Câhiliyet Medeniyetinin Bütün Mârifeti; İNSANLIĞA VEDÂ!..

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Tarih, tekerrür ediyor.

Câhiliyet ile hidâyetin mücadelesi.

Hidâyet; her fırsatta insanlığa adâleti, merhameti, şefkati ve iki dünya huzurunu kazandırmak için çırpınıyor.

Câhiliyet de; her fırsatta, insanlığı zulme, düşmanlığa, karanlığa, felâkete ve iki cihanda da hüsrana sürüklüyor.

Tarihin akışında, sebeplerin hareketliliği ve kudretlerin mevsim değişiklikleri dolayısıyla bu mücadele her devirde devam ediyor.

Bir yanda arsız, amansız ve vicdansız zalimler; bir yanda cılız ve zayıf masumlar, mazlumlar, muzdaripler, feryatlar.

Tabiî ki en sonunda;

Mutlaka ilâhî adâletin tecellîsi hâkim.

Meselelerin gidişâtında ise;

İnsanlık tarihi, bir bakıma insanlığın imtihan tarihi.

Sualler belli, cevaplar belli.

Öyle de;

Câhiliyet erbabı, her zaman sebeplerin harman yerinde şaşkın. Yanılgılar, aldanışlar, hatalar, taşkınlıklar, rezaletler, isyanlar, fecaatler, mezâlimler ve felâketler ile iç içe.

Bu yüzden;

Onların dünyasına, hidâyet yabancı kalıyor.

Hakikate mağlûp düşseler de hakka yönelmeye basîretleri yetmiyor. Haksızlığı tercih ediyorlar.

Hele maddî gücü kendileri elde etmişse, onların imtihan sayfaları en ağır rûhî kayıplarla doluyor.

Zaten;

Globalleşen dünyada, demirin terakkîsi, bu yüzden yegâne mârifet zannedildi. Eşyanın ileri seviyede terakkîsi, bu yüzden insanlığın değer terazisi sayıldı. Teknik denilen maddî gelişmeler; insan rûhundan, gönlünden ve fazîletinden daha kıymetli ve faydalı olarak, bu yüzden, kabul gördü.

Bir de buna; medeniyet denildi.

Câhiliyet lügati de, bunu alkışladı.

Destekledi.

Teşvik etti. Başlara taç yaptı.

Ancak yaşananlara ve gelinen noktalara;

Hidâyet penceresinden bakıldığında, insanlığın önündeki medeniyet isimli tablo, daima;

Vahşet oldu.

Dehşet oldu.

Canavarlık oldu.

İki asırdır İslâm dünyasında acı acı seyrettiğimiz fecî âkıbetler, bu yüzden.

Dün Bosna’da yaşananlar bundan.

Hâlâ Filistin’de, Afganistan’da, Irak’ta yaşananlar bundan.

En beter şekilleriyle;

Suriye’de yaşanan şenaatler, katliamlar, hunharlıklar bundan.

Mısır’da yürekleri dağlayıcı mezâlimler de bundan.

Çünkü;

Câhiliyetin medeniyeti, hidâyetten uzak.

Merhametten uzak.

Şefkatten uzak.

Vicdandan uzak.

Hâsılı;

İnsanlıktan uzak.

O, insan rûhunu sadece eşyaya kurban etmiş.

Beyni de, demirin soğuk renginde dondurmuş.

Kalbi ise, bombaların yangınından zevklenen bir kuru robotun hissiyat merkezi yapmış.

Çünkü o,

Ancak zulümden nemalanan bir medeniyet.

Bu sebeple;

Onun mazlumlara uzatacağı her çare; sadece ambalâj itibarıyla derman gözüken, fakat muhtevası bakımından yeni bir zulmün nöbet değişikliğinden ibaret.

Bu yüzden;

Bugün tüm dünyada ikinci bir câhiliyye devri yaşanıyor.

Zalimlerin keyfi için insanlığın keyfiyeti bombalanıyor. Rûhânî iklimler, bebekten yaşlıya herkeste târumâr ediliyor. İnsanlıktaki mânâ; zehirli bir maddeperestlik eliyle zedeleniyor, doğranıyor, çiğneniyor, parçalanıyor, perişan ediliyor.

Dün;

İnsan insanın iptidâî/ilkel kölesiydi.

Bugün;

Yine insan insanın kölesi hâlinde. Ancak işler modern yürütüldüğü için gayet normalmiş gibi gösteriliyor.

