BAHÇELİ EVLERDE ÇOCUK OLMAK

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Ne zaman memleketimize gitsem, çocukluk yıllarım gözümün önünde canlanır. Anneannemlerin bahçeli evinde geçen yaz tatilleri, aklımda kalan en güzel hâtıralardır.

Bahçeli evlerde çocuk olmak, şimdiki çocukların pek bilmediği bir güzelliktir. Belki anlatmaya kalksam o kadar güzel gelmeyebilir; çamurdan, taştan, ağaç dallarından oyuncaklarla oynamak… Öyle ya; birkaç tuşa basmakla, hattâ dokunmatik ekranlarda parmağını gezdirmekle oynanan oyunlara nazaran pek iptidâî oyunlardır onlar.

Ama o oyunlarda kendi fizikî kuvvetiniz, kendi hayal gücünüz, kendi aklınız ve el-göz koordinasyonunuzla; bizzat siz oyun oynarsınız. Bu sırada kendinizi tanırsınız; kendi yeteneklerinizi ve kendi sınırlarınızı keşfedersiniz… Yoksa başka birilerinin hazırladığı sınırlı seçenekler içinde değilsiniz. Başkalarının belirlediği puanları alarak skor yapmazsınız.

Sonra o bahçelerde, bağlarda koşar oynar, acıkırsınız. Annenizin ekmeğin üstüne sürdüğü yoğurt size öyle tatlı gelir ki; hiçbir sun‘î tatlandırıcılı, kimyevî katkılı dondurmaya, cipse ihtiyaç hissetmezsiniz.

Otomobil altında kalmaktan korkmadan, birilerinin sizi kaçırmasından endişe etmeden huzur içinde oyununuzu oynarsınız.

Şimdiki çocukların; facebookta ve oyun sitelerinde hiç tanımadıkları veya kendisini farklı tanıtan kişilerle muhatap olmasına hiç benzemez bu. Siz sadece arkadaşınızı tanımazsınız; aksine aileleriniz arkadaşınızın yedi sülâlesini tanır; tabiî onlar da sizinkini… Böyle olduğu hâlde kim kime yalan söyleyebilir, kim kimi kandırabilir ki?

Oynadığınız kişiler sizin emsâliniz komşu çocuklarıdır. Onların sadece adı vardır; Ali, Ahmet, Ayşe, Fatma… Filân kurumun müdürünün oğlu, feşmekân mağazasının sahibinin kızı değil…

Oynadığınız oyuncaklar taştır, sopadır, bilyedir veya en fazla basit bir arabadır. Babanızın maaşına denk bir fiyatla alınmış, dokunmatik ekranlı tablet veya akülü araba değil…

Bu sebeple ailesinin maddî durumu, elindeki oyuncağın kaç para olduğu, üstündeki kıyafetin markası, yaz tatilinde yabancı dil öğrenmeye nereye gideceği, yazlıklarının nerede olduğu… girmez aranıza. Sadece bir çocuk vardır karşınızda; bedeniyle, aklıyla size denk, sizin emsâliniz bir çocuk…

Onunla kendinizi denk görmemeniz için bir sebep yoktur. Adâlet ve arkadaşlık hisleri içinde oyununuzu kurarsınız.

Herkes kurallara uyar, uymalıdır da… Uymayan mızıkçıdır, dışlanır; kim olursa olsun. Böylece kurallara uymayı öğrenirsiniz.

Arkadaşlarınızla oyun oynarken çeşitli rollere girersiniz. Evcilik, öğretmencilik, doktorculuk oynarsınız. Bu rollere girebilmek için büyüklerinizi taklit etmeye çalışırsınız. Bu arada da büyükler ne yapar, büyüklere benzemek için nasıl davranışlar göstermelidir, öğrenirsiniz.

Baba olan çocuk, saygı uyandıran bir yetişkin erkek nasıl olur; onu gözlemler ve taklit ederek öğrenir. Anne olan kız da çocuklarına nasıl şefkat göstereceğini, nasıl sahipleneceğini bağrına bastığı bez bebekleri ile tecrübe eder. Şimdiki çocukların oynadığı bilgisayar oyunları bunları öğretebilir mi?

OYUN ÇOCUĞUN «İŞ»İDİR

“Oyun çocuğun «iş»idir.” demiş akıllı adamlardan biri. Gerçekten de çocuk; oyunu oyun olarak görmez, ciddîye alır. Çünkü ileride ciddî işler de, o oyunlar sırasında kazanılan beceriler sayesinde becerilecektir.

