GÜLCEMAL İLE GÜLNİHAL

YAZAR : Dr. Çetin DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com

Küçükken rahmetli dedem elimden tutar beni dolaştırırdı.

Beraber yaptığımız bu gezintilerde hem etrafı seyrederdik, hem de muhtemelen ileride kullanılmak üzere bana eski hâtıralarından bahsederdi. Bu sayede dağarcığımı hayat tecrübeleri ve hikmet hazineleri ile doldururdu.

Meselâ bir tanesi var ki hiç unutmuyorum:

Rahmetli, askerliğini Kars’ta yapmış.

Askerliği esnasında; o günün zor şartlarında yaşanan problemler, insanı yorgun düşüren sıkıntı ve çileler… ilâveten bir de ciddî bir haksızlığa uğramış.

Kaldıramayacağı bir haksızlığa olumsuz karşılık verip de, ömür boyu başının derde girmesinden ise, belâdan uzak durup, daha farklı bir çözüm niyeti ile kaçmış.

Aslında o; askerlikten değil, o belâlı vâkıaya düşmemek, şeytana uymamak için mecburen kaçmış.

Nitekim aradan birkaç ay geçtikten sonra da, kendiliğinden askerlik şubesine gidip durumu anlatmış ve teslim olmuş. Serde delikanlılık da var ya, asker kaçağı durumuna düşmeyi kim ister?

Ancak iyi niyetli de olsa yaptığı yanlışın karşılığı olarak cezaevine konulmuş.

Tabiî bu onurlu ve uyumlu davranışından ötürü de ayrıcalıklı ve toleranslı bir muamele görmüş; bu sayede ona farklı pencereler açan ve hayata dair güzel hâtıralarla dolu, 3 ay süren cezaevi günlerinden sonra, askerliğini tamamlamış.

Nur yüzlü dedeciğim, işte o günleri bir gün bana uzun uzun anlattı. Ne kadar anladığıma dikkat ederek bazı noktaları da ibret için özellikle vurgulamaktaydı:

“–Eee, herkes yaptığını çeker! Ben de bir başka hataya düşmeyeyim diye, Yûsuf -aleyhisselâm- gibi, mahpushânelere de düştüm evlâdım!

Hey gidi medrese-i Yûsuf!

Orada mahkûmların ayaklarında, cezalarının miktarına göre büyüklükleri, dolayısıyla da ağırlıkları değişen, uçlarında kara demir gülleler olan, zincirler (prangalar) vardı. Günler ve geceler, zincirlerle ayağa bağlı olan o gülleler ile birlikte geçerdi.

Onların en büyüğünün mahkûmlar arasındaki adı «Gülcemal» idi.

Hani abartmış gibi olmayayım ama Çanakkale’de Seyit Onbaşı’nın kaldırdığı top mermisine benzetirdim ben onu.

Ayağına onun takılı olduğu mahkûm, tek başına onunla bir adım bile atamazdı. Ayakyoluna gitmek gerektiğinde ise ancak birkaç arkadaşı sayesinde, o da, sürükleye sürükleye yürüyebilirdi.”

Merakla sordum:

“–Dedeciğim, Gülcemal ne demek?”

Tatlı tatlı gülümsedi:

“–Evlâdım aslında Gülcemal; gül yüzlü, güzel yüzlü demek, ama mahkûmlar, içerisinde bulundukları bu durumu bir nevi tezat ve târiz sanatı ile dile getirmiş oluyorlardı. Kimsenin yüzünün gülmeyeceği vaziyetin alâmeti olan güllelere; gül yüzlü diye, aslında, kendi akıllarına bir bakıma dokunduruyorlardı. İbret ve hisse ifadesi olarak tabiî… Bir de psikolojik rahatlama için elbette…

Ayaklarda sadece Gülcemal yoktu, bir de onun biraz küçüğü vardı. Onun adı da Gülnihal’di.

O, koca bir balkabağı kadardı; ama onu taşıyan hiç olmazsa kendi kendine zincirinden çekebiliyor, sürükleyebiliyordu.”

Bu sefer merakla onu sordum:

“–Dedeciğim Gülnihal ne demek?”

Yine ince ince güldü:

“–Aslında Gülnihal de diğeri gibi güzel bir ifade. İnce zarif, gülfidanı gibi demek evlâdım. Ancak, o kabak kadar demir gülle de, bir gülfidanına benzemiyordu tabiî; aynı Gülcemal’de olduğu gibi mahkûmlar kendi kendilerini avutuyorlardı.

Yani isimlerde gül kelimesi olsa da vaziyet dikenlikti, acıydı, cezaydı, ibretlikti sadece…

Bu gülleleri taşıyan müebbetlik, ağır cezalık mahkûmlar; diğer mahkûmlar gibi, yatarken bile o gülleleri yanlarına bir çocuk gibi koyarlardı. Yani uykuda dahî onlarla beraberlik zorundaydılar.

Ancak cezası az olan mahkûmlar; mahpushânedeki havalandırmada volta atarken, gülleleri daha hafif olduğundan, onları zincirleri ile omuzlarına atıp öyle yürürlerdi.

Ben yapı ustası olduğumdan, çoğunlukla gündüzleri imar işlerinde çalışmak üzere mahpushâneden çıkarılır, geceleri de işlediğim o faydalı işlerimin sebebiyle mahpushâne kumandanının bana öğrettiği bir yolla prangamın kilidini açar, rahat rahat uyurdum. Çünkü ayağımda Gülcemal ve Gülnihal gibi bir belâ yoktu, çok şükür!”

O gün bu ifadelerden sonra dedem sustuğunda ben de susmuş ve Gülcemal ile Gülnihal isimli ayağa zincirli ağır gülleleri hayal etmekten başka bir şey düşünmemiştim…

Çünkü yaşım küçüktü.

Fakat herhâlde; dedemin maksadı da buydu, şimdi düşünüyorum ki:

Kötülüklerle dolu olan dünya, bir zindan. O zindanda gaflete düşenlerin ayaklarında da nice zincirler, prangalar var. İşlediğimiz günahlar miktarınca ayaklarımıza o zincirler ile farklı farklı gülleler bağlanıyor.

Görmediğimiz gülleler.

Her biri bir ömür kâh sürüklediğimiz, kâh sırtımızda taşıdığımız günah gülleleri. Bu günahlar; mahkûmların hayatlarını zorlaştıran o prangalar gibi, mânevî hayatlarımızı güçleştirip, cehenneme çevirmez mi? Bize ayak bağı olur da, sonunda ebedî mahkûmiyete doğru sürüklemez mi?

Öyleyse; sayısız günah tuzaklarıyla dolu dünyada, mâneviyâtı yüksek, sâlih ameller işleyen, kâmil kullardan olmaya gayret etmek şart.

Bu istikamette yüce Allah, gerçek tövbeler lutfetsin!

Bilmeden, istemeden işlediğimiz günahlardan kurtulmayı sağlayacak yolları öğreten, mürşid-i kâmiller nasip etsin.

Âmîn…