HAK DOSTLARI
YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Peygamberimiz’in Gerçek Vârisleri…
O’nun Zamana Yayılmış Zirve Temsilcileri…
İnsanların önünde yığınla problemler var.
Çözümler de yığınla.
İşe yarayan yaramayan.
En doğrusu;
Tarihî gerçeklerin haykırdığı ilâhî ölçüler ekseninde geçerli projeler.
Diğerleri eski masal. Boş gevezelikler. Çünkü;
Zulmü ve kahrı artıran çözüm, adından başka hiçbir özelliğe sahip değil.
İnsanların arasını parçalayan birlik ve beraberlik lâkırdısı da, lâfzen ifadeden başka bir mânâ doluluğu taşımaz.
Bindiği dalı kesen kimse; ağaçta duramaz, meyve toplayamaz. Yaşayacağı sadece felâket olur.
Zira;
Nefesi kesilen bir hakikati yaşatmak mümkün değildir. Devlet ve milletler de kendilerini yaşatan nefeslere muhtaçtır. O nefesler; adâlettir, îmandır, hidâyettir, kendi rûhunu besleyecek mukaddeslerdir.
O nefesler kesildiğinde her şey kesilir.
Nefesini keserek insan ciğeri ne kadar dayanabiliyor? İşte o kadar yaşar.
Geçtiğimiz yıllarda;
“Bin yıl sürecek!” diyerek o nefesi kestiler, ne kadar sürdü?
Hiçbir zaman;
Zulüm, pâyidâr olma imkânına sahip değil. Herkes onu pâyidâr etmeye çalışsa da mümkün değil. Çünkü Hazret-i Allah, zulme bu imkânı vermemiş.
İşte Firavun!
Kendisini ebedî zannetti. Zulmederse, tahtının sağlamlaşacağını düşündü. Kötülük yaparsa daha güçlü olacağını vehmetti. Lâkin koca bir eyvah kaldı dudağında. Ecel pençesinde artık küçücük bir saltanatı bile yoktu, sadece acziyetinden çırpınan bir zavallı vardı ortada. Çırpınışları da hiçbir işe yaramayan bir zavallı. Dilinde koca ve faydasız bir eyvah ile gidebildi ötelere…
Dünya nefes aldı.
Çünkü onun nefesi, zulümden kurtuluş. Adâlet atmosferiyle beslenmek. Toprağın nefesi, ilâhî denge. Nebâtâtın nefesi, rahmet ve nûr-i ilâhî. İnsanın nefesi; ilâhî istikamet, merhamet, şefkat ve peygamberî bir hayat.
Hepsi Hakk’ın bahşettiği nefesler.
Kâinâta Cenâb-ı Hak böyle bir nizam koymuş. O’nun nizamında hiçbir bozukluk yok, çatlak yok. Ona riâyet edenler, yani Hakk’a dost olanlar da aynı hakikatten nasibdar olarak iki dünyada gerçek huzurun eşiğine mazhar olabiliyorlar.
Kim Allâh’a yakınsa ve bu yakınlığın hakkına riâyet ediyorsa o da bu tecellîden nasipli.
Uzak düşenler ise, her türlü zulme yuvarlanıyor. Her türlü vahşete düşüyor. İnsanlık çaresiz kalıyor.
İllâ çare;
Hakk’a yakınlık ve dostluk.
Bunun öğreticileri ve eğiticileri de;
Allah dostları.
Bütün zulümleri, o dostlar bitiriyor. Bütün düşmanlıkları o dostlar hayr ile bir kaynaşmaya dönüştürüyor. Bütün zayıfları, kanadı kırıkları ve mahrumları; o dostlar sahipleniyor.
Dünyanın gidişâtı, tarihten bugüne bütün yanlış sapmalardan hep o dostlar sayesinde kurtuldu. Büyük yok oluşlardan o dostlar sayesinde kurtuldu. Topyekûn helâklerden o dostlar sayesinde affedildi.
Çünkü Hazret-i Allah;
Yeryüzü ne zaman fitne ve fesat ile bozulsa, ıslah için daima sâlih kullarını vazifelendirdi.
Sâlih kullar.
Onların ilk safında peygamberler var.
Onlar;
Her türlü güç ve zor ahvâle rağmen sâlih yaşayabilen müstesnâ şahsiyetler.
