescid namazımızı kılarak oturmuştuk. Her birimiz; günlerden cuma olması sebebiyle, Kur’ân-ı Kerim’den Kehf Sûresi’ni okumaya başladık. Vakit erken olmasına rağmen, cami tıklım tıklım dolmuştu ve cemaat gelmeye devam ediyordu. Okumamız bitti, namaz ve zikirle cuma namazını beklemeye devam ettik.
Yerimiz, ikinci katta Altınoluk’un tam karşısında idi. Biz ön taraftan üçüncü safta idik. Bir ara öyle bir sıkıştık ki, adım atacak yer kalmadı. İnsanlar ayakta saf aralarında gezinip, yer arıyorlardı. Saflar tamamlanmış, namaz vakti de yaklaşmıştı.
Ön safta bir kişinin ayakta Kâbe’ye karşı durup; bir sağa, bir sola baktığını gördüm. Yer arıyor, desem yeri vardı.
Yanımda ağabeyim vardı. Ona;
“–Şu ayakta dikilen arkadaşın galiba bir sıkıntısı var. Buraya yanımıza alabilir miyiz?” diye sordum;
“–Olur, bir kişilik yer açarız.” diye cevap verdi.
O kardeşi işaret ederek çağırdım. Geldi, açtığımız yere oturdu. Selâmlaşıp tanıştık. Sordum:
“–Adınız ne?”
“–Ahmed el-Bekrî.”
“–Nerelisiniz?”
“–Malezyalıyım.”
“–Ne iş yapıyorsunuz?”
“–Petrol dolum tesislerinin sahibiyim. Umre yapmaya geldim. Medine ziyaretini tamamladım. Bir haftadır Mekke’deyim. Üç gün sonra da döneceğim…”
Bu sefer kardeşimiz bize sormaya başladı:
“–Sizin adınız ne?”
“–Muhammed İrfan.”
“–Nerelisiniz?”
“–Türkiyeliyim.”
“–Ne iş yapıyorsunuz?”
“–Kur’ân-ı Kerim öğretmeniyim.”
Ağabeyimi göstererek;
“–Bu kim?”
“–Ağabeyim, imamlık yapıyor…” der demez, adam;
“–İmam!.. İmam!.. İmam!..” diye yüksek sesle bağırmaya, hop hop hoplamaya ve ağlamaya başladı. Ortam kalabalıktı, herkes dikkat kesilmiş bize bakıyordu. Neyse bir şekilde sakinleştirdik;
“–Sana ne oldu böyle, hayrola!..” deyince;
“–Bakın, bu hâlimin sebebini size anlatayım…” deyip şunları anlattı:
“Sevgili hocam, ben dediğim gibi Malezyalıyım. Orada hasta olan bir kız kardeşim var. Defalarca doktorlara götürdük, tedavi edemediler. En sonunda karnından ameliyat ettiler. Ama doktorlar ameliyat sonrası;
«Bu hastayı eve götürün. Evde iyi bakın. Bu çaresiz bir hastalıktır. Allah şifâ versin!» dediler. Uzun zamandır evde bakıyoruz ama bir iyileşme yok. Ben umreye gelirken, kardeşimi ziyaret edip helâlleşmek için yanına gittim. Kardeşim bana;
«Ağabey! Mukaddes ve mübârek yerlere gidiyorsun. Beytullâh’a gdiyorsun… Ne olur orada Kâbe’nin karşısında bir imama benim için duâ ettir!» dedi. Ben de Kâbe’nin karşısına geldim ama kimseyi tanımam, bilmem. Burada o imamı nereden bulurum diye sağa-sola bakarken siz çağırdınız, ben de geldim. Sizinle tanışırken, ağabeyinizi;
«Bu da imam!» diye tanıtınca ben şok oldum. Aradığım imamı bulmanın sevinci ile ne yaptığımı bilemedim, özür dilerim; dedi ve elindeki zarfı uzatarak;
«Emânet yerini buldu!» diyerek ağabeyime verdi ve şunları ekledi:
«Kardeşime duâ et. Zarfın üstünde, kendi eliyle yazdığı ismi, içinde de kendi eliyle koyduğu bir miktar para var.»
Ağabeyim duâ etmeyi bana havale etti. Ezan vaktine beş dakika kalmıştı. Uzun uzadıya duâ etmeye zaman da yoktu, lüzum da yoktu. Ay, mübârek Ramazan ayı; gün, mübârek Cuma günü; saat, mübârek Cuma saati; mekân, mübârek Harem-i Şerif’ti ve karşımızda Beytullah bütün haşmetiyle duruyordu. Ellerimi duâya kaldırdım. Şu iki cümlelik duâyı Rabbim’e arz ettim:
“Yâ Rabbî! Bu kardeşimizin hastasına şifâ verirsen, mülkünden bir şey eksilir mi?
Yâ Rabbî! Bu kardeşimizin hastasına şifâ verirsen; «Neden şifâ verdin?» diye soracak var mı? Şifâ ver yâ Rabbî, el-Fâtiha!” diyerek iki cümlelik duâyı bitirdim. Etrafımızdakiler de gözleri yaşlı âmin dediler.
Ezan okundu, namazlarımızı kıldık. Namazdan sonra, kendisiyle mânevî derslerden sohbetler yaptık. Üç günlük beraberliğimizde hoş anlar yaşadık. Neticede mânevî dersini (evrad ve ezkârını) kendisine tâlim edip ömür boyu devam etmesini tavsiye ederek, kardeşimizi gözyaşları içinde Malezya’ya uğurladık. Allah selâmet versin.
Bizler Mekke-i Mükerreme’de on gün daha kalıp, Medîne-i Münevvere’ye geçtik. Ahmed el-Bekrî kardeşimizden ayrılalı tam on yedi gün olmuştu. Kendisini arayıp; «Hastalarının nasıl olduğunu…» sordum. Daha sözümü bitirmeden;
“Elhamdülillâh! Hastamız tamamen iyileşti, hastalıktan eser kalmadı. Beni gözyaşlarıyla, kendisinden ümit kesmiş, ağlayarak uğurlayan kardeşim; gelince gülerek beni karşıladı. Allah sizlerden râzı olsun!” dedi ve kardeşinin selâmını bize tebliğ etti.
“هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي
Bu Rabbimin fazlındandır.” (en-Neml, 40)
Rabbimiz tüm ümmetin maddî ve mânevî dert ve hastalıklarına şifâlar ihsan eylesin.
Mü’mine selâm vermek,
Vazifedir insana.
Selâmımız ulaşsın,
Malezyalı ihvana.
(Gülzâr-ı İrfan)