GÖNLÜNÜ DÂHİL ET!
YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Kimi sancılı, kimi tuhaf, kimi karmaşık yığınla hâdise bir araya toplandı, hep birlikte akla sordu:
‒Artık, doğru düzgün ve teraziyi bozmadan yaşayış zamanı gelmedi mi?
‒Aslında geldi de…
‒Öyleyse ne bekliyorsun?
‒Beklemiyorum da, çok fazla mes’ûliyetler var.
‒İyi ya hepsini teker teker gerçekleştirmeye bak!
‒Yapamazsam diye çekiniyorum.
‒Nereye kadar bu çekinme?
‒Henüz çok gencim.
‒Doğru, henüz çok gençsin, ama şu kabirdekiler bak, hepsi de önceden birer bebekti.
‒Haklısınız ama…
‒Aması ne?
Akıl, kararsız vaziyetteydi:
‒Ne diyeyim; o kadar uğraştım toparlamaya, yine olmuyor, olmuyor işte!
Hâdiselerin en acı olanı, buruk bir şekilde güldü:
‒Geçende başın dara girdiğinde böyle demiyordun. Nasıl yalvarıyordun seni yaradana! İçine düştüğün tehlikeyi atlattıktan sonra şimdi yaşadıklarını hayal mi zannetmeye başladın?
‒Öyle değil de…
‒Ya ne?
‒Niyet ediyorum ciddî bir şekilde. Azim içinde ebedî hesabı da şimdiden tartacak bir terazi ayarı ile yaşamaya karar veriyorum. Fakat birkaç gün geçtikten sonra araya bir sürü mesele giriyor, yine eskisi gibi oluyorum.
Karışık bir hâdise söz aldı:
‒Ey akıl, ben ki karmakarışık bir hâdiseyim, benden ibret alsana! Benim durumuma düştüğün zaman senin için artık huzur ve kurtuluş imkânı kalmaz! Zaman eldeyken niyetini sağlam bina et.
Bir başka hâdise de, tecrübelerle dolu dağarcığını gösterdi ve şöyle dedi:
‒Ey akıl, sağlam bir söz ver! Sözüne de canın gibi sahip çık!
‒Hayır, söz veremem.
‒Niye?
‒Söz verirsem, tutmam lâzım. Tutamıyorum, sonra keyfim kaçıyor, huzursuz oluyorum.
‒Bu yüzden mi söz vermiyorsun?
‒Evet. En azından bir de sözün mes’ûliyeti altında yıpranmak istemiyorum.
‒Sen bilirsin ama kuvvetli bir söze sarılmadan özünü inşa etmek çok zor.
‒Biliyorum, lâkin şimdi söz veremem, belki ileride.
Bir başka hâdise, hatırlattı:
‒İleriye vaktin erişecek mi? Ben Hazret-i Âdem’den bu yana bu şekilde hareket edip de iflâh olan bir akıl görmedim.
Köşeye sıkışan akıl feryâdı bastı:
‒Üstüme varmayın daha fazla! Olmuyor işte. Niyetim var dedim, bir gün dediğinizden daha güzel olacağım. Fakat söz veremem. Onu istemeyin benden. Biraz kafama göre gitmek istiyorum. Belki sonra…
Hâdiseler ile aklın çekişmeleri bu minval devam edecek gibiydi.
Birden;
«Pırr!» diye bir ses duyuldu. Epeydir sükût içinde hâdiseleri ve aklı ince ince değerlendirerek dinleyen eğitim bülbülüydü bu. Hepsinin dikkatini çekecek bir yere kondu. Önce bağrının derinliklerinden dolu dolu bir;
“‒Huu!” çekti.
Sonra başladı o ince mânâları bestelemeye:
“‒Ey akıl!
Allah, varlıkların içinde düşünce melekesini en fazla sana vermiş. Tefekkür kabiliyetinin zirvesi sende. İlmin toprağı da sende. İrfan ve basîretin en güzel bahçeleri de senin içinde.
