PEYGAMBERİMİZ’İ LÂYIKI İLE TANIYOR MUYUZ?

YAZAR : Aydın TALAY aydintalay@gmail.com

Misyonerler ve batılı ülkeler; saâdet ve selâmete ulaştıracak bir sistem ve rehberden mahrum olmalarına rağmen, sömürü üzerine kurulu hayat tarzları için harıl harıl çalışmakta ve hattâ bizim mukaddes dâvâmıza karşı gençlerimizin şevkini yok edecek her türlü gizli plân ve projeyi sergilemektedirler.

İşin en acı yanı; çağdaş, demokrasi ve benzeri süslü ve ambalâjlı kelimelerin arkasına sığınan yerli işbirlikçileri de çirkeflikte onlardan geri kalmıyorlar. Dışarıdan kendilerini ne kadar câzip ve sevecen göstermeye çalışsalar da Kur’ân’ın işaretiyle küfrün tek cephe olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır.

Acaba bizler, müslüman olarak; fert, toplum ve devlet bazında yüce Peygamberimiz’i lâyıkı veçhile tanıma ve sahip olduğu misyonu öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve yaşatmak konusunda ne kadar gayret içindeyiz? Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sadece kendi dönemindeki insanlara değil, bütün beşeriyete kurtuluşu gösterecek şekilde donatılmış yüce bir varlıktır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kuşatıcı ve mest edici rûhundaki engin şefkat ve merhameti, sadece bilmemiz yeterli değildir. Dünyanın dört bucağına -O’na sâdık bir ümmet olarak- mesajını her hâlimizle ulaştırmak borcundayız.

Bir düşünelim…

Peygamberimiz; Tâif’teki Benî Sakîf kabîlesine İslâm’ı tebliğe gittiği zaman, dünyanın en vahşî bedevîlerinden gördüğü dayanılmaz zulüm hakaret ve işkencelere rağmen, onlara zerre kadar bedduâ etmemiş, o mübârek ağzından sadece;

“Allâh’ım bilmedikleri için yapıyorlar.” sözleri dökülmüş ve gelecek nesillerinin hidâyetini talep etmiştir.

Başta aziz Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmak üzere, bütün peygamberler; toplum hayatına nizam vererek selâmete çıkarmak için gönderilmişlerdir. Kendileri; hayat boyu dediklerini yaşayan örnek bir kul olmayı, saltanat ve dünyalığa tercih etmişlerdir.

Muhterem Peygamberimiz’in gelmiş ve geçmiş bütün günahları affedildiği hâlde topukları yarılırcasına gece Mevlâ’sına namaz kıldığı, açlıktan karnına taş bağladığı çok iyi bilinmektedir.

Peygamberler bu yüzden; nice sıkıntılı günler yaşayıp, en mütevâzı hayatı sürdükleri hâlde dâvâlarından ve istikametten ayrılmamışlardır.

Peygamberler diğer insanlar gibi hayatın içinde ve mücâhede sahibidir. Lâkin şairin dediği gibi:

Muhammedun beşerun lâ kel-beşeri,
Bel hüve ke’l-yâkûti beyne’l-haceri.

“Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her ne kadar bir insan ise de rastgele bir beşer değildir. Taşlar arasındaki bir yakut gibidir O.”

Bu bakımdan O’nun mübârek adı geçtiği zaman salevât-ı şerîfe getirmeyen ve yabancı ülkelerde gördüğü câzibeye kapılıp, onların karşısında zillete düşenler; hangi seviye ve mertebede olursa olsunlar saygısız insanlardır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiği nizamda, bilgili ve özgür bir irade esastır. Hiç kimse bir başkasını zulüm ve aldatmaca ile bir inanca, fikre, felsefeye zorlayamaz. Başkalarının inanç ve mukaddes duyguları ile alay edemez.

Bu sebepten Allâh’ın Habîbi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bilginin kendisinde olduğu kadar, bilgilenme ve bilgilendirmede de sultayı, hakaret ve hissî duyguları asla kabul etmemiştir.

İslâm tarihi; özgür beyinlerin, silâha ve kan akıtmaya gerek kalmadan deniz dalgaları gibi İslâm’a koştuklarını kaydeder.

1997 yılında Amerika’ya seyahatimiz sırasında, New Orleans eyâletinde; «Akşam saat 18.00’dan sonra dışarı çıkmayın!» diye sıkı sıkıya tembih edilmişti. Bunun sebebini sonradan öğrendik. Zira orada zenciler yoğunlukta idiler. Beyaz Amerikalılardan çektikleri mezâlim ve hâlâ ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeleri yüzünden intikam alıyorlardı.

