Mâneviyatın Desteğindeki; SİYASÎ ve İLMÎ DİRENİŞ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

m_kucukasci-SAYI-118

Tasavvuf, İslâm’ı sahâbî gibi yaşamak.

Tarîkat de Peygamberimiz’e uzanan bir hoca-talebe silsilesi içerisinde gelişen, tasavvufun gayelerini tahakkuk ettirme usullerinin sistemleşmiş hâli…

Son asırlarda; maddî gerileme, savaşlar, işgaller ve yerli din muârızlarının gayretleri gibi sebeplerle, bütün İslâm dünyasında dînî sahada bir cehâlet yaşandı.

Akabinde kara kıştan sonra gelen bahar kıpırdanışları gibi, her köşede bir canlılık görüldü. Bu canlılık içerisinde yetişen bazı otlar, bin yıllık çınarları beğenmez oldular. Toplumda; mürşid, tarîkat, râbıta gibi kavramlara karşı ciddî reaksiyon gösteren bir kesim oluştu.

Tasavvufî kavramlara alerji meydana getiren; aslında bu sahaya yönelik oluşan, oluşturulan bir algılar bütünü olmalı. Bunda kıştan önce, tarîkat çevrelerinde yaşanmış gerçek olumsuzluklar da rol oynamış olabilir.

Meselâ; mücadeleci, aksiyoner müslümanlar, tasavvufu miskinlik, tarîkatleri de miskinler yurdu zannedebiliyor. Tesbihi alıp kendi mânevî gelişimine kapanmak, dünyadan, dâvâdan bîgâne kalmak zannedebiliyorlar.

Buna benzer şekilde, toprak sistemi ve aşîret idaresiyle karışmış şıhlık gibi örnekler, tarîkatlerden soğutabiliyor.

Yine, son asırlarda insanlığın yaşadığı tekâmüle nisbetle, bilim, ilmîlik, kaynakların sıhhati, şer‘îlik gibi kaygılar yaşayan kişiler de; tasavvuf ve tarîkatleri temelsiz, yahut tamamen pamuk ipliğinden rivâyetler, rüyalar, hayaller üzerine kurulu, devri geçmiş yapılar zannedebiliyor.

Bu anlayışları kırma yolunda iki maddeyi ele alalım.

1. CİHAD ve İSTİKLÂL MÜCADELELERİ

Hazret-i Ali’yi temel alan tarîkatlerin temel özelliklerinden biri, fütüvvet idi. Yani yiğitlik ve cihad… Tasavvufî ilk kavramlardan ribât, yeni beldelerin fethi ve fethedilen toprakların insanlarına İslâm’ı anlatmak için hudut boylarında yerleşmeyi ifade ediyordu. Tasavvufun doğuşunda yer alan, şehirlerdeki dünyevîleşmeden kaçış için de cihad ve seyahat güzel bir seçenek idi.

Edebâlî silsilesinin Osmanlı’nın kuruluş felsefesi olan gazâ rûhuna katkıları malûm. Akşemseddîn’in rûhânî metâneti olmasa belki II. Mehmed, statükocu paşalarının tesirinde kalacak ve Fatih olamayacaktı.

Haçova zaferiyle neticelenecek sefere, Sivas’tan Şemseddin Sivâsî Hazretleri’nin III. Mehmed tarafından davet edilmesi ve bu Hak dostunun icâbeti, tarîkat erbabının cihad iştiyâkına bir başka misaldir.

Son asırlarda ise, cihâdın şekli; istiklâl mücadeleleri ve işgallere mukavemet şeklinde karşımıza çıkar.

İki coğrafyadan iki misal:

Ruslar sıcak denizlere Kafkaslar ve Doğu Anadolu üzerinden inme hesaplarına giriştiklerinde, karşılarında Kafkasya’da doğan bir direniş bulurlar. Bu hareketin adını da şöyle koyarlar:

MÜRİDİZM

Çünkü 18. asırda doğup 1920’lere kadar devam eden, İmam Şâmiller yetiştiren, muhtemelen asrımızdaki Çeçen direnişini de hazırlayan bu hareketin temelinde, Hâlidî-Nakşibendî kolundan zâtlar vardır.

“Müridizm hareketi birçok dilin konuşulduğu, etnik kökeni farklı halk ve kavimlerin yaşadığı Kuzey Kafkasya’yı bağımsızlık ideali etrafında birleştirmeyi hedefliyordu. Bir yandan Ruslara karşı çeşitli hareketler yürütülürken, öte yandan Rus istîlâsı kadar tehlike arz eden kabîlecilik ve ayırımcılığa karşı mücadele verilmiştir. Aynı coğrafyada yaşayan bu insanların aynı tarîkatta birleşerek ve aynı imama bağlanarak birbirini kardeş gibi görmeleri, kavmiyetçilikten ve bölgecilikten kaynaklanan ayırımcılığı ve bu temelde oluşan kötü âdetleri etkisiz hâle getirmiştir.” (Süleyman ULUDAĞ, Müridizm, TDVİA, c. 32, s. 50-52)

İkinci coğrafya Orta ve Kuzey Afrika’dır. Burada da ehl-i salîbin uzantıları olan Fransa, İtalya gibi sömürgeci devletlere karşı Senûsî tarîkatı mücadele etmiştir. Şâzelî yoluna bağlanan bu hareket, aynı zamanda zamanın ihtiyaçlarına göre, eğitim, teşkilâtlanma ve istiklâl mücadelelerini deruhte eden siyasî bir açılım da kazanmıştı. İtalya’ya kök söktüren ve Libya’nın istiklâlinin tohumunu atan meşhur Ömer Muhtar bu hareketten doğmuştu.

