KAKTÜS OLMA, GÜL OL!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsanlık çarşısında;

Ne zaman diken gibi, kaktüs gibi bir beyan devreye girse, ortalık darmadağın oluyor.

Kaktüs gibi bir davranış yüzünden ülkeler ve memleketler birbirine giriyor.

Kaktüs gibi yaklaşımlarla nice savaşlar patlak veriyor.

Kaktüs gibi zulümler hortluyor.

Buna mukabil;

Ne zaman gül misali ifadeler ve muhafazalı yaklaşımlar meydanlara hâkim olsa, o zaman da her taraf sükûnete ve güzelliğe kavuşuyor.

Gül gibi davranışlarla dikenlikler dahî ravzaya dönüyor.

İklimler huzurla doluyor.

Kavgalar, kardeşlikte karar kılıyor.

Gül misali hayırlar ve bereketler çoğalıyor.

Gül gibi bir adâlet yaşanıyor.

Bu bakımdan;

Akıllı telefonlar ve internet sitelerinin sorumsuzca kullanımı yüzünden bozulan âdâb-ı muâşeret karşısında kaktüs gibilikten gül gibi olmaya adım atabilmek, çok mühim. Çünkü bugün;

Ahlâkı kaktüsleşen ruhlarda ve dillerde; her türlü gıybet, iftira ve hakaretler bile, sıradanlaştı. En berbat kötülükler bile normal hâle geldi. Rezaletler bile, en süslü güzellikler diye addedilir oldu.

Her açıdan;

Gül terbiyesine ihtiyaç artık daha fazla.

Güller gülü, Hazret-i Peygamber’in ravza eğitiminden geçen bir gönlün gül terbiyesine ihtiyaç, dünden daha zarurî.

Elbette görebilen için böyle.

Göremeyenlere Hazret-i Mevlânâ sesleniyor:

“Ey gafil kişi;

Gül bahçesini veriyorsun da, dikenlik alıyorsun! Bu, sence aldanma değil mi, ziyan etmiyor musun?

Allâh’ın o has kullarına karşı duyduğun öfke yüzünden karan­lıklar içinde kalmışsın. Gözlerin hiçbir şey görmüyor.

Öfkeni yatıştır da çevrendeki karanlıklar dağılsın. Gözlerini aç, görme mutluluğu ile sevin. Hakk’a inanan dostlardan ibret al. Bu yolda ilerle, üstâd ol!”

Bunun yolu da, illâ gül terbiyesi. Talip olanlara derler ki:

“Ey Hak âşığı!

Sen, dînî ve insanî vazifelerini yap. Sakın;

«–Gönül gözüm açılmadı, kesret görüşünden kurtulamadım.» diye ümitsiz olma.

Esirgeyen ve acıyan Allah, hiç ummadığın bir zamanda, sûrete ve şekle bağlılığı senden giderecektir.” (Mesnevî)

Kaktüs ruhlulara da şöyle denir:

“Sen içini tamamıyla temizlemedin, sen kendi kusurlarını göremiyorsun! Ya olduğun gibi görün yahut da göründüğün gibi ol, içinden pazarlıklı olma!” (Mesnevî)

Bil ki:

“Allah, (içten pazarlıklı olup) hâinlikte direnen suçluyu sevmez.” (en-Nisâ, 107)

Zira o hâinler;

“Allâh’ın râzı olmadığı sözü,

•Gece kuruyorlar;

•İnsanlardan da onu gizliyorlar,

•Kendileriyle beraber olan Allah’tan (ise ne tuhaf ki) gizlemiyorlar.

(Çünkü hissetmiyorlar ki) Allah;

İşlediklerinin hepsini bilmektedir.” (en-Nisâ, 108)

Buna rağmen ey gerçeği kavramayanlar!

“İşte;

–Siz,

–Dünya hayatında

–Onları

–Savunuyorsunuz!

Ama;

•Onları,

•Kıyâmet günü,

•Allâh’a karşı

•Kim savunacak?