Bunlar boşuna mı?
Bak;
Hâdiseler, sana neler neler söylüyor. Hele bir de ölüm hâdisesi var ki, onu çok iyi dinlemen ve anlaman gerek. O zaman idrakin tam açılır. O zaman hakikatleri daha net kavramaya başlarsın. O zaman, nefs ile yoldaşlık yapmayı bırakırsın da niyetinde, kararında ve sözlerinde yalpalamazsın. Yoldaşın daima ilâhî sır ve hikmetler olur.
Ey akıl!
En başta şunu idrak et:
Yüce Allah; biz kullarının bütün davranışlarını, ancak içten ve kalbî bir samimiyet içinde yapmasını murâd ediyor.
Çünkü ancak samimî ve kalbî olan kıymetlidir.
Bunun gerçekleşmesi için Hazret-i Mevlâ hiçbir varlığa vermediği bir lütufta bulunuyor:
İrade.
İnsan; irade sayesinde bütün kulluk tezâhürlerini diğer varlıkların yaptığı gibi otomatik bir robot misali değil, tamamıyla kendi arzu ve iştiyakı ile gönlünü katarak yapmış olma bahtiyarlık ve lutfuna mazhar kılınmıştır.
Fakat ne yazık ki gafil insan; kulluk tezâhürlerine gönlünü katması için verilen bu imkânı, ilâhî tâlimatları yapmama, hattâ inkâr etme hakkı olarak algılayıp hüsrandan hüsrana sürüklenmekte.
Oysa irade;
Yapayım mı, yapmayayım mı noktası oluşturmaya yönelik değil, sadece gönlü dâhil etmeye yöneliktir. İnsanın diğer varlıklardan farkı, bu olacaktır. Fakat gaflete düşen insan, bu gerçeği göremiyor ve iradesini isyan hakkı olarak kullanma ahmaklığına kapılıyor.
Çok kimseler; hayırlı bir işi, devamını getirememek endişesi ile yapmaktan kaçıyor. Kulluk vazifeleri meselâ. Ya yapamazsam, diyerek iyisi mi hiç başlamayayım daha doğru, diye düşünüyor. Oysaki, böyle bir hak yok. İlâhî emirler ortada. Namaz farz. Oruç farz. İstiğfar farz. Salâvat farz. Kelime-i tevhid farz. Zikir farz. Kur’ân farz. İstikamet üzere yaşamak farz. Özellikle bu farzlar karşısında bizim tercih hakkımız diye bir parantez de yok. Doğrudan doğruya, yapmamız emrediliyor. İnisiyatifimize bırakılmıyor. Yani bunları yapmaya akıl söz vermediğinde; hiç kimse, muaf olmuyor. Yani bu hususlarda sanki bizim keyfimize kalmış gibi davranmak, hüsrana sürüklüyor. İki dünyada da kendi hüsranımızı kendimiz hazırlamış oluyoruz.
Ey akıl!
İşte bu sırrı tam idrak et. Ona göre adım at. Problemlerinin çözüm sırrı bu. Zavallı gafil insan, bu sırrı çözemediği için hayatı yanlış yaşıyor. Kâfir oluyor, münafık oluyor, müşrik oluyor. Nasılsa Allâh’a karşı da karar hakkı var ya. Olmayan karar hakkı. Tabiî âkıbet, felâket ortasında nafile eyvahlar.
Pek çok hayatın özeti kısaca bu!
Bu özeti ölmeden önce okuyabilene ne mutlu! Çünkü o, her türlü telâfi imkânına sahip bir an içinde faydalı bir okuyuş gerçekleştirmiş demektir.
