YÜREK YANGINI

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

f_garcan-SAYI120
Güneşli bir pazar sabahı idi. Olcay Bey, eşiyle birlikte mükellef bir kahvaltı sofrası hazırladılar. Çeşit çeşit peynirler, gözlemeler, börekler…

Olcay Bey, usulca oğlunun yanına gitti. Mışıl mışıl uyuyordu. Bir müddet hayran hayran seyretti;

“Ne kadar güzelsin…” dedi mırıldanarak.

Açıkta kalan ayakları;

«Gel beni gıdıkla!» diyordu âdeta. Affetmedi tabiî ki…

–Baba! Dur baba! Yapma baba!

–Kalkıyor musun? Kalkmıyor musun?

–Kalktım! Kalktım! Dur ne olur!

–Hadi bakayım! Çabuk!

–Baba, ablamın da ayaklarını gıdıklayalım.

–Tamam gel. Şişşşt…

–Önce ben!

–Tamam!

Ev halkı tam kadro sofradaydı. Olcay Beyin keyfine diyecek yoktu. Bir baba için mutlu bir aileden daha değerli ne olabilirdi ki?

Çocuklarına vakit ayırmak, onlarla oyun oynayıp küçücük dünyalarının her karesinde olmak en büyük hayali idi. Kendisi, ailesinden görememişti; ama o çocuklarına çok farklı davranacaktı. Öyle de oldu.

Çocukları ile beraber yazları gezilere, kamplara, tatillere; kış aylarında ise sinemaya, tiyatro ve karmakarış etkinliklere…

Yıllar geçti…

Çocuklarını her türlü popüler kültürden haberdar yetiştiren Olcay Bey, bir baba olarak vazifesini yerine getirmiş olmanın gururu içerisinde birkaç ay ara ile oğlunu da kızını da evlendirmişti. Evlilikleri çocuklarının kendi tercihi olmuştu ve kendisi onların bu tercihlerine sonuna kadar saygı ile yaklaşmıştı. Süreçte her kararı onlara bırakmış, ne alınacaksa hepsini eksiksiz almıştı. Artık tek hayali emekli olup tonton bir dede olarak torunlarına vakit ayırmaktı.

Aradan henüz yedi-sekiz ay geçmişti. Bir akşam vakti, elinde bir valiz kızı çıkageldi. Gözyaşları içinde kapıyı açan babasının boynuna sarıldı:

–Dayanamıyorum artık babacığım. Artık yaptıkları haddi aştı. Ben de kendimi ezdirmedim, çıktım geldim.

–Eee, ııı… Tabiî kızım iyi yapmışsın. Geç içeri. Ağlama artık…

Olcay Bey, ne yapacağını bilemedi. Tek bildiği biraz sakin olmalıydı:

–Kızım, buyur otur. İstersen biraz sakinleş. Daha sonra konuşalım istersen.

–Babacığım…

Kızı gözyaşları içerisinde göğsünde ağlıyordu. Kızı için bir şey yapamamış olmak onu kahrediyordu.

Kızı biraz sakinleştikten sonra başından geçenleri anlattı.

Olcay Bey şaşkındı. Anlatılanlar, bir incirin çekirdeğini dahî doldurmayacak cinstendi. Ne desin… Sabretti:

–Kızım, başka bir şey var mı anlatacağın?

–Daha ne olsun baba? Daha ne olsun?

Olcay Bey, söyleyeceklerini yuttu:

–Eh! Hayırlısı kızım. Zaman her şeyin ilâcıdır. Sen odana geç, istirahat ediver. Bakarız bir hâl çaresine…

Kızı odasına geçtikten sonra eşi ile birlikte salona geçtiler. Saatlerce tek kelime edilmedi. Sabah olmuştu. Patronunu arayıp durumu izah etti ve izin istedi.

Kızının moralini düzeltmek için güzel bir kahvaltı sofrası hazırladılar. Sofranın başında dakikalarca beklediler. Kızlarının sofraya oturuşu ile kahvaltıya başlaması bir olmuştu. Hiç hâl-hatır etmemişti:

–Hımmm… Süper olmuş anne, ellerine sağlık.

–Afiyet şeker olsun kızım. Ben sana bunu yapmayı öğretmiştim. Hiç yapmadın mı eşine?

–Ne yapacağım be! Hem zaten çok erken çıkıyordu. Bir de o saatte kalkıp da ona kahvaltı mı hazırlayacaktım?

Olcay Bey ve eşi göz göze geldiler. Hanımı, o an için daha cesurdu:

–Kızım babanız yıllarca sabah ezanları ile gitti işine. Ben her gün kalkıp ona kahvaltı hazırladım, hiç mi denk gelmedin?

–Bilmem! Biz uyandığımızda babam hiç evde olmazdı ki. Bir tek pazar günleri evde olurdu. O zaman da hep o sana yardım ederdi. Bizimki bana hiç yardım etmedi ki.

