KİMSE İMTİHANSIZ DEĞİL!

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

f_garcan-SAYI-118

İş yerinden çıktı, caddeye doğru yöneldi. Durağa yaklaştığı sırada, binecek olduğu otobüsün durakta olduğunu ve yolcuların otobüse binmeye çalıştığını fark etti. Koştu, ama… Binemeyen onca yolcu gibi o da söylenmeye başlamıştı. Sonra birden;

“Ben neye sinirleniyorsam? Evde bir bekleyen mi bıraktık ki acele edeyim?” dedi ve yol boyunca yürümeye başladı. “Artık otobüs hangi durakta denk gelirse…”

Kaldırımda yürümeye devam ederken cep telefonuna internet üzerinden bir mesaj geldi. “Firma reklâmıdır herhâlde… Hâl-hatır eden de kalmadı!” dedi. Yine de bir umut mesajı açtı. Uzunca bir mesajdı. “Bunu yazan üşenmemiş mi yahu?” dedi. Gözüne çarpan bir-iki kelime, gelen mesajı okumak adına dikkatini celbetmeye yetmişti:

“İslâm âlimlerinden biri talebeleriyle Basra kıyısında gezinirken deniz kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Talebelerine dönüp;

«–İnsanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?» diye sormuş.

Talebelerden biri;

«–Çünkü sükûnetimizi kaybederiz.» deyince mübârek zât;

«–Ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden yüksek sesle konuşuruz? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de duyurabilecek ve demek istediklerimizi rahat aktarabilecekken niye avazımız çıktığı kadar boğazımızı yırtarak bağırırız?» diye tekrar sormuş.

Talebelerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış:

«İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak mecburiyetinde kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları lâzım gelir.»

«Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır.

Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile lüzum kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini hakikî olarak seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.»

Daha sonra mübârek zât talebelerine bakarak şöyle devam etmiş:

«Bu sebeple tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine müsaade etmeyin, izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözlerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz…»

Hazret-i Mevlânâ da ne diyor:

Zerzevatçı bağırır, sarraf bağırmaz,

Eskici bağırır, antikacı bağırmaz,

Söyleyecek sözü, fikri kıymetli olan bağırmaz,

Bağıran düşünemez, düşünmeyen kavga eder…”

Mesajı okuduktan sonraki ilk tepkisi:

“Ben bu olayı daha önce «Ganj Nehri kenarındaki Hindû keşiş» diye okumuştum; ama neyse… Mevlânâ’ya atfedilen sözün de Necip Fazıl’a izâfe edildiğini görmüştüm. Edebiyatta adaptasyon diye bir şey var değil mi efendim?”

Otobüs durağa gelmişti. Bir hayli ilerleyen saat dolayısıyla otobüse binmeyi bu sefer başarabilmişti. O kadar ki; «Oturacak bir yer bulabilir miyim?» diye cesaretlendi bile… “Neyse canım bindik ya…”

Ayakta durulabilecek güzel bir cam kenarı seçti kendine. Derken otobüsün sallantısına inat, kitap okumaya çalışan biri dikkatini çekti. Gözü kitabın sırtındaki iri puntolu yazıya takıldı.

* Fazla gülmeyi terk edene, heybet verilir.

* Fazla konuşmayı terk edene, hikmet verilir.

* Fazla yemeği terk edene, ibâdetin lezzeti verilir.

* Mizahı terk edene, zarâfet verilir.

* Dünya sevgisini terk edene, âhiret sevgisi verilir.

* Başkalarının kusurlarıyla uğraşmayı terk edene, kendi kusurlarını ıslah etme imkânı verilir. (Hazreti Ömer -radıyallâhu anh-)

“Allah Allah! Bugün ayrı bir nasibimiz var herhâlde. İlâhî bir ayar gözüme giriyor âdeta… Aslında çekidüzen vermem gereken o kadar eksiğim var ki… Çok büyük hatalar yaptım. Çok kalp kırdım. Bilmem ki nasıl toparlanır?” diye geçirdi gönlünden.

Eşiyle kavga ettiği gün geldi gözlerinin önüne. Şimdiki aklı olsa hiç bu kadar büyütür müydü? Aslında aklı yine aynı aklı idi; ama o öfkenin gözlerine çektiği perde veya tuttuğu mercek mevzuyu çok farklı yerlere taşımıştı. Talihsiz bir şekilde art arda sıralamıştı talâkları… Ne oldu? Bir taraf inadında sebât etti; diğer taraf gururunu yere düşürmedi. Yalnız ikisi de yere düşen onca fazîletin, onca emeğin, onca fedâkârlığın, onca hayalin farkında olamadılar. Hele ki çocuklarının geleceğine yerleştirdikleri mayınlar, akıllarına bile gelmedi.

