DİKENİ GÜLE DÖNDÜREN AHLÂK MÜŞRİK MİSAFİR

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

 

Devir, asr-ı cehâletti.

Zulüm bataklığında ve küfür karanlığında insanlık can çekişmekteydi. İnsanlık, nefsâniyetin hoyratlığı, kabalığı ve katılığı elinde perişandı.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz böyle bir devirde vazifeye başladı. Âdetâ bataklıktaki insana; sabırla, hilimle, af, cömertlik ve merhametle yaklaştı. Cemâlî sıfatlarla, muhabbetle el uzattı. Temizledi, tezkiye etti, arındırdı…

Hint Okyanusu’nun dibindeki insanı, Himalaya’nın zirvesine çıkardı. Câhiliyye insanlarından, fazîletler medeniyeti meydana getirdi.

Hazret-i Mevlânâ, hikâye üslûbuyla Efendimiz’in dikenleri güle dönüştüren ahlâkını şöyle anlatır:

Birtakım müşrikler, akşam vakti mescide gelip Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e misafir oldular.

Dediler ki:

“–Ey bütün dünyadaki insanları mânen misafir eden yüce insan! Biz buraya, Sana misafir olarak geldik. Yiyeceğimiz, içeceğimiz yok. Ayrıca biz çok uzaklardan geldik. Burada tanıyanlarımız da yok. Haydi keremini, ihsânını göster, biz garipleri sevindir.”

Peygamber Efendimiz ashâbına seslendi:

“–Ey dostlar! Bunları pay edin, evlerinize götürün, ikramlarda bulunun, çünkü siz, benimle aynı haslettesiniz yani cömertsiniz.”

Ashabdan her biri bir misafir seçti, götürdü. Aralarında benzeri olmayan, iri yarı, kaba-saba biri vardı. Bu fil gibi adamı, kimse evine götürmeye cesaret edemedi. Kâsedeki şerbet tortusu gibi mescidde yalnız kalakaldı. Onu, Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aldı, hâne-i saâdetine götürdü.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in süt veren yedi baş keçisi vardı. Keçiler yemek vakti sağılmak için evde idi. Kıtlık babası gibi olan o iri misafir; sofradaki ekmeği ve yemeği tüketti, o yedi keçinin sütünü de tamamıyla içti. Bütün ev halkı bu duygusuz nâdân insana öfkelendi.

Çünkü bütün ev halkının gıdası, bu insafsızın midesine inmişti. O obur adam karnını davul gibi şişirdi, sekiz-on adamın yiyeceğini yalnız başına yedi. Yatma zamanı gelince de bir odaya girdi. Hizmet eden kızcağız; hodgâm yaradılışlı bu insana öfkesinden, kapıyı üzerinden kilitledi. Dışarıdan kapının zincirini taktı.

Misafirin gece yarısı dışarı çıkması lâzım geldi. Sabaha kadar karnı ağrıdı. Yatağından fırlayıp kalktı. Kapıya doğru koştu. Elini kapıya götürünce, onun zincirli olduğunu anladı. Kapıyı açmak için uğraştı, durdu. Fakat açamadı. Sıkıştıkça sıkıştı. Oda kendine dar gelmeye başladı. Şaşırdı kaldı. Ne dermanı vardı, ne rahatı… Çare olmak ve sıkıntısını unutmak üzere uyumak için kıvrıldı, uyudu. Rüyasında kendini bir vîrânede, yıkık bir yerde gördü. Hatırında yıkık bir ev vardı. Rüyada da kendine orası göründü. Kendisini, tenha bir yıkık yerde görünce, oracıkta abdestini bozuverdi. Uyanıp da yattığı yeri pislik içinde görünce, utancından deli gibi oldu;

“–Bu gece bir geçse de, kapının açılmasını duysam.” diye beklemeye başladı. Bu bekleyiş; böyle pislik içinde görünmemek için, kapı açılınca ok yaydan fırlar gibi kaçmak içindi.