Veya;

•Onların vekâletini

•Kim üzerine alacaktır?” (en-Nisâ, 109)

Hiç kimse.

Öyleyse şu ilâhî ikazlara kulak ver:

“Sakın;

•Hâinlerden taraf olma!” (en-Nisâ, 105)

“Sakın;

•Kendilerine hâinlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma!” (en-Nisâ, 107)

“Sakın;

•İnkârcılara da yardımcı olma!” (el-Kasas, 86)

“Sakın;

•Cahillerden de olma!” (el-En‘âm, 35)

“Sakın;

•Gafillerden de olma!” (el-A‘râf, 205)

“Sakın;

•Şüphelenenlerden de olma!” (el-Bakara, 147)

“Sakın;

•Ortak koşanlardan da olma!” (el-En‘âm, 14)

Bu yüce fermanlara uymamak, şeytan ahlâkıdır. Zaten kaktüs ruhlu olanların hâli, iblisinkiyle aynıdır. Malûm:

“Allah sordu:

–Sana,

•Emrettiğim hâlde,

•Seni,

•Secdeden alıkoyan nedir?»

Şeytan cevap verdi:

–Beni ateşten,

–Onu çamurdan yarattın.

–Ben,

–Ondan üstünüm!” (el-A‘râf, 12)

Allah da ona şöyle dedi:

–İn oradan!

•Orada büyüklenmek sana düşmez!

•Defol;

•Sen alçağın birisin!” (el-A‘râf, 13)

Dolayısıyla gül tabiatının şartı şu:

“Sen;

•Yürüyüşünde tabiî ol;

•Sesini de kıs.” (Lokmân, 19)

“–Sen,

–Beraberindeki tevbe edenlerle birlikte

•Emrolunduğun gibi

•Dosdoğru ol!” (Hûd, 112)

Yani her ilâhî emir, demektedir ki:

Ey insan, gül ol;

“Her dem gönül padişahlarının gölgesini iste. Haydi, o gölge vesilesiyle güneşten de iyi bir hâle gir. Mânâ nurları ile aydınlanmış bir insan ol!” (Mesnevî)

Sakın kaktüs olma;

“Ey akılsız kişi!

Ne vakte kadar işve ve cilvelerle oyalana­caksın? Halkın yalanlarına, yüzüne gülmelerine aldanacaksın? O yalancı işvelerden, gülümsemelerden nasıl yardım umarsın?

Halkın seni övmesini, sana yaltaklanmasını, onların tatlı ve kandırıcı sözlerini alıyor, altın gibi cebine koyuyorsun.

Oysa;

Mânâ padişahları olan velîlerin acı sözleri, hattâ dövmeleri; sana, yolunu şaşırmış sapıkların tatlı sözlerinden ve övmelerinden daha iyi­dir.

Koş;

Gönül padişahlarının tokadını ye!

Sakın aşağıların ve alçak kişilerin balını yeme!

Ermişlerin himmeti ile bir er ol!

Onlardan hil‘at gelir, devlet gelir.

Unutma;

Nerede mânen çıplak bir yoksul görürsen, bilesin ki, o zavallı, mutlaka kâmil in­sandan kaçmış, ondan uzak düşmüştür.

Hem kör ve hem de hiç olan nefsinin isteklerine uymuştur. Eğer o;

Mürşid-i kâmilden kalben uzak ve mahrum düşmeyip de onun dileklerine aşk ile uysaydı, kendisini de, yakınlarını da mânen süslemiş olurdu.

İyi bil ki;

Bu kirli dünyada kim kendisine yol gösterecek kâmil insandan kaçarsa, o; devletten ve mutluluktan kaçmış demektir.

Ey kâmil insanı, bir velîyi hor gören, yüzü yıkanmamış pis adam!

Ne yapıyorsun?

Kiminle kavga ediyorsun?

Kime haset etmektesin?