Meselâ grup hâlinde; «yağ satarım bal satarım» oynuyorsunuz. Arkadaşınız mendili arkanıza bırakmış kaçıyor. Siz de kovalıyorsunuz ama yakalayamıyorsunuz. Şimdi ebe sizsiniz.

Mendili birkaç arkadaşınızın arkasına bırakıp kaçma yolunu deniyorsunuz ama hep yakalanıyorsunuz. Ebelikten bir türlü kurtulamıyorsunuz. Biraz canınız sıkılıyor ama sonucu olgunlukla kabulleniyorsunuz. Tâ ki hızlı kaçmayı becerene kadar…

Görünüşte basit bir oyun, öyle değil mi? Ama siz bu sırada yaşadığınız olayların sonuçlarını kabullenmeyi öğreniyorsunuz.

Hayatta yapabildiğiniz şeyler var, yapamadığınız şeyler var; bunlarla yüzleşiyorsunuz. Sorumluluğu kimsenin üstüne atmamayı, kendi beceriksizliğinizi kabullenmeyi tecrübe ediyorsunuz. En sonunda başarmanın yolunu bir şekilde buluyorsunuz. Böylece hayatta karşılaşabileceğiniz krizlerde soğukkanlılığınızı koruyarak problemleri nasıl alt edeceğinizi öğreniyorsunuz.

Çocuklarımız bunları komik video seyrederek öğrenebilir mi sanıyoruz? Hep başkalarının başına gelene gülmeye alışmış bir nesil; kendi karşılaştığı gerçeklerle nasıl sükûnetle başa çıkacağını bilebilir mi?

Oyun sırasında daha bir sürü güzel şey öğrenirsiniz. Başkalarıyla güzel geçinmenin kurallarını fark edersiniz. Onlara saygı duymayı, âdil olmayı, dürüstçe davranmayı öğrenirsiniz… Gerekirse hakkınızı da savunursunuz. Bunun için kendinizi nasıl ifade edeceğinizi, beden dilinizi nasıl kullanacağınızı farkında olmadan öğrenirsiniz.

Hattâ bazen kavga edersiniz. Ezilmemeyi, şahsiyetli bir tavır sergilemeyi tecrübe edersiniz. Ama çoğu zaman tatlı biter bu kavgalar. Büyükleriniz gelirler; hakemlik yaparlar. Size affetmeyi, iyilik yapmayı öğütlerler. Güzel davranışlara teşvik ederler.

İnternet oyunlarında da kavga ediyor çocuklarımız. Bazen randevulaşıyorlar; “Okuldan sonra şurada buluşalım. Gelmezsen şerefsizsin!” diye meydan okuyorlar. Kimisi çete gibi, kalabalık bir grupla geliyor, ellerinde çakıyla, kalasla tek başına gelen çocuğun üstüne çullanıyorlar, acımasızca… Çevredeki yetişkinler bile müdahale etmeye korkuyor.

Çağrılan polis gelene kadar zavallı çocuk tartaklanıyor. Sadece bedeni yaralanmıyor, rûhu örseleniyor; şahsiyeti eziliyor. Böyle bir vâkıaya bizzat şahit olanların aktardığına göre, saldırıya uğrayan çocuk, yaşadığı travmadan ötürü evden çıkamıyor hattâ bir müddet okula dahî gidemiyor. Psikologlarda geçirilen haftalardan sonra güç belâ atlatabiliyor bu travmayı; tabiî gerçekten atlatabildiyse…

Çocuklarımız nasıl böyle acımasız olabiliyor?

Onlara kızmadan önce hiç düşünüyor muyuz:

“Mafya filmlerinden, dizilerinden acımasızlığı öğrendiler. Peki; hiç kimse onlara adâleti, merhameti, acımayı öğretti mi?”

Oynadıkları oyunlar; acımasızca vurmayı, kırmayı öğretiyor. Öldürdüğün kadar puan alıyorsun. Ne kadar çok öldürürsen, daha da öldürücü silâhlara sahip oluyorsun. Oyun diye oynadıkları bunlar… Farkında mıyız? Bu şekilde yetişen bir nesilden ne bekleyebiliriz?