Sabahleyin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Oda kapısını açtı. O yolunu kaybetmiş adama yol verdi. Ancak Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kapıyı açarken o rezil olmuş kişi görüp de utanmasın diye kendisini gizlemişti. Misafir kaçtı gitti.

Fakat hâne halkından biri, pislik bulaşmış yatağı aldı, Peygamberimiz’in huzûruna getirdi. Sanki; «Bak!» diyordu, «Misafirin mârifetini gör.» Âlemlere Rahmet olan Peygamber Efendimiz, gülümsedi;

“–Bana o su kabını getir, hepsini kendi elimle yıkayayım.” diye buyurdu.

Orada bulunanların hepsi de yerlerinden fırladılar ve utançlarından dediler ki:

“–Canımız Sana kurban olsun. Sen bırak da pisliği biz yıkayalım. Bu iş, el işidir. Gönül işi değildir. Biz Sana hizmet etmek için yaşıyoruz. Hizmeti Sen yaparsan biz ne işe yararız?”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“–Bana olan sevginizi biliyorum. Fakat, bunu şu an benim yıkamamda bir hikmet var.”

Ev halkı, Peygamber’in bu sözünü duyunca, bu işin derûnundaki sır meydana çıksın diye beklemeye başladılar. Peygamberimiz o pisliği yıkamakta, Allâh’ın emrine candan uymada idi. Çünkü mübâreğin gönlü; «Bunları Sen yıka.» diyordu. Bu işte kat kat hikmetler vardı.

MİSAFİR DÖNÜNCE

O îmansız misafirin küçük bir putu, bir muskası vardı. Boynuna takıyordu. Onun kaybolduğunu anlayınca kararı kalmadı. Kendi kendine dedi ki:

“Bu değerli ilâhımı (!) haberim olmaksızın, yattığım odada bırakmış olmalıyım.”

Yaptığı kötü işten utanıyordu ama; boynuna astığı muska puta olan bağlantısı, utancını giderdi. Putunu aramak için koştu geldi. Hazret-i Mustafâ’nın odasında putunu gördü. Gördü ama kendisinin pislediği yatağı, Allâh’ın kudret eli ve rahmeti olan Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizzat yıkadığını gördü.

O an putu kalbinde kırdı, put muhabbetini gönlünden kazıdı. Kendine geldi, ulvî bir cezbeye tutuldu. Yenini, yakasını yırttı. İki elini yüzüne, başına vuruyor, kafasını kapı ve duvara çarpıyor;

“Ey akılsız baş!” diyordu.

Göğsüne vuruyor;

“Ey nursuz göğüs!” diye bağırıyordu.

Kendi kendine;

“Vicdan mahrûmu zavallı!” diyerek secdeye kapanıyor;

“Ey yeryüzünün şânı, şerefi olan yüce insan! Sen’in keremine karşı gösterdiğim gafletten utanıyorum.” diyordu. Muzdarip bir gönülle yeryüzüne sesleniyordu:

“Ey hikmetlerle dolu yeryüzü! Sen Allâh’ın emrine uyuyor, O’na boyun eğiyor, O’nun aşkı ile dönüp duruyorsun; ben ise senin üstündeki nimetlerle perverde olan âciz bir kimse olduğum hâlde nefsime mağlûbum. Azıyorum. Sen; Allâh’a karşı hor, hakir oluyor, ondan titreyip zikrediyorsun. Ben ise, O’nun emirlerine karşı geliyorum. Yazık bana!..”

Her an yüzünü göğe kaldırıyor, Hazret-i Peygamber’e;

“–Ey cihânın kıblesi, Sana bakacak yüzüm yok!” diye feryâd ediyordu.