İşte onlar;
En berbat devirleri bile ıslah eyledi.
En rezil beyinsizleri bile ıslah eyledi.
En çorak arazileri de en verimli ve bereketli hâle getirdiler.
Yani;
Dünyanın gerçek ıslahı, ancak âhiret kahramanlarına ait. Ancak âhiret kahramanı olan sâlih kullar, dünyanın gidişâtını hayr u bereket, sulh u sükûn istikametine çeviriyor. Yaralara merhem oluyor. Kimsesizlere sahip çıkıyor.
Malûm;
Tarihten bugüne kaç kez;
Tartılar bozuldu.
Allah onları, sâlih kullarıyla düzeltti.
Adâletin ayarları zulüm çarkı hâline geldi.
Allah, sâlih kullarıyla düzeltti.
Yeryüzünü küfrün karanlığı çepeçevre kuşattı. Ehl-i îmâna hayat hakkı tanınmadı. Azgınlık her şeyi kuruttu.
Allah, sâlih kullarıyla düzeltti.
Fırtınalara sebep olan inkâr yurtları, zelzelelere sebep olan azgınlık ve taşkınlık yuvaları acı harabeler meydana getirirken insanları tekrar inşa etmek gerekti.
Allah, sâlih kullarıyla inşa etti.
Ortalığı alevler sardı. İnsanlar insanları yaktı. Güçlüler zayıfları kılıçtan geçirdi. Berbat katliâmlar, zafer diye yorumlandı.
Hepsini de Hazret-i Allah, sâlih kullarıyla düzeltti.
O sâlih kullar, ateşleri gül bahçelerine dönüştürdü. Zayıflara kol kanat gerdi. Öldürmeyi değil; ihyâ etmeyi, diriltmeyi gerçekleştirdi.
Bazı zamanlar oldu;
Ahlâksızlık, akıl almaz bir hâl aldı. Yazık ki; «Temizler aramızdan çıksın!» diyecek kadar hazımsızlaştı, çirkinleşti, çirkefleşti.
Allah, sâlih kullarıyla edebi tekrar hâkim kıldı.
İnsanlar; sıradan eşya gibi kuvvetlilerin malı hâline geldi, köle yapıldı, alındı, satıldı.
Allah, yine sâlih kulları vesilesiyle onları âzadlığa kavuşturdu.
İnancın ve sanatın içine putperestlik sızdı. Taşlara, tahtalara, ineklere tapmaya başladı insanlık.
Allah, yine sâlih kullarıyla îtikatları temizledi. Islah eyledi.
Sayısız hidâyet tecellîlerine rağmen;
İnat edip de ıslah dairesine girmeyenleri ise yerle bir eyledi. Kahretti. Helâk etti.
İnsanlığın merkezinde yine sâlih kullarını eksen yaptı.
Ne zaman;
İnsanlığın sıhhatini hastalıklar ve virüsler sarsa, yüce Allah sâlih kullarıyla çareler bahşetti.
Açlık, kıtlık ve kuraklık kasıp kavurdu insanları.
Allah, sâlih kullarıyla bolluk nasip etti.
Nefisler zıvanadan çıktı. Haset ve fesat yürekleri mahvetti.
Allah, sâlih kullarıyla düzeltti.
Haksızlıklar, zulümler, eziyet ve cefâlar patlak verdi.
Allah, sâlih kullarıyla düzeltti.
Kız çocuklarını diri diri gömmeye başladılar.
Allah, sâlih kullarıyla düzeltti.
Akıllar sözden de özden de anlamaz oldu.
Allah, sâlih kullarıyla düzeltti.
İran’ın kisrâsı ve kumandanları yeryüzünde;
«–Allah istemese de şöyle olacak!» diye yürümeye başladı.
Allah, sâlih kulları eliyle onların hadlerini bildirdi. Devirlerinin süper güçleri olan Sâsânî İmparatorluğu’nu ve Bizans’ı ve emsallerini birer birer tarihe gömdü.
Sadece;
Sâlih kullar bütün tarihlerin tâcı oldu. Çünkü Cenâb-ı Hak buyurmakta:
“İyi bilin ki;
•Allâh’ın dostlarına korku yoktur,
•Onlar üzülmeyeceklerdir.