–Kızım yanlış anlama ama; haftanın altı günü ben ona kahvaltı hazırlar, ceketini sırtına giydirir, sokaktan ayrılıncaya kadar camdan takip ederdim. O da her fırsatta bana yardım ederdi. Sen bir gün olsun eşine kahvaltı hazırladın mı?

–Ne yani? Ben mi suçlu oldum şimdi?

–Yok kızım! Ben sana öyle demek istemedim.

–Yemiyorum işte! Şurada iki lokma bir şey yiyecektim. Onu da…

Olcay Bey, belki de ilk defa çok kararlı bir ses tonu ile;

“–Kızım otur sofraya ve yemeğini bitir. Annen sana kötü bir şey söylemedi.” dedi.

Kızı çok şaşırmıştı. Çünkü babasından hiç görmediği bir davranıştı bu. Babasına döndü:

–Bana destek olacağın yerde kızıyorsun öyle mi baba?

–Asla öyle değil! İçinde bulunduğun durumdan dolayı, henüz bir şey söylemedim; ama acın, sana annene saygısızlık etme hakkını vermez!

–Umurunuzda bile değilim, biliyorum. Yemiyorum işte!

Kızları odasına çekildi ve kapıyı kilitledi.

Eşi;

“–Biz ne dedik ki şimdi?” dedi.

–Dur bakalım! Bırakalım kendi hâline. Ne yaptığının farkında değil!

Bir kapı zili hiç acı acı çalar mı? Çalmıştı işte. Gecenin yarısı idi. Olcay Bey, apar topar kapıya geldi:

–Kim o?

–Benim baba!

–Oğlum! Hoş geldin.

–Maalesef baba, pek hoş gelemedim.

–Gel bakalım. Buyur, içeri geç hele.

Olcay Bey: kalbi bir kötü haberi daha kaldırabilir miydi, bilemedi.

–Buyur evlâdım. Hele bir soluklan.

Zilin sesini duyan, eşi ve kızı da kalkmıştı. Salonda toplandılar. Kimseden çıt çıkmıyordu. Bir süre öylece beklediler. Evin hanımı sessizliği bozmak için ilk girişimde bulunandı:

–Ben bir kahve yapayım.

–Yap, yap hanım, iyi olur.

Olcay Bey, çok tedirgindi:

–Oğlum, ne olduğunu anlatmak ister misin?

–Açıkçası hiç konuşmak istemiyorum; ama vakitlice bilmenizde fayda olur. İşten gelirken eşime bir sürpriz yapmak istedim. Kendisine bir hediye aldım. Eve girerken de usulca girdim. Telefonla konuşuyordu ve beni fark etmedi. Bir müddet dinledim. Mevzunun üzerine gidince de bir başkasıyla görüştüğünü öğrendim. O da kıvırmadı, benim kendisi ile yeterince ilgilenmediğimden dem vurarak başladı anlatmaya… Neymiş efendim:

«Ben hep arkadaşımla takılıyormuşum da falan filân…» Aslında çok şey yapacaktım; ama sonuç değişmeyecekti. Hazırlanmasını söyledim ve babasının evine bıraktım. Yalnız kalsam kafayı yerdim. Ben de kendimi sizin yanınıza attım. Galiba en iyisi bu…

Olcay Bey ve eşinin gözleri kan çanağına dönmüştü. Birbirlerine acı acı baktılar. Olcay Bey;

–Elbette en iyisini yapmışsın oğlum. Peki, ailesine bir şey söyledin mi?

–Hayır.

–Benim konuşmamı ister misin?

–Sen daha iyi bilirsin baba. Bence de senin araman iyi olur. Ben şimdi sinirlenir kötü şeyler söylerim!..

–Tamam oğlum.

Olcay Bey, artık sükûnetinin sınırlarını zorluyordu. Son bir hamle ile dünürünü aradı ve olanları anlattı. Karşı taraf da durumun aslında biraz farklı olduğunu, kızlarının kendince bir ders vermek istediğini ve özel görüşmek istediklerini söylediler.

Oğlunu ve kızını odalarına aldı. Çocukluklarındaki gibi birer öpücük kondurdu yanaklarına. İlk defa bir bûse bu kadar ağır gelmişti yüreğine.

Eşiyle birlikte yine sabahın ilk ışıklarını beklediler. Ezan okunmaya başlayınca hanımına;

“–Ben namaza gideceğim. Sen de güzel bir kahvaltı hazırla, mümkün olduğunca metin olmamız lâzım. Tek dayanağımız, yüce Allah! Elbet sabrını da verir.” dedi.

Kaçarcasına çıktı evden. Abdest dahî alamamıştı. Caminin şadırvanına vardı ve sakin sakin bir abdest aldı. Abdest suyunun değdiği her âzâsı, sükûn buluyor ve vücudu rahatlıyordu. Sanki imdâdına yetişmişti. Çoraplarını giyerken çocukluk arkadaşı rast geldi:

­–Hayırdır Olcay? Seni bu vakitte burada pek görmezdik, ya işte ya evde olurdun. Emekli mi oldun yoksa?

