Mârifetin Zirvesi Muhabbetin Rehberi FAHR-İ KÂİNAT (S.A.S) EFENDİMİZ
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
NE BÜYÜK NİMET!..
Rabbimiz bizi sonsuz nimetlerle perverde eyledi.
Bizleri yarattı, vâr eyledi. Bize hayat verdi. Milyarlarca nevi hayvanattan biri eylemedi; ruh verdi, kalp verdi, insan kıldı, mükerrem eyledi.
Bizi küfrün, şirkin, nifâkın karanlıklarında bırakmadı. Îman verdi, İslâm ile müşerref kıldı.
Bu muazzam ikramlarının üzerine, bir muhteşem ihsanda daha bulundu:
224.000 küsur peygamber içerisinde, bizleri; Şâh-ı Rusül / Rasuller Şâhı, Sultânü’l-Enbiyâ / Peygamberler Sultânı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet eyledi.
Bu öyle büyük bir nimet ki;
Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ümmet olmanın ne büyük bir nimet olduğunu âyet-i kerîmede şöyle hatırlatmakta:
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنٖ۪ينَ اِذْ بَعَثَ فٖ۪يهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهٖ۪ وَيُزَكّٖ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفٖ۪ى ضَلَالٍ مُبٖ۪ينٍ
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah; mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)
SORALIM KENDİMİZE…
Bu büyük nimetin ne kadar farkındayız?
Bu lütuf hazinesinden, bu ilâhî feyiz ve rûhâniyet sofrasından ne kadar istifâde edebiliyoruz?
Bu muazzam ihsânın şükrünü edâ edebilme gayretimiz ne kadar?
Bu suallerin cevabı ve şükrün îcâbı için, evvelâ, nimeti hakkıyla idrâk etmemiz zarûrîdir.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Allah katındaki muazzam kıymetini, muhabbetullah ve mârifetullah ufkundaki ulvî makāmını, «Kul ve Rasûl» zirvesindeki muallâ mevkiini anlamak için şu mukayeseyi yapmak îcâb eder:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî rahle-i tedrîsinde yetişmiş «ehlullah»tan bir misal…
Hazret-i Mevlânâ -kaddesallâhu sirrahu-…
Evliyâullah içerisinde çok yüksek mevkii hâiz bir Hak dostu…
Zâhirî ilimlerin zirvesine ulaştığı, devrin en büyük medreselerinin dersiâmı, tabiri câizse Selçuklu Üniversitesinin ordinaryus profesörü olduğu hâlini; “Hamdım.” diyerek tarif eder.
İlmini irfâna terakkî ettirebildiği, hikmet ve sırlara vâkıf olduğu devresini; “Piştim.” sözüyle hulâsa eder.
Bu terakkînin zirvesinde, «mârifetullah»tan zerre kadar bir tecellîye mazhar olduğu devresini ise; “Yandım!” diyerek anlatır. Bize ummanlar hâlinde eserleriyle aktardığı tecrübe, o zerrenin akisleridir.
Velâyete mazhar olmuş bir Hak dostunun, zerresine dayanamadığı tecellîlerin en zirve mâkesi olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise;
اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ
“Biz Sen’in göğsünü açıp genişletmedik mi?” (el-İnşirâh, 1) sırrına mazhar oldu. Tecellîler, kendisini her taraftan kuşattı. Fakat kâinat kadar geniş olan sadrı, «mârifetullâh»a kanmadı. Susadıkça daha bir susadı, içtikçe de susuzluğu daha da arttı. Her an bir hâlden diğer bir hâle yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki hâlinin bir adım geride oluşuna tevbe ediyordu. Nitekim;
“Ben günde yetmiş defa -diğer bir rivâyette yüz defa- tevbe ederim!..” buyurmuşlardı. (Buhârî, Deavât, 3; Müslim, Zikir, 41)
Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüce Mevlâ’sına her an daha fazla yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyâkı sonsuzdu, kul ile Rab arasındaki mesafe ise sonsuz kere sonsuzdu. Bu sebeple birçok kereler, eriştiği mârifetullah derecesine rağmen;
“Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun veçhile tanıyamadım… Sana hakkıyla kulluk edemedim…” diye ilticâ ve tazarrûda bulunuyordu.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)
İşte Fahr-i Kâinât Efendimiz’in büyüklüğü… Allâh’ın en büyük velîlerinin bir damlasıyla taştığı, engin mârifetullah deryasından en zirve mahiyette istifâde…
Zaten ehlullah hazerâtı, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in talebeleridir.