Onlar;
•Allâh’a inanmış ve
•O’na karşı gelmekten sakınmışlardır.
Dünya hayatında da, âhirette de müjde onlaradır…” (Yûnus, 62-63)
Aynı şekilde;
“Hiç şüphesiz;
•«–Rabbimiz Allah’tır!» deyip, sonra da
•Dosdoğru gidenlere;
•Korku yoktur,
•Onlar üzülmeyeceklerdir.
İşte onlar;
•Cennetliklerdir;
İşlediklerine karşılık olarak, içinde temelli kalacaklardır.” (el-Ahkāf, 13-14)
O hâlde;
“Ey âdemoğulları!
Size aranızdan âyetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, kimler onların bildirdiklerine;
•Karşı gelmekten sakınır ve
•Gidişini düzeltirse,
İşte onlara;
•Korku yoktur ve
•Onlar üzülmeyeceklerdir.
Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar ise, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.” (el-A‘râf, 35-36)
Bütün mesele;
Hakk’a hakkıyla dost olmak. Dostlarına da dostluk edebilmek.
O Hak dostları;
Sâlih kullar. Kulların sâlih olanları.
Onlar;
Islah ediciler.
Yani ıslahın yolu belli:
Sâlih gönüller. Sâlih akıllar. Sâlih yürekler. Sâlih fikirler. Sâlih münasebetler. Sâlih davranışlar. Sâlih gayeler. Sâlih gidişat.
Takvâ ölçüleri içinde dînin emir ve yasaklarına riâyet eden bir sâlihlik.
Bu hasletlere sahip oldukları için Hak dostları, en güzel ıslah edici.
İşte Mevlânâ devri:
Sayısız inanç karışıklıkları toplumu boğmuş vaziyette. Moğol İstîlâsı; toprakları, şehirleri ve gönülleri harabe hâline getirmiş. İnsanların bağrı, içi dumanla dolmuş ve nefes almak imkânsız hâle gelmiş bir hâlde.
Oraya tertemiz bir pencere açıyor Hazret-i Mevlânâ.
Herkes anlamasa da.
Herkes elbette anlayamıyor:
O Hak dostları; nice rezil, berbat, suçlu ve çok hatalı görünenleri de onlardaki kabiliyet çapında ıslah etme gayreti içindedirler. Zaten buna da memurdurlar. Onların omuzlarına; kızını diri diri gömen bir Ömer’den Hazret-i Peygamber’in, artık adâletiyle meşhur bir halîfe Ömer çıkarması mahiyetinde bir vazife yüklenmiştir. Doğru idrak edemeyenler, ha bire onları eleştirir durur. Nitekim Hazret-i Mevlânâ hakkında bile Konya’nın ileri gelenleri ve müteşerrî hocaları;
“–Onun kol kanat gerdiği dervişlere bakın; boyunca günaha batmış kimseler, kötülüklere bulaşmış zayıf ahlâklı tipler, içkiciler, vesaire vesaire şahıslar…” dediler.
Ulu orta Hazret-i Mevlânâ’yı suçladılar.
Hak’tan mahrum bin bir gönülde hidâyet nurlarını tutuşturan Pîr-i Cihan ise onlara hitâben şu hakikati ifade buyurdu:
“–Ey hamlar!
Bana derviş olup sâlihlik yoluna baş koymuş kimseler; sizin beklediğiniz ve düşündüğünüz kıvamda mükemmel ve fazîlet âbideleri olsalardı eğer, onlar bana değil, benim onlara mürid olmam gerekirdi…”
Gerçek bu değil mi?
Bilgiye muhtaç kimseler, istekli oldukları hâlde mektebin kapısından; «Bre cahil ne işin var burada!» diye kovulursa ilim ve fazîletin ne kıymeti kalır? Hamları kucaklayıp pişirmeyen olgunlar, Hakk’ın huzûruna götürecek bir gönül sahibi olabilirler mi?
Yine Mevlânâ ifadesiyle söyleyelim:
“Sen;
«–Allâh’ım, işte şuracıkta, Sana gönlümü getirdim…» dersin ya, Cenâb-ı Hak da sana şöyle der:
«–Ey kulum!