Aslında;

1400 küsur sene önceki câhiliyye devri ile bugünkü arasında muhteva bakımından hiçbir fark yok. Sadece gardırop farkı var. Birinin kölelik anlayışı iptidâî/ilkel idi, diğerininki modern. Ne fark eder, ikisi de kölelik değil mi? Üstelik modern kölelik; daha bilgiç ve zulüm imkânları ile donanmış olduğu için, iptidâî olandan kat kat daha zalim, kat kat daha vahşî. Ne hazin ki, adı ise, çoğu kere hürriyet/özgürlük!

Lâkin;

Bu isim güzelliği; çeşitli ideolojik sistemlerin, insancı geçinen yönetim modellerinin yalnız vitrin bölümünde mükemmel. Mutfak kısmına geçtikçe sesli ve sessiz feryatlar kulakları patlatıyor. Cinayetler, şenaatler ve hunhar katliamlar, ruhları ürpertiyor. Gaddarlıklar, yürekleri kanatıyor.

Çünkü mutfak kısmında;

O câhiliyet medeniyeti, her türlü fazîletten vazgeçiyor. Öne çıkardığı ve allayıp pulladığı her türlü cazibeden vazgeçiyor ve ancak bağrındaki virüsün emrine göre hareket ediyor. Hele müslümana fayda sağlayacak bir pozisyon oluşursa; hattâ kendi zerk ettiği demokrasiden de vazgeçiyor, insan haklarından da, çocuk haklarından da, medeniyet lâkırdısından da. Yani vazgeçmediği fazîlet bırakmıyor, vazgeçmediği ahlâk bırakmıyor, vazgeçmediği hakikat ve insaniyet bırakmıyor.

İşte bunun için;

İnsanlığın yegâne çaresi, illâ ki hidâyet medeniyeti.

Yani;

Özü de, sözü de, yüzü de mütebessim ve ilâç gibi olan bir merhamet medeniyeti.

Şefkat medeniyeti.

Hakikî bir vicdan medeniyeti.

Tam ifadesiyle;

İslâm medeniyeti.

En mükemmel ve en muazzam şekliyle asr-ı saâdette yaşanan bir fazîletler medeniyeti.

O medeniyet;

İnsanlık için; yegâne derman, kurtuluş ve saâdet reçetesi bir medeniyet.

İşte;

Dünya, her zaman ona muhtaç.

Mısır, Suriye, Irak, Filistin, bütün İslâm memleketlerinde müslümanların huzur nefesi alabilmeleri için çözüm, o hidâyet medeniyeti.

Asla;

Mutfağı vahşet dolu bir câhiliyet medeniyetinin vitrindeki sırıtık çareleri, derde devâ değil.

Çünkü o sırıtıklar;

Keseceği koyunu okşayan kasabın sahte tavrından ibaret.

Bir bakıma onlar da;

Zulmün bir başka çeşidi. Daha doğrusu, göz kamaştırıcı cilâlara bürünmüş bir zulüm tuzağı.

O tuzaklarda;

Seyredin;

İnsanlık ne hâlde? Vicdanlar ne hâlde? Yavrular ne hâlde? Anneler ne hâlde? Binalar, kütüphaneler, mâbedler, evler, sokaklar ne hâlde? Kuzular, karıncalar ne hâlde? Gözler ne hâlde? Tebessümler ne hâlde?

Hâsılı;

Dünyanın her yerinde;

Câhiliyet medeniyetinin bütün mârifeti:

İnsanlığa vedâ…

İllâ ki zulüm…

Sonra yine zulüm…

Çare olarak da yine bir başka zulüm…

Çünkü;

Câhiliyet medeniyeti, daima zulmün talibi ve âşığı.

Göze batarsa, ambalâj değişikliği yapıp yine zulme taraftar.

Hâl böyle olunca;

Câhiliyet medenîleri de; aynı saplantı, aynı gaflet ve cehâlet içinde yaşıyorlar. Ehl-i İslâm arasından da aynı tuzağa düşenler de olmuyor değil, ne yazık ki. Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın îkazı, çok açık ve çok mânidar:

“Câhiliyye devri hükmünü mü istiyorlar?

Yakînen bilen bir millet için;

•Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?

Ey îmanlı kimseler!

–Yahudileri de hıristiyanları da dost olarak benimsemeyin!

–Onlar (sadece) birbirlerinin dostudurlar.

–Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır.

–Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez!

Buna rağmen, görürsün ki;

Kalbi hasta kimseler;

•«–Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz!» lâkırdısıyla,

•Onların (zalimlerin) arasına koşup duruyorlar.