Hâlbuki vahiyle göreve başlayan bütün peygamberler; ırk, renk, cinsiyet, zengin ve fakir ayırımı yapmadan ve onları asla istismar etmeden dünyanın neresinde olursa olsun karanlıkta kalan bütün insanlara ulaşmaya çalışan müşfik bir el ve ışıktır. Bu bakımdan onlar nefsî üstünlük ve koltuk başarısı değil, kendilerine emredileni yapmayı hedeflemişlerdir. Tabiî ki âzamî gayret ve teslîmiyet içinde bulunduklarından, Allâh’ın yardımı gecikmemiştir.

Peygamber mesajında aklın elbette yeri vardır, ama her şeyin temeli ve esası kuru akıl (rasyonalizm) değildir. İslâm’da aklı olmayanın dîni yoktur; ama akıl vahye dayalı olmak, yani akl-ı selîm hâline gelmek borcundadır.

Bu hususta batının 17. yüzyıl Fransız ünlü matematikçi ve düşünürlerinden Blaise Pascal, «Düşünceler» adlı eserini şu ifadelerle bitirir:

“Ey âciz akıl ve âciz nefsim, haddinizi biliniz ve Rabbinize dönünüz.”

Kâinâtın sevgilisi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve diğer bütün peygamberler ilim ve hikmeti esas almışlardır. Öğrenme ile elde edilen bilgi, yalnız başına yeterli değildir. Hangi tür bilgi olursa olsun hikmetle yani bilgelikle kıymet kazanır. Hikmet, ahlâkî erdemlerin birleşmesinden meydana geldiği için ilme de hedefi o belirler. Hikmetsiz ilim, kuru bilgi hamallığı olduğu gibi nefsî istek ve arzuları her şeyin merkezi kabul eder. Onun için Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Hikmet mü’minin yitiğidir. Nerede bulursa oradan alır.” (Tirmizî, İlim, 19; İbn-i Mâce, Zühd, 17)

Batının keşifleri ve uzaya tırmanmaları da hikmetten uzak olduğundan, onlara hizmet değil hükmetmek gayesi taşır.

Vaktiyle Kamboçya’ya yardım amacı ile savaş uçakları gönderen Amerika’ya daha sonra ülkenin cumhurbaşkanı şöyle demişti:

“Keşke Amerika bize uçak göndereceğine, biraz îman gönderebilseydi?”

Allâh’ın yüce Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve diğer peygamberlerin en mümtaz vasıflarından biri de şahsiyet ve karakterleridir. Hepsi de yaratılış itibarıyla mükemmel, güzel ahlâk ve zekâca üstün ve övgüye lâyıktırlar. Bu vizyonda makbul olmayan hiçbir vasıf gösterilemez. Ahzâb Sûresi’nin 21. âyetinde meâlen şöyle buyurulur:

“Kesin olan şu ki, sizin için; Allâh’ın huzûruna çıkmayı umanlar, âhiret gününe inananlar ve Allâh’ı çok çok zikredenler için; Allâh’ın Rasûlü güzel bir örnektir.”

Örnek şahsiyetler; sözleri fiiliyatlarına harfiyen uyan, eğilip bükülmeyen insanlardır. İşte eğri kafaların peşin hüküm sahibi ve kin dolu sînelerin anlamaktan âciz oldukları husus budur. Peygamberlerin şahsiyetlerinde fizikî güç ve güzellik yanında, ahlâkî mükemmellik yer alır. Bu ahlâkta ciddiyet, vakar ve onur vardır. Yaşadığını sanan ölüler, burnu kibir bataklığına saplananlar ve onurunu kaybedenler bunu anlayamazlar.

İskoç yazar Carlyle, «Kahramanlar» adlı on ciltlik eserinin bir bölümünü aziz Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ayırmaktan başka çare bulamadığını belirtmektedir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in karakterinin sarsılmaz yapı taşları tevâzu, dürüstlük ve sabırdır.

Öylesine bir tevâzu ki hem kendisinin hem bütün muhataplarının var olan değerlerine saygı duyar. Efendimiz hiç kimseyi horlamadan, her insanla tatlı tebessümüyle temas kurduğu gibi musâfaha yaparken muhatabı elini çekmeden ellerini çekmezdi.