Söz, aslında ne kadar ağır bir sorumluluktu. Talihsizce üç defa tekrar edilen iki kelime, hayatın bütün seyrini nasıl da değiştirmişti. Artık dönüşü yoktu. Söz, ağızdan çıkan ok misali, o an için, hedefini bulmuştu; ama nişan alınan hedefin sıhhatini tahlil etme fırsatı bulamamıştı. Niye? Çünkü o, haklıydı? Çünkü o, öfkeliydi? Çünkü o, prensipliydi ve asla hata affetmezdi. Çünkü o, mükemmeliyetçiydi. Çünkü o… Çünkü o…

Karşı taraf da aşağı kalmazdı elbette. Onun da sonuna kadar haklı olduğu yerler vardı?!.

İki taraf da sonuna kadar haklılıklarından bahsediyorlardı. Netice ise, hüsrandı. Peki, şimdi bu haklılıklar neye yaradı? Ne getirdi bunca haklılık? Veya her haklılığın neticesi fayda sağlar mıydı?

“Haklıyım… Haklıydım… Tüküreyim böylesi haklılığa…”

Aklı durmuştu. Özür dilese, kimden dileyecekti. Artık mevzunun yegâne muhatabı Cenâb-ı Hak’tı. Eşinin başına balyoz indirircesine sarf etmişti sözlerini. Ortada bir ihânet yoktu, büyük bir saygısızlık da yoktu; ama nefislerin tokuşması çok pahalıya mâlolmuştu. Şimdi yıllarca, olsun diye bekledikleri çocuklarına en büyük haksızlığı kendileri yapmıştı. Aradan üç yıl geçmişti. Üç talihsiz yıl… Eşiyle ayrıldıktan sonra kim kendine nasihat etmeye kalktıysa hepsine cephe aldı, anne babası dâhil. Onun bu dengesiz tavırlarını gören herkes, iplerini bir bir kopardı. İşe gidip-gelen bir robot gibiydi artık. İş arkadaşları ile de ciddî bir ünsiyet kuramadı. İş giriş çıkışlarında bir-iki selâm ve kelâm o kadar…

Acı düşünceler girdabında bir o yana bir bu yana savrulurken uyuyakaldı. Evinin karanlık ve soğuk ikliminden, zihnini kemiren düşüncelerinden sıyrılabildiği tek aralık olan ucuz uykusuna…

Cesaretini toplayıp gitmek istedi eski eşinin civarına;

«Belki Yusuf’umu da görürüm…» dedi ve ertesi gün usulca kayınpederinin evine gitti. Bir müddet evi takip etti. Yalnız farkında olmadan kaldırımı ortalamıştı. Arkasından tok bir ses geldi:

–Beyefendi müsaade eder misiniz?..

–Ah! Özür dilerim dalmışım, buyurun.

Beyninden vurulmuşa döndü. O tok sesli adamın yanındaki bayan, eski eşi idi ve ellerinde market torbaları vardı. Bir an göz göze geldiler. Eski eşi hemen bakışlarını kaçırdı. O da bakışlarında ısrar etmedi; ne de olsa artık helâli değildi. Evleneceğini duymuştu; ama evlendiğini bilmiyordu. Yusuf’u görme hayali ise, zamanı meçhul olan bir başka sefere kalmıştı. Bir müddet öylece seyretti boş sokağı…

«Ne olacaktı yani? Ömrünün sonuna kadar benim hizaya gelmemi mi bekleyecekti? Hoş, gelsem ne yazar?» dedi kendi kendine. Talâkın şartları vardı ve esnetilemezdi.

Derin bir nefes çekti ciğerlerine. Ellerini pardösüsünün cebine koydu. Yerde tekmelenmek üzere hazır bekleyen kola tenekesine sağlam bir vuruş yaptı. O da karavana…

Aradan birkaç gün geçmişti. Mesaisi, bu haftalık Cuma namazına gitmesine müsaade ediyordu. Mahalle camisinin imamı hâlim-selim bir insandı. Nedense o hocanın söyledikleri bir başka tesir ediyordu. Pür edep girdi camiye. Cemaat yeni yeni gelmeye başlıyordu. Müsait bir yer buldu ve can kulağıyla hocayı dinlemeye başladı. Konunun ne olduğunu fark edince yüzünde acı bir tebessüm belirdi… İmam efendi, huzurlu bir ailenin sırlarını tek tek sıralıyordu:

“… Burada iki noktaya dikkat etmek lâzım:

–Mutluluk ve sevinçleri paylaşma,

–Hayatın yük ve sıkıntılarını paylaşma.

Müştereklik dediğimiz ortak paylaşma, hayatın her hâlinde, yani rûhâniyet ve muhabbet ikliminde devam etmelidir. Sevinç ve mutluluklar paylaşıldığı gibi; sıkıntı, keder, hüzün ve iptilâlar da paylaşılmalı; taraflar, her zaman birbirlerine destek vermeli, birbirlerini yıkayan iki el gibi olmalı ve yine birbirlerine en yakın tesellî kaynağını kendileri teşkil etmelidirler.

Çünkü hayat, her zaman pembe bulutların üzerinde devam etmez. İnişi-çıkışı, fırtınaları, virajları ve engebeleri olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır.