Onun cezbe hâli, titremesi, çırpınması hadden aşınca, Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; o küfürden kaçmak isteyen zavallıyı can sarayına aldı, huzura kavuşturdu. Onun vîrâne olmuş gönlünü ihyâ etti. Ona ince, derin ve esrarlı sözler söyledi. Böylece, daha evvel putunun zebûnu olan gafil kişi, daha önce yabancısı olduğu bu ahlâk ve hassas gönül karşısında, yakın bir dost oluverdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, o mânâ padişahının lütuflarından, engin tevâzû sahibi oluşundan şaşırdı kaldı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;

“–Bu tarafa gel.” diye buyurdu. Adam ağır bir uykudan uyanır gibi, uyandı, o tarafa geldi. Dedi ki:

“–Ey Allâh’ın birliğinin şahidi, bana kelime-i şahâdeti öğret… Allâh’ın birliğine îman ve Sen’in peygamberliğini tasdik edip saâdet kervanına katılayım. Ben artık bu kaba varlıktan, bu duygusuz vicdan ve fil bedenimden usandım, artık îmânın sonsuz sahrâsına varayım.”

Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o adama îmânı tâlim etti. O mübârek kelime-i tevhîdi, yani;

«Lâilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah» demesi, bağlanmış düğümleri çözdü. Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Bu gece de, hem hânemizin, hem gönlümüzün misafiri ol.” diye buyurdu. Müslüman olan o bahtiyar adam dedi ki:

“–Vallâhi nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim, ebede kadar Sen’in misafirinim. Ben ölü idim, beni dirilttin. Artık ben Sen’in âzatlı kölenim. Sen’in kapıcınım. Zaten dünya da, âhiret de Sen’in şefaat sofranın misafirleridir.”

O gece bedevî, Hazret-i Peygamberin misafiri oldu. Bir tek keçiden sağılan sütün, ancak pek azını içti. Sonra şükretti ve sofradan çekildi.

Peygamber Efendimiz;

“–Süt iç, ye.” diye üstüne düştü ise de, o yeni mü’min dedi ki:

“–Vallâhi ben gerçekten de doydum. Utandığımdan yahut riyâkârlık ettiğimden böyle konuşmuyorum. Artık, Sen’in feyzinle dolu bir lokma, yüzlerce lokmaya bedel oldu; ben, dün geceki oburca yiyişimden daha fazla doydum…”

Bütün ev halkı;

“–Bu gövdeli kandil, bir damla zeytinyağı ile nasıl oldu da doldu?” diye şaştı kaldı. Aralarında fısıldaştılar:

“–Bir ebâbil kuşunun gıdası, böyle bir filin karnını nasıl doyurdu? Hayret; fil vücutlu adam, sivrisinek kadar yiyor!”

Hâsılı kâfirlik hırs ve zilletinden kurtulunca, bu ejderhâ mide, bir karınca gıdası ile doydu, gitti.

İşte Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in azametli ahlâkı…

Kâfiri mü’mine, obur bir şahsı kanaat deryâsına dönüştüren fazîlet…

Nice azgın rûhu, itaatkâr, boynu bükük bir gönül eyleyen, gözü kanlı, gaddar yürekleri birer merhamet ummanına çeviren ahlâk…

Gönülleri dergâh hâline; muzdaribin barınağı, sığınağı ve kucağı eyleyen bir gönül daveti.

Kendini devrin akışındaki bütün menfîliklerden mes‘ul gören insanlar yetiştiren bir hassâsiyet ahlâkı…

Bu ahlâk, kötülüğü iyilik ve ihsân ile güzelleştirmeyi öğreten şu âyet-i kerîmenin hayata geçmiş hâli:

وَلَا تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَة اِدْفَعْ بِالَّتٖ۪ى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذٖ۪ى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمٖ۪يمٌ

“İyilikle kötülük bir olmaz.

Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle.

O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

Bu tavsiyeyi gerçekleştirebilmek, bu nebevî ahlâkı yaşayabilmek için büyük bir sabır ve fazîlet gerek. Şâmil bir merhamet ve engin bir affedicilik gerek…

Bu mükemmel ahlâk aynı zamanda cemiyette her türlü musîbetin şifâsı;

BELÂYI GİDERMENİN ÇARESİ

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Allâh’ın rahmetinin kemâli ve kerem deryâsının dalgalanması neticesinde her çorak yere yağmur yağıyor, her susuz yer suya kavuşuyor!