اَدَّبَن۪ى رَبّ۪ى فَأَحْسَنَ تَأْد۪يب۪ى
“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel kıldı.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) buyuran Ümmî Nebî, bütün peygamberlerin, «evliyâullâh»ın ve mukarreb meleklerin en büyüğü Cebrâil -aleyhisselâm-’ın da fevkındedir.
Mîrac hâdisesinin en ileri noktasının eşiği olan Sidretü’l-Müntehâ’da Cebrâîl –aleyhisselâm-;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Niçin ey Cibrîl?” diye sordu.
O da şu cevabı verdi:
“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” (Râzî, XXVIII, 251)
Mîrâcın bundan sonraki safhalarına Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yalnız devam etti. Kendisine hârikulâde tecellîler lutfedildi. Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle müşerref oldu.
Hakikati ve asıl mahiyeti Allah ile O’nun Habîbi arasında ebedî bir sır olarak kalan muhteşem tecellîler, tamamen «âlem-i gayb» şartları dâhilinde tahakkuk etti. O sırlı ve muhteşem mülâkātın hâtırası olarak bize namazlarımızda tahiyyat okumamız vâcib oldu.
O TAHİYYAT Kİ!
Efendimiz’e ilâhî selâm…
اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
“Selâm olsun Sana ey Peygamber! Allâh’ın rahmeti ve berekâtı üzerine olsun!”
Rabbimiz’in mîracda verdiği bu selâmı, biz de namazlarımızda Efendimiz’e tekrar veriyoruz. Namazda herhangi bir beşere selâm verdiğimizde yahut aldığımızda namazımız bozulmakta. Lâkin, namazda Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e selâm ve salât edişimiz; namazımızı bozmuyor, ikmâl ediyor, ihyâ ediyor, tamamlıyor.
Zira O’na Allah salât ediyor. Melekler salât ediyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:
اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِىِّ
يَا اَيُّهَا الَّذٖ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلٖ۪يمًا
“Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)
Bu nasıl bir salâttır, bize keyfiyeti meçhul.
Cenâb-ı Hak ile Habîbi arasında mahrem bir sır… Bizim idrak ve hislerimizin çok üstünde ulvî bir sır… Bize Efendimiz’in Mevlâ katındaki kıymet ve fazîletini bildiren bir sır…
Bize bu sırdan yansıyacak mânâ; o ilâhî muhabbetin civarında olmak, beraberinde olmak, O’ndan tefeyyüz ve istifâde çırpınışında bir ömür yaşamak… Hakk’ın Habîbi’ni severek «muhabbetullâh»a talip olmak…
HABÎBİ VESİLESİYLE MUHABBETULLAH
Çünkü Rabbimiz’in muhabbeti zirve bir muhabbettir. El-Vedûd Teâlâ, hangi ulvî hasletleri sevdiğini, hangi mezmum sıfatları sevmediğini Kur’ân-ı Azîmüşşân’ında bildirmekte… Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de; Rabbimiz nezdindeki bu ulvî kıymet ve muhabbete, müstesnâ hasletleriyle erdi:
Tamamlayıcısı olduğu muazzam ahlâkıyla…
Sırât-ı müstakîm üzere dosdoğru istikametiyle…
Mâzî ve istikbâli dahî af ve mağfiret ile teminat altına alınmış olduğu hâlde, «şükreden bir kul» olma azmindeki derin kulluk ve ibâdetiyle…
Kendisini taşlayanlara dahî, incinmeden duâ etmesini sağlayan affediciliğiyle, hilmiyle, müsâmahasıyla…