Böyle gönüllerle şehir dopdolu, böyle gönül herkeste var. Sen Bana âlemin kutbu olan gönlü getir, işte insanın canının canının canının canı, o gönüldür.»
İşte o gönül sahibi, doğan kuşu gibidir.
Bu dünya ise, kargalar şehridir.
Bir cinsten olmayanın, kendi cinsinden olmayanı görmesi, onu yaralar. Gönlünü dağlar. Aynı şehirde oturan dinsizlerin; îmanlı kişileri sevmemeleri, onların aleyhinde uğraşmaları da bu yüzdendir.
İnsan kendi cinsinden olmayanla uyuşmuş gibi görünürse de, o hâl sahici değildir. Bir çeşit münafıklık, ikiyüzlülüktür. Onun uyuşmuş gibi görünmesi; bir menfaat, bir şey elde etmek içindir.
O münafık; «evet» dese bile, bu onu tasdik ettiğinden ve gerçek bildiğinden değildir. Öğüt verenin öğüdünü kısa kesmek içindir.
Çünkü bu leş arayan aşağılık karganın; yüz binlerce, kat kat hilesi vardır.
Münafıklığı, yani ikiyüzlülüğü kabul ederse kurtulur. Münafıklığı kendisine fayda verecek bir doğruluğa dönüşür.
Çünkü o muhterem gönül sahibi; bizim dünya pazarımızda, doğru yola sokmak ve ıslah etmek için ayıplı olanları satın alıcıdır.
Ey Hak yolcusu!
Eğer sen; cansız, yani taş ve kaya gibi ruhsuz, duygusuz değil isen, gönül sahibini ara. Eğer hakikat sultanına zıt tabiatta değilsen gönülle aynı cinsten olmaya bak. Yani bir gönül sahibi bul, tavsiyelerini can kulağı ile dinle.
Gösterişi, yüzüne gülüşü, dalkavukluğu hoşuna giden kişi; sence senin dostun ama o, Hakk’ın dostu değildir.
Senin huyuna uyan arzu ve tabiatına göre yaşayan kişi sana velî, hattâ peygamber gibi görünür.
Yürü nefsânî istekleri bırak da, mânevî bir koku al, o güzelim anber kokusunu duymaya çalış.
Hevâ ve hevesine uyar, şehvet peşinde koşarsan; beynin kokmuş olur. Burnun mânevî güzel kokuları almak hâssasını kaybederse, o zaman misk ile anber kokusu belki sana kötü, hiç işe yaramaz hâle gelir. Mânevî kokular almak istiyorsan, bir velîye uy.
Velî; görünüşte insandır ama, onun içinde insanların kötü huylarını yiyen, yok eden mânevî bir arslan gizlidir.
O arslan yani velî; kabiliyetli bir müridi güzelce yer, yani onu kötü huylarından arındırır. Tortusunu süzer, onu saf bir hâle getirir.
O Hak yolcusu; aşk derdi yüzünden, yani Allâh’a karşı duyduğu aşk derdi ile, bütün dünyevî ve cismânî dertlerinden kurtulur, ayağını Sühâ yıldızının üstüne kor.
Mademki peygamber değilsin, ümmetten ol;
Mademki padişah değilsin, teb’adan ol.
Susarak yürüyen âriflerin izine düş, sen de sus; kendiliğinden bir karara varma, zahmete düşmeye kalkışma.
Bir mürşidin, bir üstâdın gölgesi altında onun emrine uyarak, susarak yürü. Yoksa istîdat sahibi olsan, kabiliyetin bile bulunsa; olgunluk dâvâsına kalkışırsan değişir, çarpılır gidersin.
Sır bilen, her şeyden haberi olan üstaddan baş çeker, kafa tutarsan; körleşirsin, istîdattan da mahrum kalırsın.
Çok çalışır, çok didinirsen nihayet usanır da sen kendin;
«Meğer, akıl bir ayak bağı imiş!» dersin.
Kendini felsefeye vermiş, filozof olmuş adama benzersin. O da ölüm günü aklı çok âciz ve faydasız görmüştü. O vakit garazsız olarak hakikati itiraf etmişti:
«Biz; zekâmıza, aklımıza güvenip de olmayacak yerlere at sürmüşüz. Boş yere saçma sapan şeylerle uğraşmışız.