Görsene hey zavallı;

Sen bir arslanın kuyruğu ile oynuyorsun; sen meleklere saldırıyorsun.

Şer nedir bilmeyen, tamamıyla hayırdan ibaret olan bir gönle ne diye kötü söylüyorsun?

Kendine gel de, o alçalışı kendin için yükseliş sayma!

Kötü kimdir?

Yaptığı iş, insanları ateş gibi yakan bir haydut.

Kâmil insan kimdir?

Ezel denizinin ta kendisi.

Sen kim oluyorsun da, ezel denizi karşısında ateş olmaya kalkıyorsun. Unutma ateş, daima suya mağlûp düşer.

Boşuna;

Ayın yüzünde leke ile ayıp görmeye, cennette diken toplamaya kalkışı­yorsun.

Ey gül değil de diken arayan kişi!

Sen cennete girebilsen, orada kendinden başka diken bulamazsın!

Ne diye;

Güneşi balçıkla sıvamak istiyorsun, ayın on dördünde bir noksan, bir gedik, bir çatlak arıyorsun?

Aklını başına al;

Onlar hakkında kötü zanda bulunma, iyi zanda bulun!

Böylece o yoldan sana bir feyz rüzgârı gelsin. Sen onlara haset ederek, neden rahmet suyunun önünü kesiyorsun, bağlıyorsun?

Dur, velîlere karşı alçakgönüllü, saygılı ol!

Bir eşek bile;

«–Hızlı yürüyeyim.» derken çamura düşerse, kalkmak ve kur­tulmak için uğraşır durur.

Orada kalmak ve oraya yerleşmek için düştüğü yeri düzeltmeye kalkış­maz. Çünkü kendisini düşüren yerin, yaşanacak bir yer olmadığını eşekliğine rağmen bilir.

Ey gafil!

Senin duygun, eşeğin duygusundan daha mı aşağı ki, gönlün; bir türlü kötü huylar, günahlar ve nefsânî arzular çamurundan sıçrayıp kalkmıyor?

Yazık;

Günah işlerken yorumlarda bulunuyor, kendini haklı çıkarmaya uğ­raşıyorsun da, hayret ki; gönlünü ve seni, alçaltan duygulardan çekip çıkarmak iste­miyorsun!

Bir de tutmuş;

«–Bu davranış benim için uygundur. Ne yapayım, elimden bir şey gel­miyor. Allah kerem sahibidir; acze düşmüş kulunun suçuna bakmaz.» diyorsun.

Hâlbuki;

Cenâb-ı Hak işlediğin günahları bilmekte ve vicdanın da seni suçlamaktadır.

Ama sen;

Yine de kör sırtlan gibi gurura kapılıyor ve suçlarını hiç gör­müyorsun.

Ey kıt akıllı!

Kötü huy alışmışlıkla kuvvetlenince, seni ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın, kin bağlarsın.

Sen kil yemeye alışırsan, o kili yemene engel olan kişi, sana düşman görünür.

Puta tapanlar bile alışmışlıkla puta tapmayı huy edindiklerinden, kendilerini irşad edenlere düşman olurlar.

Yahu;

Her zahmete kızmakta ve öfkelenmektesin.

Peki;

Ama cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?

Ey gönül!

Elinden geldikçe kul ol!

Sultan olma!

Yoksa;

Senin şu lutfun, iyiliğin, servetin ve güzelliğin kalmayınca, yanında düşüp kalkanlar, senden usanırlar ve yüz çevirirler.

Vaktiyle seni övenler, aldatanlar ve yüzüne gülenler seni görünce;

«–İşte şeytan!» derler.

«–Mezardan başını çıkarmış bir hortlak!» diye bağırırlar.

Vaktiyle senden ayrılmayıp eteğine sarılanlar da senden kaçar giderler.

Çünkü;

İnsanların çoğu, insan yiyen canavar gibidir.

Öylelerinin selâm vermelerine pek güvenme.