İnsanlar için gelecek günler, meçhul ve sürprizlerle doludur. Kader, bir sırr-ı ilâhîdir. Bu bakımdan en büyük güç ve destek kaynağı, öncelikle Allâh’a bağlılık ve îmandır. İkinci büyük destek de birbirlerine kaynaşmış olan eşlerdir. Dikkat etmelidir ki, eğer çaresiz ve bitkin insanlar, başlarına gelen büyük musîbet ve felâketlerde aile içinden beklediği desteği bulamazlarsa, daha büyük yıkımlara ve çöküşlere mâruz kalabilirler. Ancak rûhen olgunlaşmış, anlayışlı fertlerden oluşan yuvalarda ise, başlarına gelen bâdireler, ailenin sağlamlığı ölçüsünde kolaylıkla bertaraf edilir.”1

Parmaklarını birbirine geçirdi ve dizlerinden güç alarak kollarını çenesine destek yaptı. Adını bilmediği bir his kapladı yüreğini. Bunun adına «huzur» diyebilir miydi, bilemedi. Lâkin kimsenin imtihansız olmayacağı gerçeğini belki ilk defa bu kadar kuvvetli hissetti. Kendinin almadığı ibret, kendi olacaktı.

İmam Efendi, âdeta bugün sırf kendisine vaaz ediyordu. Bir an herkesin kendisine baktığını hissetti. Şöyle bir etrafına baktı. Herkes kendi hâlinde dinliyordu:

“Bir dem gelir Îsâ gibi, ölmüşleri diri kılar,
Bir dem girer kibr evine, Fir’avn ile Hâmân olur.

İnsanın iç dünyasında derin bir şekilde yaşadığı bu tezatlar, toplum hayatında da kendini gösterir. Bir taraftan îmânın kemal ve huzuru içinde yaşayan gönül erleri, diğer taraftan da küfrün girdaplarında kaybolanlar aynı toplumda hayâtiyetlerini devam ettirirler. Bu iki uç nokta arasında, her seviye ve mizaçta insanın yer aldığı toplum hayatı da, âdeta en mûnisinden en vahşîsine kadar her türlü mahlûkātın barındığı bir ormana benzemektedir. Ki burada bulunan insanların kimi tilki gibi kurnaz, kimi sırtlan gibi yırtıcı, kimi karınca gibi muhteris bir mal biriktirici, kimi de yılan gibi zehir akıtıcıdır. O ormandaki mahlûkātın kimi okşayarak ısırır, kimi sülük gibi kan emer, kimi önden güler arkadan kuyu kazar. Kimisi de tavşan, kelebek vesâire gibi kendi hâlinde ve diğerlerine zararsız bir hüviyete sahiptir.

Kendini mânevî bir terbiye ile nefsinin esâretinden kurtaramamış, dolayısıyla sağlam bir karakter inşa edememiş bir insan, çevresindeki sefih huyların çemberi içindedir. Üstelik, iç dünyaları sûretlerine ve davranışlarına da aksettiğinden, o karakterleri sezmek, gönül ehli için zor değildir.

Aslında birbirlerine zıt karakterlerin barındığı bir dünyada yaşamak, pek çetin bir imtihandır. Bu imtihanın bedeli ise cennet ve «cemâlullah»tır. Bu sebeple insanoğlu, bu imtihanı aşmaya mecburdur. Zira dünya imtihanını geçerek ilâhî vuslata nâil olmak, aynı zamanda insanın yaratılış gayesini teşkil eder. Bunun için de onun; kötü sıfatlardan sıyrılıp ulvî vasıflara ve fazîletlere sahip olması, yani insanlık şeref ve haysiyeti ile yaşaması gerekir.»2

Ellerini dizine koyup oturduğu yerde doğruldu. Bahçedeki çam ağaçları ile çevrili kabirlere baktı:

“Hey gidi hocam! Bunları beş sene önce söylesen, ben burada telefonumu kurcalıyor olurdum da söylediklerini duymazdım bile… Demek ki insanın hizaya gelmesi için bazen burnunun sürtülmesi gerekiyormuş.”

Yine de hayat devam ediyordu. Eğer bu bir imtihansa elbet bir olur yolu vardı. Belki zayıftı; ama Allâh’a olan inancı onu ayakta tutabilmişti. Evet, bu bir imtihandı ve sebeplere sarılmalıydı. Belki kırdığı onca kalbin, hepsine olmasa da, sahibine ulaşacak bir koridor tekrar açılırdı. Belki bundan sonra kimseye yük olmazdı, belki bir nebze olsun yük kaldırırdı da güzel ahlâklı bir insan olurdu.

Okunan ezanla birlikte ellerini semâya kaldırdı:

“Yâ Rabbî! Yardım et…”

_____________

¹ Osman Nûri TOPBAŞ, Huzurlu Aile Yuvası, s. 89.
² Osman Nûri TOPBAŞ, İnsan Denen Muammâ, s. 19.