–Henüz olmadım. İzinliyim.

­–İznin olacak, sen evde duracaksın!

–Bu sefer öyle değil!

Arkadaşı Mücahit Bey, bir terslik olduğunu fark etti:

–Bana bak! Sen iyi misin?

–Sorma Mücahit! Şu iki gün, ömrümden ömür yedi.

Olcay Bey, âdeta;

«Biri sorsa da içimi döksem» dercesine bir pozisyonda idi. Kadîm bir dostunun denk gelmesi çok iyi oldu.

–Anlatsana o zaman be mübârek! Bana anlatmayacaksın da kime anlatacaksın?

Olcay Bey, olanları anlattı. Onları nasıl yetiştirdiğini çok iyi bilen, Mücahit Bey:

–Sen hakikaten çok içten yetiştirdin onları; ama senin de hayatında olmayan çok büyük bir eksiklik onların hayatında misliyle boşluk buldu. Dost acı söyler kardeşim, istersen kusura bak! Sen hiç çocuklarınla iki rekât namaz kıldın mı?

–Hayır…

–Çocukların seni hiç iki satır Kur’ân-ı Kerim okurken gördü mü?

–Hayır.

–Hani sen sosyal bir babaydın?!. Zamanında az dil dökmedim sana. Yanlış anlama, içimin yağını eritmiyorum. Benim de içim yandı. Evlâtlarını evlâdımdan ayrı tutmam. Ama sosyal faaliyet diye ailecek dizi-film izliyordunuz. Çocukların ne yapsın? Ne gördülerse orada gördüler. Gönül damarları o pislik dünyanın ayarları ile beslendi ve hep sen; «Çocuklarım için daha iyisini yapamadım!» diye yedin bitirdin kendini. Onlara kanaat etmeyi öğretmek, hiç aklına gelmedi. Şimdi onlar ne yapsın? Ne gördülerse onu yaptılar. Sen ve eşin, onlar için hakikaten çok fedâkârdınız, her şeyi siz yaptınız. Onlara hiçbir yapılacak iş bırakmadınız. Onlar da her işin birileri tarafından yapılmasına alıştı. Hiçbir sorumluluk vermedin çocuklarına! Niye? Kıyamadın! Ama şimdi kim kıydı?

–Haklısın ağabey! Hep derdin de anlamazdım. Şimdi geliyor o zamanlar gözümün önüne… Ne bileyim insan kaptırıyor kendini. Efsunlu geliyordu… Çocuklarım beni seviyor diye…

–Yahu oğluna bir fatura ödetmedin. İki çöp döktürmedin. Kızın iki gömlek dahî ütülemedi, ev işi nedir bilmedi. Gariplerimin ayakları hiç yere değmedi ki, hep senin omuzlarında yaşadılar. İşte şimdi bir şeyler yapman gerekiyor.

–Ağabey yardım et! İçim kan ağlıyor. Çocuklarım evde ve benim eve zerre gidesim yok!

–Gel önce namazımızı kılalım. Farza duracaklar neredeyse, vakit geldi.

Namazdan sonra caminin bahçesine bir banka oturdular. Mücahit Bey, sazı eline aldı:

–Şimdi azizim! Öncelikle müsterih ol. Her şeyin bir çıkar yolu vardır. Detaylı bir anlat bakalım…

Olcay Bey bildiği her şeyi tüm tafsilâtıyla ile anlattı.

–Bak kardeşim! Şimdi çocuklarını karşına al. Bugüne kadar yapamadığını yap ve ayaklarını yere bastır. Elhamdülillâh, ülkemiz dînimizi yaşamaya çok müsait. Dînimiz, hayatın her bir karesine çözümler üretmiş. Biz lâyıkıyla sarılırsak bu ayarlara, Allâh’ın izniyle iki dünyada da huzur hiç uzak değil. Gerekirse dünürlerin ile görüşmeye beraber gideriz. Bir de onları dinleyelim bakalım. Belki de tablo sandığın kadar kötü değildir. Çocuklar ister istemez eksik fazla söylemiş olabilirler. Şimdi, hiç durmadığın kadar sağlam durman lâzım. Çünkü çocuklarının sana asıl ihtiyacı olduğu an, şu an…

–Olur mu dersin?

–Neden olmasın? Hele gidip dünürlerinle bir görüşelim. Niyet hâlis olunca Allah yardım eder. Senin çocukların, güzel çocuklar. Bak göreceksin, sandığından kolay atlatacaksın bu süreci. Haydi, Allah yardımcımız olsun.

–İnşâallah ağabey. Allah râzı olsun. Şu kadarcık da olsun ferahlattın ya…

–Bu, namazın bereketi… Sen ve çocukların bu ipe bir sarılın, tadına vardıktan sonra bırakamayacaksınız zaten. Haydi selâmetle…

–Allah senden râzı olsun ağabey. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım.

–Daha bir şey yapmadık. İşler tatlıya bağlansın, görüşürüz…