Emin olma…

Nicesinin gönülleri şeytan yatağıdır. Kendileri de insan şeytanıdır. O gibilerin lâflarına hiç inanma!

Kim dünyada dost görünen düşmanın kendisini büyük göstermesine ve hilesine aldanırsa, vay hâline!

Kendine gel;

Kötü dost; derini yüzmek için seni kandırır, sana tatlı sözler söyler.

Aklını başına al;

Yabancı ve akra­banın da yaltaklanmasına önem verme.

Aşağılık kişilerin ağırlamasını ve hürmetini, düzenbazların hürmeti ve hatır sorması gibi bil. Yalnızlık ve kimsesizlik, adam olmayanların sevgisinden de saygısından da değerlidir.” (Mesnevî)

Adam olmayan o kaktüs ruhlu kimseler, iki dünyada da erbâb-ı zillettir:

“Onların;

•Semirtmeyen,

•Açlığı gidermeyen,

•Kötü kokulu,

•BİR DİKENDEN BAŞKA yiyecekleri yoktur.” (el-Ğâşiye, 6-7)

Ancak gül tabiatlı olanlar cennete mazhar olacaklarından dolayı onlar hakkında da;

“Ey ateş; İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69) dendiği gibi denilir.

Bu kıvam, gerçek aşka bağlıdır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Gerçek aşk, hafifçe kulağıma diyor ki:

–Av olmak, avcılıktan daha hoştur.

Bana karşı aptal ol, aldanma, gurura kapılma. Güneş olmaktan vazgeç de, zerre ol.

Benim kapımda otur. Evsiz-barksız ol. Yani şunun bunun kapısına başvurma.

Mumluk dâvâsına kalkışma, sadece pervâne ol.”

Pervâne olmayıp da, gafilâne iddialara kalkışmak ise, eğrilik ve terslikle iş görmeye benzer. Hem de;

BIÇAK TERSİ…

Birisi bıçağı bastırdı. Olmadı:

–Niye kesmiyor bu?

Öfkelendi. Keskin olmasına rağmen kesmeme inatçılığına hırslandı:

–Nasıl kesmezsin?

Eliyle daha sert bastırdı onun üstüne. Yine olmadı. Keskin bir bıçak ile yumuşacık bir domatesi kesememek moralini bozmuştu. Can sıkıntısıyla bu defa bıçağa iyice abandı:

–Ne olursa olsun şimdi keseceğim.

Tuhaf;

Yine olmadı.

Fakat çok kuvvetli yüklendiği için kuvvetlice de bir feryat yükseldi ağzından:

–Eyvaah! Elim kesildi…

O ne?

Kanlar arasında daha yeni fark etmişti:

Hırs yüzünden meğer bıçağı ters tutmuş. Bıçağın ağzıyla değil, sırtıyla kesmeye kalkmış. Yani domatese bıçağın sırt tarafını dayamış, kesici tarafına da parmağını bastırıp inatla yüklenmiş.

Tabiî netice ortada: Kanlar içinde bir el.

Hâlbuki;

Parmak kesilmeden önce durumu anlamak mümkündü. Ancak inatçılığı yüzünden yanındakinin ikazına kulak asmadığı gibi tepki göstermişti:

–Şimdi keseceğim işte.

–Garip tutuyorsun.

–Bana akıl verme. Herkesin tarzı var.

–Ama.

–Yahu buna da karışmasan olmaz mı?

–Karışmak değil ki bu.

–Tamam yeter. Ben biliyorum nasıl keseceğimi. Yıllardır yapıyorum bu işi.

–Peki, sen bilirsin.

–Hah şöyle rahat bırak beni.

–Kolay gelsin o hâlde.

–Sağol.

–…

–Eyvaah, aman, uf!

–Ne oldu?

–Ne olacak elimi kestim.

–Niye?

–Niye olacak. Ters tutmuşum, şimdi gördüm.

–Söylemiştim ama kabullenmedin.