Fakat Allah;

•Yakın bir fetih, veya

•Katından bir emir getirir ve,

(İşte o zaman) onlar;

•İçlerinde gizledikleri şeye/nifâka,

•(Yana yakıla) pişman olurlar.” (el-Mâide, 50-52)

Bu sebeple;

İnsanoğlunun vakitlice pişman olup da ebedî azaptan kurtuluşu için, Hazret-i Allah; zalimlerin acıklı hâllerini Kur’ân-ı Kerim’de her vesileyle beyan buyurur:

“De ki:

–Gerçek Rabbiniz’dendir.

–Dileyen inansın,

–Dileyen inkâr etsin!

Ne şüphe;

Zalimler için;

•Duvarları çepçevre,

•Onları içine alacak bir ateş, hazırlamışızdır.

Zalimler, (o ateşin içinde) yardım istediklerinde;

•Erimiş maden gibi,

•Yüzleri kavuran bir su, kendilerine sunulur.

•Ne kadar kötü bir içecektir o!

İşte;

Cehennem, ne kötü bir durak!” (el-Kehf, 29)

Mesele;

Bugünden o günleri idrak edebilmek. Görebilmek. Şuurlanmak. Yoksa insanoğlu, en ağır zulmü bile bir medeniyet ve şahsî hak olarak görebiliyor. Cehennemin etrafındaki yeşilliklere aldanıyor. Onları nimet sanıyor. Cennetin etrafındaki sıkıntıları da azap zannediyor. Şuursuzca cehâlete sürükleniyor. Fakat:

“O gün;

Zalim kimse;

Ellerini ısırarak der ki:

–Keşke Peygamber’le beraber bir yol tutsaydım.

–Vay başıma gelene!

–Keşke falancayı dost edinmeseydim.

–Vallâhi, beni, bana gelen Kur’ân’dan o saptırdı.

–(Şu) şeytan, insanı (nasıl da) yalnız ve yardımcısız bırakıyor!” (el-Furkān, 27-29)

“(Ey Rasûlüm! Zulmü seçerek);

–Hevâ ve hevesini,

–Kendisine,

–Tanrı edineni gördün mü?

–Ona Sen mi vekil olacaksın?

Yoksa;

Çoklarının;

–Söz dinlediklerini veya,

–Akıl ettiklerini mi sanırsın?

Onlar;

–Hiç şüphe yok ki, davarlar gibidir,

–Belki daha da sapık yolludurlar…” (el-Furkān, 43-44)

Nefsine uyup zulme saplananların ne hâle düştükleri, gayet açık. Yaptıkları da.

Ancak unutmamalı ki;

Mazlumlara ve masumlara sahip çıkan bizzat Cenâb-ı Hak. Kısa vâdede belki acı imtihanlar yaşanıyor. Bunda murâd-ı ilâhî, bin bir hikmetle dolu. Lâkin uzun vâdede, yani her gerçek nihayette; daima yüce Mevlâ, irade ve hükmünü icrâ ediyor. En son netice; her zaman mutlaka zalime kahır, mazluma ise merhametten ibaret. Bu hakikati Kādir-i Mutlak; bütün mazlumların, zayıfların ve âcizlerin idrak etmesi ve zalimlerin de tevbeye sarılıp akıllanması için âyetlerde şöyle ifade buyurur:

“Sakın;

–Zalimlerin yaptıklarından,

–Allâh’ı habersiz sanma!

Onları Allah;

–Gözlerin dışa fırlayacağı bir güne kadar,

–Ertelemektedir.

O gün onlar;

–Başları kalkmış,

–Gözleri kendilerine dönemeyecek şekilde donmuş,

–Gönülleri bomboş hâlde,

–Koşup duracaklardır!” (İbrâhîm, 42-43)

“Seyret;

•Zalimlerin sonu,

•Bak nasıl oldu!..” (Yûnus, 39)

“Nuh milletini de,

Peygamberleri yalanladıkları zaman;

•Suda boğduk!

Onları, insanlar için;

•Bir ibret kıldık.

Zalimlere;

•Can yakıcı azap hazırlamışızdır.

-Âd,

-Semûd milletleri ile,

-Resslileri ve,

-Bunların arasında birçok nesilleri de;

•Yerle bir ettik!

Her birine;

•Misaller vermiştik,

Fakat;

•Dinlemediler,

•Hepsini kırdık geçirdik.”

Yemin olsun;

•Belâ yağmuruna tutulmuş olan kasabaya uğramışlardı.