Bir zamanlar Diyamandi adlı bir Rum iken İslâmla şereflenip Rasûlullah aşkı ile boyanınca «Dahîlek Yâ Rasûlâllah» mümtaz şiirini yazan Abdülkadir KEÇEOĞLU şöyle diyor:

Gönül hûn oldu şevkınden boyandım yâ Rasûlâllah.
Nasıl bilmem bu hicrâna dayandım yâ Rasûlâllah.
Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Rasûlâllah.
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah.

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek,
Nasîb olmaz mı sultânım haremgâhında can vermek,
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek,
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah.

Bütün peygamberler gibi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ana vasıflarından birisi de gerek özel gerekse resmî işinde daima adâleti gözeterek zulme karşı koymasıdır. Pek çok haksızlığa maruz kalmasına rağmen hislerine kapılarak asla intikama kalkışmamıştır. Güçlü iken ve idarenin başında iken bunu nasıl yaptığını; paraya mahkûm vicdanlar değil, ancak tevhidî îman sahibi sâlih kişiler anlayabilir.

Peygamberlerin müstesnâ hasletleri saymakla bitmez. Bize düşen bunları çok iyi kavramak O’nun ümmeti olarak sünnetine sımsıkı sarılıp yaşayıp ve yaşatmaktır. Cahillere karşı verilecek en nezih cevap, bu olmalıdır. Cesaretli, mert ve korkusuz olmaları da ayrı bir güzellik teşkil eder. Hedefi gerçekleştirecek fazîletin insanı olduğundan, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birtakım bahanelere tenezzül edip sığınmamıştır.

Peygamberimiz’de engin cömertlik ve hamiyetperverlik vardır. İhtiyacı varken başkasını kendi nefsine tercih eden îsâr ahlâkını ancak O’nun yetiştirdiği sahâbede görebiliyoruz. Cömertlik bütün peygamberlerin mihenk taşı ve verimli toprağıdır.

Muhterem Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu konuda öylesine zirve idi ki bir gün bir bedevîye iki dağın arasını dolduracak kadar koyun bağışlamış, adam bir solukta kabîlesine giderek;

“Koşun, koşun! Muhammed -aleyhisselâm- her gidene böyle sürülerce koyun veriyor!” demiştir.

Başkalarının sıkıntı içinde olmaları Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i son derece üzer, kötü tavır ve düşünce sahiplerini bu hareketlerden men etmeye çalışırlardı. Bu hamiyetperverlik sadece müslümana karşı değil, bütün yaratılanlara karşı aynı derecede idi.

Vefâ, çalışkanlık, kanaatkârlık, müjdeci ve birbirinden güzel sayısız meziyetler başta Rasûl-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmak üzere bütün peygamberlerin prensiplerinden olduğu için, O’nun sünnetine uyarak rehber edinmekle hem Rabbimizi hem de bütün peygamberleri hoşnut edebiliriz. O’nun ilkelerinin tamamını saymak ve sıralamak bu âciz kardeşinizin haddi değildir.

Ancak ümmet olma şerefi cehd, gayret ve zevkle çalışmak ister. Zira mahşer dehşeti içinde bütün peygamberler Rasûl-i Zîşan -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e giderek şefaat dileyeceklerdir.

Bu bakımdan basite almadan; önce nefsimiz, sonra aile, akraba ve dostlarımız, komşu ve çevremiz daha sonra bütün insanlık âlemi için sünnet-i seniyyeyi tanımak, tanıtmak, sevmek ve sevdirmek için yarışa var mısınız?

En fecî çilelere rağmen, tebliğindeki kararlılık, süreklilik ve açıklığı elden bırakmayan yüce Peygamber’in ümmeti olarak iyiliği emredip, kötülüğe mâni olmanın ana prensiplerini öğrenerek malımız, canımız ve çevremizle birlikte cân u gönülden çalışmaya başlayalım mı? Ancak böylelikle hem O’nun şefaatine mazhar olur, hem ümmetin fesâda gittiği bu dönemde büyük sevap kazandığımız gibi dünyada dirlik düzen ve saâdet sağlamış oluruz.

Yoksa başkalarının tesirinde kalıp, öfke ve gayza kapılarak karanlığa küfretmek bizim işimiz değildir. Atâlet ve meskenet müslümanın harcı değildir.

Allah rızâsı için akraba, komşu ve çevreden sormayanı soracak, aramayanı arayacak ve kötülük edene iyilik edeceğiz. İnşâallah böylelikle Efendimiz’i anlamaya çalışabilir ve yolundan gidebiliriz. Rabbim cümlemize bu konuda gayret, selâmet, afiyet ve muvaffakiyetler nasip buyursun. Âmîn…