–Göremedim, fark edemedim. Uff! Bayağı da derin kesmişim.

–Kusura bakma fakat, tarz deyip de yanlışta inat ve bilgiçlik işte böyle neticeler doğuruyor!

–Ne bileyim haklısın galiba.

–Ayrıca gözlerine dair alârm bu. Demek ki tam görmüyor. Doktora gitmeli.

–O da doğru.

–Öyleyse gecikme!

–…

Bizzat şahit olduğum bir gerçek bu.

Aslında;

Hayat boyu insanı perişan eden içinden çıkılmaz türlü meselelerin neden meydana geldiğinin sebebini de ortaya koyan mânidar bir örnek. Âdeta yığınla çözümsüz meselelere ayna tutması için yaşanmış, acısı küçük, fakat tecrübesi büyük bir hakikat.

Çünkü;

Mânevî olgunluğa ulaşmadıkça insanoğlu, dış dünyanın bozuk ayarları yüzünden nice doğru fikirleri ve akılları bile dışlıyor. Almak istemiyor. Doğrunun kendisine takdim edilmesini sanki hazmedilmesi çok zor bir kötülükmüş gibi zannediyor ve inatla reddediyor. Israrla karşılaşırsa kabalaşıyor, hırçınlaşıyor. Dert, güya kendisine karıştırmamak. Güya bunun adı özgürlük ve rahatlık. Körü körüne bir kibir ve gurur yüzünden de daima haklı olduğunu farz ediyor. Gözünün görmemesini bile hesaba katmıyor. Gözü de görmese, eli de fark etmese, aklı da hissetmese mühim değil ki; kendi egosu bu ya, gerisi boş. Kimse akıl veremez. Yardım da edemez, çünkü ihtiyacı yok. Sadece lâfta yok. Göremeyen gözün yol gösterilmeye ihtiyacı olmaz mı? Fark etmeyen hissiyatın fark ettirilmeye ihtiyacı olmaz mı? Oluyor zaten. Ancak bu oluşu anlayış, acı bir eyvaha ve küçük de olsa mânidar bir musîbete bağlı olarak gerçekleşiyor.

İbret açık:

O elin kesilme sebebi, bıçağın ters tutulmasından ziyade aklın ve idrakin ters kullanılması. Yani egonun ve nefsâniyetin tersliği. Hamlık ve cehâletin tersliği. Gaflet ve gururun tersliği. Yanlışta inatçılığın tersliği. Gül olacak yerde kaktüs oluşun tersliği.

Yani;

İnsanoğlu; aklında, kalbinde, ilminde veya herhangi bir kişilik özelliğinde terslik virüsü kapmaya görsün, basit gerçekler dahî idrak sahasına girmiyor. İçindeki terslik yüzünden yerinde ikazlara ve doğru ifadelere de inatla sırt döndüğü için sırtıyla ağzı dönen bıçağı göremiyor ve sonunda feryat dolu bir netice kaçınılmaz oluyor.

Bu itibarla;

Her meselede insana gerekli olan terazi, doğruluk.

Îmanda doğruluk.

İbâdette doğruluk.

İlimde doğruluk.

Öz ve söz itibarıyla mutlaka doğruluk.

Her muâmelâtta doğruluk.

Kardeşlikte doğruluk.

İyiliklerde doğruluk.

Hizmetlerde doğruluk.

Ailede ve cemiyette doğruluk.

Her mekân ve zaman içinde illâ doğruluk.

Bugün;

Ne yazık ki, bütün bunlarda tersliği ve zıtlığı, güya daha iyi yetişmeye vesile bir karaktermiş gibi şırınga ediyorlar da nice yuvalar altüst oluyor. Eğitim yerleri bile, insanı terbiyeden mahrum bırakmak için çalışıyor. Bilgi öğrenişi bile, cehâleti körüklüyor. Cahiller zaten öğrenmeye karşı kibirli. Boyalı prensiplerse, gözleri kör ediyor. Diplomalar da, acemîleştiriyor. Unvanlara gelince, nicelerini şaşkınlaştırıyor. İmkânlar ise, çok kimseyi azdırıyor.