•Onu görmediler mi?

•Elbette gördüler, (ancak);

•Tekrar dirilmeyi ummuyorlardı.” (el-Furkān, 37-40)

“Akıl etmiyor musunuz?

Biz;

•Halkı zalim olan,

•Nice kasabaları,

•Kırıp geçirdik.

•Onların ardından başka milletler var ettik.

Onlar;

•Azabımızı hissedince,

•Süratle kaçışıyorlardı.

Dedik ki:

–(Boşuna) koşup kaçmayın!

–O içinde şımartıldığınız bolluğa ve yurtlarınıza dönün!

–Çünkü hesaba çekileceksiniz!

Dediler ki:

–Vay başımıza gelenlere!

–Gerçekten zalim insanlarmışız!

Biz, onları;

•Biçilmiş ot ve,

•Bir yığın kül hâline getirinceye kadar,

•Bu feryatları devam etti.” (el-Enbiyâ, 10-15)

“Sen,

O zalimleri,

•Rablerinin huzûrunda dikilmiş oldukları zaman,

•Suçu birbirine atıp dururken,

Bir görsen!” (Sebe’, 31)

“Zalimlere deriz ki:

–Ateşi yalanladınız,

–Şimdi, azabını tadın!

Bugün birbirinize;

–Ne fayda,

–Ne zarar verebilirsiniz!” (Sebe’, 42)

İlk insandan bugüne tarih boyunca bütün;

“… Zulmedenler;

•Kötülükleri kazanmışlardır,

•O kötülükler kendi başlarına gelecektir.

(Bilsinler ki;)

•Allâh’ı âciz bırakamazlar.” (ez-Zümer, 51)

“Yaptıkları şeyler başlarına gelirken, görürsün ki;

Zalimler;

•Korkudan titriyorlar…” (eş-Şûrâ, 22)

“(O) zalimlerin;

Azabı gördüklerinde, görürsün ki, dedikleri şu;

«–Dönecek bir yol yok mu?»

Görürsün ki;

Onlar;

•Aşağılıktan,

•Başları öne eğilmiş,

•Göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarken,

•Ateşe sunuluyorlar.

(Bu hâl karşısında) mü’minler şöyle der:

«–Hüsranda olanlar; kıyâmet günü kendilerini de, ailelerini de hüsranda bırakanlardır.»

İyi bilin ki;

Zalimler, sürekli bir azap içindedirler.” (eş-Şûrâ, 44-45)

Cenâb-ı Hak, zalimlerin başına kesinlikle gelecek olan ebedî azabın tam mânâsıyla fark edilmesini ve böylece insanoğlunun her türlü zulümden uzak durmasını murad ile Hazret-i Peygamber’e buyurur:

“Onları kıyâmet günü ile uyar!

O gün;

•Yürekler ağza gelecek,

•Endişe içinde yutkunacaklar!

O gün;

Zalimlerin;

•Ne dostu,

•Ne de sözü dinlenecek bir şefaatçisi olur…” (el-Mü’min, 18)

“O gün;

Zalimlere;

•Özür beyan etmeleri fayda vermez!

•Lânet onlaradır!

•Yurdun kötüsü de onlaradır!” (el-Mü’min, 52)

Zalime ceza, sadece âhirette değil. Dünyada da nice ilâhî intikam tecellîleri yaşanmıştır. Cenâb-ı Hak, bunun kendi kudreti için çok kolay bir mesele olduğunu beyan ile hatırlatır:

“Biz,

(Zalimleri helâk etmek için);

•Gökten bir ordu indirmedik,

•Zaten indirecek de değildik,

•Sadece korkunç bir ses…

O kadar!

•Derhâl sönüverdiler (ölüp gittiler)…” (Yâsîn, 28-29)

Yani;

Hiçbir zulmün ve kötülüğün yerde de gökte de sahibi yok. Var zannedilen ortam, sadece imtihan süresince iki-üç nefeslik yerde. Sonrası?

Bu hakikati; en bariz şekilde her zulmün ve kötülüğün âşikâr sonraları, açıkça dile getiriyor. Bütün sonralar diyor ki:

Ey zalimler!

Bakın, nerede Firavun? Nerede Nemrut? Nerede Hülâgû? Nerede Ebû Cehiller?

Bize duâ olarak öğretilen şu âyet ile de Allah, hepimize bu gerçeği itiraf ettirmiyor mu:

“Ey Rabbimiz!

•Sen ateşe kimi sokarsan, şüphe yok ki;

•Onu rezil etmiş olursun.