Kafkaslarda Rusya’yı, Kuzey ve Orta Afrika’da Avrupa’yı durdurmuş, en azından yavaşlatmış iki hareket de tasavvuftan nasipli.

Aslında tarîkatlerin toplumdaki asıl dönüştürücülüğü, daha ziyade eğitim yoluyla tabandandır. Ülkemizde de dîni unutturmaya yönelik gayretleri durduranlar, geriletenler, kapanan medreselerin yerine Kur’ân kursu ve imam-hatipleri açanlar, dînî neşriyatı canlandıranlar, işgale uğramış vakıfları diriltenler öncelikle tasavvuf heyecanıyla atan kalpler olmuştu.

2. BİLİM DÜNYA GÖRÜŞÜ

Batı karşısında yaşadığımız, gerileme, geri kalma psikolojisinin altında; ilim ve teknik sahada batının elde ettiği avantajların bulunduğu bir gerçektir.

Bugün;

“Fakat biz de bir zamanlar sıfırı bulmuştuk…” gibi başlayan savunma tarzımız, bir hakikati dile getirmekle beraber, hâl-i hâzırdaki vaziyetimize bir açıklama getirmez.

Açıkçası müslümanlar; bilim nâmına eski Yunan, eski Mısır ve havalisinden tevârüs ettiği felsefeyle karışık ilmi; günümüzün pozitif ilimlerinin yeşermesine zemin oluşturacak derecede temizlemiş, işlemiş, geliştirmiş fakat o meyve bize nasip olmamıştı.

Bu hengâmda, tasavvufun âlem tasavvuru, vahdet-i vücud mefhumları, İslâm âlimlerinin zihinlerinde başka bir açılıma vesile oldu. Maddeciliğin (yani madde dışında bir varlığı inkâr anlayışının) yaygınlaştığı devirlerde;

“Ey maddeci! Sen maddeye istinâd ederek; «Ruh, tanrı vb. metafizik yoktur.» diyorsun fakat, asıl senin madde dediğin yoktur, Allah vardır!” anlamına gelen vahdet anlayışı, felsefî bir imdat olmuştur. Bu toprakların içi boşaltılmış çocukları, Avrupalı materyalist, pozitivist kalemlerin kitaplarını Türkçeye tercüme edip, dil bilmeyenleri de ifsad ederken, İsmail Fennî ERTUĞRUL, Filibeli Ahmed Hilmi, Ömer Ferid KÂM gibi son devrin tasavvuftan hisseli mütefekkirleri; batı fikir akımlarına karşı, tasavvufla mücadele etmişlerdir.

Bugün, Aristo fiziğinin izah edemediği kâinat sırları, kuantum fiziği ile çözümlenirken; tanrı parçacığı, probabilizm tartışmalarına, vahdet anlayışına âşinâ zihinler çok daha kolay adapte olmaktadır.

Aristo mantığı determinist idi. Yani insan; sırları çözdükçe, âlemi çözeceğim sandı. Her şeyi iki kere iki dört netliğinde tayin edeceğim diye düşündü. Fakat gördü ki, ince detaylarda ihtimallilik var. Bu ihtimallilik, kâinâtı Allâh’ın tecellîlerinin aksettiği bir gölge varlık olarak telâkki eden düşünceye çok uygundur. Allah yaratmış, bırakmış değildir (deizm); her an yaratmaktadır. (er-Rahmân, 29) Sabit fizik kurallarını kaldırıp mûcize de yaratır. Mekânı, zamanı tayyeder. Kader defteri O’nun yanındadır, yazmış olduğunu ister siler, ister bırakır. (er-Ra’d, 39)

Fakat kuantum fiziğine îmânî bir bakış getirilmediği takdirde ise, bu fiziğin temelindeki ihtimallilik, ateist düşüncenin kaos mantığına hizmet etmektedir. Tesadüfler, paralel evrenler, sıçramalar, mutantlar, evrimler, bugün bilim kurgu diliyle gençliğin âşinâ olduğu kavramlardır. Fakat;

“Bu (kâinattaki her şey), Azîz ve Âlim olan Allâh’ın takdîridir!” (bkz. Yâsîn, 38; Fussilet, 12) hükmüne olan îmânı -cevapsız zihinlerde- zayıflatmaktadır.

Acaba, hakikat-i Muhammediyye, vahdet-kesret, kerâmet gibi tasavvufî kavramlar karşısında tüyleri ürperenler, teorik fizikten bilim kurguya uzanan âlem tasavvurumuzdaki bu ciddî boşluğu nasıl doldurabilecekler?

Tasavvuf ve tesir ettiği insanlar; batı tahakkümüne karşı siyasî ve ilmî direnişimize, zannedildiğinden çok daha fazla katkıda bulunmuşlardır.