Fakat;
Bu özeti öldükten sonra okuyana ne kadar yazık! Ne kadar eyvah! Çünkü o, hiçbir telâfi imkânı bulunmayan bir demde tamamen faydasız bir okuyuş gerçekleştirmiştir. Bu okuyuş, kahrolmanın artması içindir sadece. Yani zaten ceza çok ağır. Bir de bununla daha beter hâle dönüşecek. İnsan; orada gafletinin gereksizliğini anladığı an, öyle kahrolacak, öyle kahrolacak ki, ceza olarak sırf bu bile ayrı bir cehennem hükmünde yakıp kavuracak. Amma ne çare!
Ey akıl! Unutma;
Senin yaratılış sebebin, kulluk vazifeleri yolunda iradeye ve idrake gönlü dâhil edebilmek yönünde hizmet içindir.
Gönlü dâhil etmek.
Her şeyde bu geçerli, bu lüzumlu, bu farz. Kulun yaptığı her şeyde. Gerek şahsî, gerek içtimâî, gerek ailevî. Eğer işin içine gönül dâhilse, her türlü problem çözülür. Fakat gönül hariçte kalırsa; o zaman bütün çözümsüzlükler âdeta bir araya toplanıp akla hücum eder, çıldırtır, muvâzene diye bir şey bırakmaz.
Ey akıl!
Yemek yaparken bile gönlünü dâhil edenlerin oluşturduğu lezzet daha başka. Bir dosta ikram ederken gönül dâhil olursa, bir kahvenin kırk yıl hatırı var. Gönül dâhil olmazsa, yığınla ikram bile tamamen hiç, sadece hiç!
Allah dostları niye kazanıyor?
Çünkü gönüllerini dâhil ediyorlar, en günahkâr insana davranırken bile. Bu güzel hâlleri karşı tarafta uyanışa vesile oluyor. Hiçbir şey anlatmadan da çok şey anlatmış oluyorlar.
Bu bakımdan;
Daima dostlara da düşmanlara da gönlü dâhil ettiğimiz davranış güzellikleri sergileyebilmek, muazzam neticelerin anahtarı.
Velhâsıl;
Gönül dâhil olunca…
Bütün ibâdetler makbul. Duâlar makbul. Tevbeler makbul. Dağ gibi kusurlu da olsalar yine makbul. Çünkü gönül, samimiyet ve ihlâs demektir ki, Cenâb-ı Hakk’ın istediği de budur. Yani Allah Teâlâ; bizden kusursuzluk istemiyor, sağlam bir gönül istiyor.
Eğer gönül dâhil olmazsa; ibâdetler, duâlar ve tevbeler ne kadar kusursuz görünse de makbuliyetten nasipsiz olacağı için baştan aşağı kusurdan ibarettir. Çünkü Allâh’ın onlara hiçbir ihtiyacı yoktur.
Gönül dâhil olunca…
Her şey yerli yerinde gerçekleşir. Denge meydana gelir. Çünkü bazı şeyler vardır ki; sıkıcıdır, bunaltıcıdır, onlarla ilgili vazifeleri yapmak normal şartlarda mümkün değildir. Ancak işin içine gönül girince dağlar aşılmaya başlar.
Gönül dâhil olunca…
Ferhat, Bî-sütun Dağı’nı kazma kürekle deldi. Olmayacak iş, oldu. Yapılamayacak şey, yapıldı. İşte gönüllülük tabiri bundan.
Ey akıl!
Sen ezelde söz verdin. O iş bitti. Artık vazifen, o sözü ihyâ etmek. Gönlü dâhil ederek Hakk’a râm olmayı bilmek. Senin bütün huzurun sadece buna bağlı.
Bütün hâdiselere sor, söyleyecekler ki;
Nice zeki akıllar helâk oldu. Sadece gönlünü dâhil ederek ezelî sözü ve ebedî özü yaşamaya kurban olan akıllar; mükemmel ve muhteşem neticelere ulaştı, kurtuluşa erdi.
Ne mutlu onlara!”
O hâlde:
Gel dâhil eyle gönlünü, koş Hakk’a ey akıl,
Tâ çelmesin cehenneme dünyâda bir çakıl!.. (Seyrî)