(Elbette);

•Zalimlere yardım edecek kimse yoktur!” (Âl-i İmrân, 192)

Fakat;

En zayıf iyiliğin, merhametin, adâletin ve şefkatin bile; hiç yenilmez bir kudreti, sahibi vardır. Her şeyin sahibi olan bir kudret sahibi.

Bu bakımdan;

Yapılması gereken, sadece adâlete sarılmak. Merhamet ve şefkate sarılmak. Hidâyet medeniyetine sarılmak. Zalimin karşısında, mazlumun da yanında yer almak. Hunharların karşısında, masumlarında yanı başında olmak.

Yoksa şu ilâhî îkaz da çok açık:

“Görene ve görülene yemin olsun ki;

•Hazırladıkları hendekleri,

•Tutuşturulmuş ateşle doldurarak,

•Onun çevresinde oturup;

İnanmış kimselere;

•Dinlerinden dönmeleri için,

•Yaptıkları işkenceleri,

Seyredenlerin canı çıksın!” (el-Burûc, 3-7)

Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

“İnsanlar fenalıkları görüp de onu değiştirmeye çalışmazlarsa, çok geçmeden Allah Teâlâ onların başına umumî bir belâ verir.” (İbn-i Mâce, Fiten, 20)

“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki; ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allâh’a yalvarıp duâ edersiniz fakat, duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9/2169)

“Allah Teâlâ umûmun işlediği günahlar sebebiyle suçsuzları cezalandırmaz. Fakat aralarında günahın işlendiğini görür ve bunu engellemeye güçleri yettiği hâlde mâni olmazlarsa müstesnâ.” (Ahmed, V, 192)

Biz ümmet-i Muhammed’e düşen vazife;

Her devirde, her meselede, her ortamda, bereketli bir yağmur gibi olabilmek. Hidâyet, merhamet, adâlet ve şefkat yağmurları ile insanlığı diriltebilmek. Zulüm çamurlarını berrak sularla insanın alnından temizlemek. Susuz mazlumlara yardımlarla dolu bir zemzem ya da kevser sunabilmek. O zaman Hazret-i Peygamber’in övdüğü mânâda bir hayra nâil oluruz. Ne buyuruyor Peygamber Efendimiz:

“Ümmetim (bereketli) bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)

Önde hayırlı olanlar müjdelerini aldılar: Hazret-i Peygamber’e sahâbe/arkadaş olmak.

Sonda, yani şu âhirzamanda hayırlı olabilenlerin müjdesi ise;

Hazret-i Peygamber’e kardeşlik.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve;

“Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyarının sakinleri! İnşâallah bir gün biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu.

Ashâb-ı kiram;

“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz, yâ Rasûlâllah?” dediler.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular.

Bunun üzerine ashab;

“–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde bulamaz mı?” diye sordu.

Sahâbe;

“–Evet, bulur, ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler.

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara; «Gelin buraya!» diye nidâ edeceğim. Bana;

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in sünnetini takip etmeyip başka yollara saptılar, büyük günahlar işlediler.)» denilecek.

Bunun üzerine ben de;

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âşıklarının kıyâmete kadar devam edeceğini hadîs-i şeriflerinde şöyle beyan buyuruyorlar:

“Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı, benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını ve ailelerini fedâ etmeye can atarlar.” (Müslim, Cennet, 12; Hâkim, IV, 95/6991)

Bu ölçüler ışığında yaşadığı nisbette gönüller, ilâhî yardıma mazhar olur. Sonunda şu gerçek tecellî eder:

Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ:
«Tallâhi le-kad âserakâ’llâhu aleynâ…»* (Ziya Paşa)

*“Allâh’a yemin olsun ki, gerçekten Allah seni bize üstün kılmış.” (Yûsuf, 91)

Bu üstünlük ve zafer için bütün şartların özü;

İnsanlığa vedâyı, muhteşem bir edâya dönüştürebilmek.

Merhamet ve şefkate vedâyı da muazzam bir edâya dönüştürebilmek.

Vicdana ve ahlâka vedâyı da muhterem bir edâya dönüştürebilmek.

Îman ve İslâm’a vedâyı da mübârek bir edâya dönüştürebilmek.

Diğer bir ifadeyle;

Câhiliyet medeniyetine vedâ,

Hidâyet medeniyetine ise edâ gerek.

O zaman;

En sivri zulüm dikenlikleri de, cennet güllerine tebdil olur…

Rabbim ihsan eylesin…

Âmîn…