Ey hidâyete çağıran! Bilesin ki, kem gözün ilâcı, basîretli gözdür! Basîretli göz ve muhabbetle teveccüh, kem gözü ayağı altında ezip yok eder. Basîretli göz ve temiz nazar; Allâh’ın rahmetinin, kahrından daha üstün oluşundandır, rahmettendir. Kem göz ise, kahırdan, yani lânetten ileri gelir. Dolayısıyla muhabbetle teveccüh, Hakk’ın rahmetinden olduğu için, kem göze galip olur. Bu hâl, hadîs-i kudsîdeki;

اِنَّ رَحْمَتِى سَبَقَتْ غَضَبِى

«Rahmetim gazabımı geçmiştir.» (Buhârî, Tevhîd, 55) beyânının bir tecellîsidir.

Hem bilesin ki, Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı gelen düşmanlarına galip gelmiştir.

Öyleyse belâyı gidermenin çaresi, sitem veya zulüm etmek değildir. Onun çaresi affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder» nebevî îkāzı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedavi usûlünü iyi anla!..”

Nitekim, nebevî ahlâka göre; tebessüm ve tatlı söz de sadakadır. Bunlar da belâ dikenlerini, dostluk güllerine dönüştürecek muhabbet hamleleridir.

Hazret-i Mevlânâ, diğer hadîs-i şeriflerle de bu hakikate davet eder:

“Ey akıllı kişi! «Sen yerde olanlara merhamet et ki, gökte olanlar da sana merhamet etsin!» (Ebû Dâvûd, Edeb, 58) hadîsine kulak ver! Senden aşağı olana acı ki, senden üstün olan da sana acısın!”

“Dostundan bir cefâ gördünse, onun bin tane vefâsı olduğunu hatırla!.. Çünkü iyilik, günaha karşı bir şefaatçi gibidir.”

İslâm zarâfetinden henüz nasîbini almamış insanların davranışlarından incinmek, insanı incitmeye sevk etmemelidir. Mü’min; incinmemeyi ve incitmemeyi, Habîbullah Efendimiz’den tahsil etmelidir:

“Önemli olan, gül tabiatlı olabilmektir. Yani bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil; araya kış gibi çileler de girse onları bahar iklimiyle kucaklayarak bütün âleme bir gül olabilmektir.”

Hak dostu Es‘ad Erbîlî -kuddise sirruh- buyurur:

“Aşk gülistanının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”

“Dervişlik bostanında ızdıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam rüyamda Gül’ü görürüm!”

Hazret-i Mevlânâ’nın ve Es‘ad Erbîlî -kuddise sirruh-’nun işaret ettiği gibi, dikeni değil gülü görmeli, çilelerin kışını geçici sayıp dâimâ bahar olmalıdır. Bunun için günaha olan nefreti günahkâra taşımamalıdır. Çünkü her günahkâr; Allâh’ın ahsen-i takvîm üzere yaratıp mükerrem kıldığı, kâmil insan olmaya namzettir. Üzerindeki kirler yıkanırsa, tertemiz bir cevher kalır. Günahlarla paslanan kalp, tevbe ile temizlenir, takvâ ile cilâlanırsa; geriye huzûr-i ilâhîde en kıymetli metâ olan kalb-i selîm kalır.

Fakat günahlara bulanmış ve nefs-i emmâre yüzünden çirkef şeylere müptelâ olmuş bir kişi; sert ve katı îkazlarla intibâha gelmez, uyanmaz. Onu uyarıcı, uyandırıcı davetler ekseriyetle; uzaklaştırıcı, itici azarlamalar değil, kavl-i leyyin yani yumuşatıcı, ısındırıcı telkinler olacaktır.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel hulâsa eder:

“Gönle dedim ki, lütuf merhemi ol; inciten diken gibi olma!”

Yâ Rabbî!..

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce ahlâkından nasiplerle ahlâkımızı güzelleştir. O’nun incinmeyen ve incitmeyen muazzam ahlâkını, cennetin anahtarı olan sünnet-i seniyyesini yaşamayı bütün ehl-i îmâna müyesser kıl!

Âmîn!..