Rüzgârları geride bırakan cömertliğiyle, suffe ashâbını evlâd ü ıyâlinden önceye aldıran îsârıyla, fedâkârlığıyla…
Ümmeti için beşikten mahşere kadar şefkat ile; «Ümmetî, ümmetî! Yâ Rab! Ümmetimi isterim, ümmetimi isterim…» diye inleyişiyle…
Ümmetinin derdiyle dertlenmede, esmâ-i ilâhiyyeden olan Raûf ve Rahîm sıfatlarıyla anılmaya lâyık; re’fet ve merhamette, Cenâb-ı Hak ile bu derecede kalbî beraberliğe, maiyyete nâil oluşuyla…
Yavrusunu emziren bir kelbi rahatsız etmemek için, ordu güzergâhını değiştirecek derecede, mahlûkāta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakma şuuru, merhamet, zarâfet ve rikkatiyle…
Taşlardan pınarlar fışkırtan asâ-yı Musa’yı geride bırakacak şekilde; evlât katili taş yürekli câhiliyye insanından, ashâb-ı güzîni, dünya tarihinde eşine rastlanmamış bir fazîletler medeniyetini meydana çıkaran tezkiyesi, terbiyesi ve muallimliğiyle…
Bitmek tükenmek bilmez şevk ve iştiyâkı; yeis bilmez azim ve gayreti; karnına taş bağlatan zühd, kanaat ve istiğnâsı; Allah arslanlarını kendisine sığındıran cesaret ve şecaati; akarsuları hayran bırakan hitâbet, talâkat ve selâseti; düşmanının tasdik ettiği emânet ve sadâkati; insaf ehli tarihin ve tarafsız bilgisayar programlarının itiraf ettiği fetâneti; emsalsiz muvaffakiyetiyle…
İdrak ve ihâta edilemez, idrâk edildiği kadarı da anlatılmakla bitmez ve lisanların imkân ve kudretini aşan fazîletleriyle…
İşte bizim de «muhabbetullâh»a nâiliyyet anahtarımız; bu ulvî hasletlerle kuşanma, bu yüce ahlâk ile ahlâklanma şuur ve gayretimizdir.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le hayatımızın her safhasında kalbî ve fiilî beraberliğe ne kadar erişebilirsek, âhirette O’na o kadar yakın olabiliriz. O’nun şefaat kevserinden o kadar istifâde edebiliriz.
O’nun nasıl müstesnâ bir nimet olduğunu idrâk edip, bu şuurla O’nunla beraberlik şevk ve heyecanını, feyiz ve rûhâniyetini yaşayan sahâbe-i kiram efendilerimiz; bizler için en güzel nümûne…
Onlar, O Hidâyet Güneşi’nden öyle istifâde ettiler ki, kökleri Mekke ve Medine’de bulunan bu bereketli fidanların hizmet ve tebliğ dalları; Çin’e, Hind’e, Kuzey Afrika’ya, İstanbul’a kadar uzandı. Hidâyet ve takvâ meyveleri, cihânın her yerini bereket ve lütuflara gark etti.
Hâlid bin Velid -radiyallâhu anh-; O’na ümmet ve sahâbî olmanın müstesnâ kıymetini idrâk edince, Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç hâline geldi. O’nun kumandanlığında nice belde, İslâm fütuhâtına açıldı. O’ndan Peygamberimiz’i anlatması istendiğinde cevabı ne muhteşemdi:
O’NU ANLATAMAM!
Hazret-i Hâlid, bir seriyye esnâsında müslüman bir aşîretin yanında konaklamıştı. Aşîret reisi; Efendimiz’i görüp, şerefli sohbetinde bulunma lutfuna erişmiş bir sahâbiyle tanışmanın heyecanıyla;
“–Bize Efendimiz Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i anlatır mısınız?” dedi.
Hâlid bin Velid -radiyallâhu anh-;
“–Allah Rasûlü’nün o ebedî güzelliklerini anlatmaya gücüm yetmez. Tafsilâtıyla anlatmamı istiyorsan bu mümkün değil!” dedi.