Biz; yok yere gurura kapıldık, kendimizi üstün gördük, aldandık da Hak erlerinden yüz çevirdik, hayal denizinde yüzdük, durduk. Ruh denizinde yüzmeye çalışmak, çırpınıp durmak ne kadar boşmuş. Meğer o denizde Nûh’un gemisine binmekten başka çare yok imiş.»
İşte böyle;
Bütün insanlar, velîleri kendi nefisleri ile kıyas ettikleri için yoldan çıkmışlardır. Bu sebepten ötürü, Allâh’ın seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi.
Gafiller şekle aldandılar da, peygamberlerle eşitlik dâvâsına kalkıştılar. Velîleri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki:
«–İşte, biz de insanız, onlar da insan. Biz de yemeye içmeye ve uyumaya mecburuz, onlar da.»
Körlükleri yüzünden, aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler.
Hâlbuki;
Her iki çeşit arı bir yerden gıdalandıkları hâlde; birinde yalnız iğne bulunur, diğerinde bal vardır.
İki tür kamış da bir dereden su içtikleri hâlde; birinin içi bomboştur, diğeri şekerle doludur.
Böylece yüz binlerce birbirine benzer şeyler bulunur ki, aralarında yetmiş yıllık fark vardır.
Birisi yer, yediği de posa olarak kendinden ayrılır. Öbürü yer, yedikleri ise bütün ilâhî nûr olur.
Başka birisi yer; yediği şeyler, cimrilik, çekememezlik huylarını meydana getirir. Başka birisi yer, yediklerinden Hakk’ın ve hakikatin nûru husûle gelir.
Îmanlı kişi; feyizli, ekime müsait, tertemiz bir tarlaya benzer. Îmansız kişi ise çorak, hiçbir şey bitirmeyen kötü bir arazidir. Îmanlı, melek gibi masumdur. Îmansız ise şeytan ve canavar misalidir.
Ey ilâhî emâneti üstlenen!
Sen Allâh’ın huyu ile huylan da, sana verilen emânetler eksilmeden kalsın ve kaybolmaktan kurtulsun!
İnsan huyunu yaratanla anlaş, peygamberlerin huylarını besleyen, onları olgunlaştıran büyük varlıkla uzlaş, O’nun huylarını kendine huy edin!
Sen O’na bir kuzu verirsen, karşılığında O sana bir koyun sürüsü verir. Zaten her sıfatı besleyip geliştiren O’dur.
Sen kuzuyu kurda emânet ediyorsun, kurdu boşuna yol arkadaşı yapma!
Kurt sana tilkilik eder, seni aldatmak isterse, aklını başına al da aldanma; ondan iyilik gelmez.
Bilgisiz ve ham kişi; bir müddet seninle gönül arkadaşlığı etse bile, sonunda bilgisizliğinden ötürü, seni yaralar.
Tatlı sözlü, bilgisiz ve gafilin dostluğuna aldanma, sözüne de pek kulak asma!
O tatlı sözlü cahil, sana; «Ey anasının canı, ey gözümün nûru!» der. Fakat bu hoş sözlerin ötesinde sana ızdırap vardır, hasret vardır, acılar vardır.”
Ölçü;
Her zaman, Hakk’a dost oluş.
Bu ölçü ile yola çıkıldığında bir avuç insanla koca İspanya fethedildi. Bir avuç insanın önünde dağ gibi ordular toz duman oldu. Muhteşem bir Endülüs medeniyeti kuruldu. Asırlarca hidâyet, ilim, irfan ve adâlet yurdu oldu. Ancak Hakk’a dost olma özelliği, hedefi ve gayreti devre dışı olup da düşmanı dost edinme devreye girince âfetler ve mağlûbiyetler başladı. Yıkıldı, yıkıldı ve yok edildi.
Şeytanı dost edinen, Rahmân’a dost olamaz. Düşmanla dost olan, pişmanlıktan başka dost bulamaz.
Nasıl ki sıhhatin sırrı, ilâçlarla iyi geçinip mikroplarla barışsız bir kavga hâlinde yaşamaya bağlı ise; Hakk’a dost olabilmek de O’na dost olmayan düşmanlara uzak ve mücadele hâlinde olmaktan geçer. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hâli müstesnâdır. Allah sizi Kendisiyle korkutur, dönüş Allâh’adır.” (Âl-i İmrân, 28)
“Ey inananlar! Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allâh’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” (en-Nisâ, 144)
“Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allâh’a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamber’i yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer sizler Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben; sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır.