ÇOCUKLARA GÖREV VERİN

Hatırlıyorum da, anneannemin çiçeklerini sulamak benim en büyük zevklerimden biriydi. Ama bu işi yapmanın bazı kuralları vardı. Hortumun ucundan tazyikli bir şekilde fışkıran suyu, çiçeklerin nârin boyunlarına doğru değil, toprağına doğru tutmalısınız. Hattâ hortumu hafif hafif sallayarak, suyun hep aynı yere akmamasına dikkat etmeli ve toprağı aşındırmasına mâni olmalısınız.

Yani çiçek sularken bile hassasiyet dersi alıyorsunuz. Bir bitkiye bile zarar vermemeyi, incitmemeyi öğreniyorsunuz. Ölçülü, âhenkli, zarif olmayı tecrübe ediyorsunuz.

Anneannem; benim bu işi onun istediği gibi, hassasiyetle yaptığımı görmüş olmalı ki, ekseriyetle bu işi bana verirdi. Elbette bu beni çok mutlu ederdi. Başkalarına izin vermediği hâlde bana güvenmesi, onun ne istediğini anladığımı gösteriyordu. Bunun mutluluğu hayatta hiçbir şeyle ölçülmez: «Güven kazanmak…»

Şimdiki çocuklar büyüklerinin verdiği vazifeleri yerine getirmenin tatlı gururunu ve mutluluğunu yaşamaktan mahrum ne yazık ki…

Hâlbuki bu işler sırasında insan neler neler öğrenir. Böyle ufak bir vazife bile çocuk rûhunda engin bir mutluluğa ve yararlı olma arzusuna vesile olur. Büyüklerinin gözünde bir vazifeye lâyık görülmek, önemli ve hassas işleri üstlenebilecek zekâ ve dikkate sahip olduğunu ispatlamak nasıl da geliştirici bir mutluluktur. Bu mutluluğu alışveriş merkezlerinde harçlık harcamaktan başka bir vakit geçirme yöntemi bilmeyen çocukların anlayabilmesi mümkün mü?

Böyle yetiştirilen çocukların otuz yaşına geldiği hâlde hayatta bir baltaya sap olamamasına, evliliğini yürütememesine şaşmalı mı?

Çocuklarımıza kızıyoruz, ama gerçek suçlu kim? Onları gerçek dünyadan koparıp sanal âlemlere hapsedenlere yeterince kızıyor muyuz? Onları yararlı ve üretken olabilecekleri bir hayattan koparıp tüketici olacakları bir hayata hapseden biz değil miyiz?

Hâlbuki küçük ve zararsız maceralar yaşamaya ve kendilerini denemeye onların da ihtiyacı var. Hiç değilse yaz tatillerini çocuklarımızın bu ihtiyacına uygun bir şekilde plânlayabiliriz. Onları tüketim modelindeki tatil yörelerine değil; kendi köyümüze, akrabalarımızın yanına götürebiliriz.

Gelin çocuklarımıza bu mutluluğu tattıralım. Onlarla birlikte çalışalım, onlara bazı işler yaptıralım, görevler yükleyelim.

İnsanca ilişkileri tattıralım, yararlı olmayı öğretelim, zorluklarla başa çıkma yöntemlerini gösterelim.

İnanın çocuklarınız bu şekilde çok daha mutlu olacaklar. Çünkü küçük şeylerle mutlu olmayı öğrenecekler. Günah işlemeden, masum zevklerle, insanlarla sohbet ederek mutlu olmayı öğrenecekler.

Çocuklarınızı bu yıl bir tatil yöresine götürseniz seneye ondan daha iyisini isteyecekler. Daha azıyla mutlu olmayacaklar, yüzlerini ekşitecekler. Ama mütevâzı zevklerle mutlu olmayı öğrettiğiniz zaman bütün bir ömür boyunca yaşadığı mâsumâne tecrübelerden tat almayı öğrenecekler.

Sonra tabiatı tanıyacaklar, kır bitkilerini, börtü böceği inceleyecekler. Kuşların ötüşünü ayırt edecekler, ağaçların isimlerini belleyecekler. Sokak kedilerini sevecekler, kuzulara elleriyle ot yedirmenin tadına varacaklar.

Farkında olmadan birçok şey tadıp yaşayacaklar. Hayatlarının sonuna kadar unutamayacakları hâtıralara sahip olacaklar. Arkadaşlığın en samimîsini kuracak, belki ömür boyu sürecek dostluklar edinecekler. Bunlardan çocuklarımızı mahrum etmeyelim.