Çünkü terslik, işin içine sızmış.

İşte koca dünya, bu tersliğin kıskacında perişan.

Dünya devlerinin iyi niyetlerindeki terslik, ne ağır vahşetler meydana getiriyor. Yıllardır yüz binler ölüyor, milyonlar ölüyor. İnancına peygamber inceliğini değil, düşman kabalığını karıştıran kimselerdeki terslik; müslümanları hedef almış, en kötü ithamlar ve cinayetlerle ülkeleri mahvediyor. Her gafil, aslında bıçağı kendine batırıyor. Asıl düşmanları lâkin mest ediyor sadece.

Artık;

Îmanlardaki eğriliği düşman ayarıyla değil, peygamber ayarıyla istikametlendirmek şart.

Kulluk rotasını ilâhî teraziye göre belirlemek zarurî.

Artık;

Zaman, tersliği düzeltme zamanı.

Vakit; ellerdeki, dillerdeki ve gönüllerdeki tersliği doğrultma vakti.

Çünkü doğrultmadıkça;

Ham ruhlar, doğruluk adına terslik için bahane arıyor. Firavun akıllar, rahatlık adına mel’anetlere bahane arıyor. Canavarlar, kendilerini korumak adına çok masum görüntülü perdeler ardında en ağır zulümlere bahane üretiyor. Dişsiz diye merhamet adına kardeş kardeşi yemeye bahane üretiyor. Daha nice ters bahanelerle ne cürümler, ne mel’anetler, ne katliâmlar, ne hüsranlar peş peşe…

Hepsi;

Kaktüs ruhlu yetişmiş ters insanların faturası.

Kaktüs gibiler, her şeyi perişan ediyor. Sanatı da, sanatkârı da. Her ürettiklerinde kalpleri öldüren bir eğrilik ve terslik var.

Oysa insanlığa gül gibi olmak gerekli.

Cennet misali neticelere ulaşmak için yine gül gibi olmak, şart.

En müstesnâ güller ise, gönüldekiyle aynı lisan ikliminde yetişen güller.

Bu bakımdan ârif mü’min, beyanın özü olan sözü;

İlâhî ölçülere göre evvelâ ve illâ «doğru söz» özelliğiyle hâsıl eder. Sonra onu, yüce terazinin «yerli yerinde söz» inceliğiyle tartar. İçine mutlaka «yumuşak söz» mayası katar. Bir de onu, «gönül alıcı söz» olana dek yoğurur. Bilhassa en acı fırında bile «tatlı söz» olarak pişirir. Tam kıvamında «güzel söz» hâline getirir. Nihayet «kalbe tesir edici söz» maharetiyle ikram eder. Böylece «en güzel söz» tecellî eder…

Ehl-i îmân için «sarsılmaz söz» ekseni işte budur!

Ancak o eksende;

Cennet mühürlü «selâm» vardır.

Selâmet vardır.

Hidâyet vardır.

Dolayısıyla;

Bu kıvamda sözlerin karşısında yer alan bütün lâkırdılar her zaman hükümsüzdür. Nice «yaldızlı söz» maskesi kullanılsa da o lâkırdılar hakkında Cenâb-ı Hakk’ın bizzat kullandığı tabirler; «çelişkili söz», çünkü «yalan söz», çünkü «boş söz», çünkü «çirkin söz», çünkü «kötü söz», çünkü «ileri-geri vebâli ağır söz», velhâsıl «Allâh’ın râzı olmadığı söz» ifadelerinden ibarettir.

O hâlde;

Ağzın güzelim sözlere olmuşsa mezar,
Tüm dilleri bilsen ne çıkar, sâde zarar!
İnsanla konuşmak mı murâdın, dostum,
Bir tatlı dil öğren, onu herkes anlar!.. (Seyrî)