Eğer sizi ele geçirirlerse sizin onlara gösterdiğiniz sevgiyi göstermezler, size düşman olurlar, ellerini ve dillerini fenalık etmek için uzatırlar, keşke inkâr etseniz isterler.” (el-Mümtehine, 1-2)
İnsanlık tarihindeki bütün âfetler ve fecaatler, daima Hak’tan kopuk olan yanlış dostlukların mahsulü. Bütün muhteşem güzellikler ve bereketler de, Hak dostlarının döktüğü terlerin mahsulü.
Gerçek mânâda;
Tarihe yön verenler onlar. Hakikî erenler. Eğer o Hak dostları olmasaydı, dünyada sadece zalimler at oynatırdı.
Sadece hâinler çöreklenirdi bütün köşelere.
Kötüler daima buna çalışsa da Cenâb-ı Hak, sâlih kullarıyla cihanda en nihayet daima iyiliği ve adâleti yıkılmaz tahtına oturtmuştur.
Mâzî, bunun misalleriyle dolu:
Edebâlî Hazretleri, Moğol İstîlâsı’ndan sonra darmadağın olan Anadolu’da oluşan beyliklere baktı. İnceledi. Şöyle bir tablo çıkardı:
Beyliklerin kimi şuursuz ve ruhsuzdu.
Kimi çapsızdı.
Kimi heyecansızdı.
Kimi hırsına mağlûptu.
Kimi zâhirî büyüklüğüne ve saltanatına mağrur ve şımarıktı.
Kiminin dâvâsı ulvî eksende değildi.
Her biri bir şekilde iç kavgalar ve kardeş çekişmeleri rüzgârına kapılmış, savruluyordu.
Böylece;
Koca Anadolu; yarınları karanlık görünen, hiçbir gelecek va‘detmeyen ve tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle can çekişen bünyeler elinde, bilhassa mânevî açıdan aldığı ağır yaralarla erimekteydi.
Beyliklerin en güçlü ve şatafatlı olanları da erimekteydi.
Selçuklu’nun şerefli mîrâsı, haset ve fesat pençelerinde erimekteydi.
Her beylik, ne kadar coğrafî durumu ve mîras payı yüksek olsa da değerler itibarıyla erimekteydi.
Bir tanesi hâriç.
Osmanlı Beyliği.
En küçük olan beylik. Küffar sınırında dört yüz çadırlık bir yiğitler harmanı. Kılıçları can dosta değil hâin düşmana dönük. Kalpleri kardeşlerine değil ehl-i küfre buğz hâlinde. İradeleri, dindaşlarına değil îmansızlara atılan gülle. Ruhları; aynı bünyenin bülbül başlarına değil, zıt mel’unların aykırı simsarlarına kartal. Duruşları; beraber saf tuttuğu mü’min yüreklere ve zayıf bileklere karşı değil, münkir ve zalimlere karşı çetin ve şiddetli.
“–İşte!” dedi Edebâlî Hazretleri:
“–İşte Anadolu’yu, Balkanları ve İstanbul’u, sonra da üç kıt’ayı gülzâr yapacak olan yapı!”
Karaman’dan göçtü, Osmanlı mülküne yerleşti. O küçücük beyliği, yüce dâvânın büyük hakikatleri ile yoğurdu. Anadolu’daki çöküş, o Allah dostunun bu mânevî mimarlığı neticesinde tekrar bir yükseliş hamlesine dönüştü. Tarihin seyri, menfîden müsbete doğruldu. Yenilgiler, yepyeni zaferlerle telâfi edildi. Altı yüz küsur sene ömür süren şanlı bir cihan devleti meydana geldi.
Yine zâhir ve bâtın bir üstat olan Akşemseddin Hazretleri’nin rehberliğinde Fatih Mehmed Han, İstanbul’u fethederek muazzam bir çağın kapısını açtı.
Velhâsıl:
Nesle lâzım olan güç, Fatihlerin bileği,
O bileğe gereken Akşemseddin yüreği… (Seyrî)