Reis;
“–Bildiğin kadarıyla anlat! Kısa ve öz olarak tarif et!” deyince Hazret-i Hâlid şu karşılığı verdi:
اَلرَّسُولُ عَلٰى قَدْرِ الْمُرْسِلِ
“–Gönderilen, gönderenin kadrince olur!.. (Gönderen, Âlemlerin Rabbi, Kâinâtın Hâlıkı olduğuna göre, gönderilenin şânını var sen ona göre hesâb et!)” (Münâvî, V, 92/6478)
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kadrini bilmek, kıymetini idrâk etmek, bizi; O’nu gönderen Allâh’ı kalben tanımak, yani mârifetullah noktasında terakkî ettirir.
Meselâ;
Cenâb-ı Hak Zâtını biz kullarına en çok الرحمن Rahmân ve الرحيم Rahîm ismiyle tanıtıyor. “Rahmetim gazabımı geçmiştir.” (Buhârî, Tevhîd, 55) buyuruyor. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ümmetine karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibi.
Bu hakikatin bize vereceği ders ve ibret; bizim de merhamet ve affedicilik hasletlerini hayatımıza nakış nakış işlememiz.
Cenâb-ı Hak; العدل el-Adl, المقسط el-Muksit isimleriyle bize adâletini tâlim etti. Habîbi de adâleti tahakkuk ettirmekte, en sevgili kızını dahî herhangi bir kişiden farklı görmeyeceğini bildirecek kadar hakkāniyetli…
Biz de Allâh’ın sâdık kulları ve Habîbi’nin şefaate lâyık ümmeti olmak istiyorsak; o adâlet ile müzeyyen ve mücehhez olmamız zarûrî.
Bütün cemal ve kemal vasıflarında, Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmakta, yegâne nümûne-i imtisâlimiz, fiilî kıstas ve örneğimiz, üsve-i hasenemiz; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
Hazret-i Hâlid’e sorulduğu gibi, Hazret-i Âişe Vâlidemiz’den de Peygamber Efendimiz’in ahlâkını anlatması istendi. O dedi ki:
“Siz Kur’ân-ı Kerîm’i okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.” (Müslim, Müsâfirîn, 139)
Kur’ân-ı Kerim, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en büyük mûcizesi… Efendimiz’in ahlâkını okumak isteyen, Kur’ân okumalıdır. Kur’ân’ın kâmil mânâda hayata nasıl tatbik edileceğini öğrenmek isteyen; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayatına, sünnet-i seniyyesine, sîret-i şerîfesine nazar etmelidir. Kur’ân-ı Kerim de, ümmet-i olmakla müşerref olduğumuz Rasûl-i Ekrem Efendimiz gibi muazzam bir ihsân-ı ilâhî…
BİR BAŞKA NİMET!
Kur’ân-ı Kerim ki, varlığımızın gayesi…
Âyet-i kerîmede buyurulur:
اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
“Rahmân Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)
Demek ki;
İnsanın yaratılması, Kur’ân ile istikametlenmesi için. Kur’ân’ı öğrenmesi, yaşaması, hayatına nakşetmesi için… Bunun için de rehberi, canlı bir Kur’ân olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…
Âyet-i kerîmenin siyâkından da görmekteyiz ki;
İnsan, Kur’ân’ı öğrendikten sonra, ona beyan öğretilmekte…
Kul; Kur’ân akîdesiyle îmânını, Kur’ân ahlâkıyla seciyesini, Kur’ân ahkâmıyla hayatının her safhasını ıslah ettikçe, ona beyan lutfedilmekte… İnsan, Kur’ân ve kâinattaki sır ve hikmetler ona beyân edilmekte… Azamet ve kudret akışları, ilâhî sanatın muazzam nakışları, Kur’ân ve Sünnet ile tertemiz olan kalpler tarafından temâşâ edilebilmekte…
Kur’ân ve Sünnet, iki Peygamber emâneti olarak, bizim iki cihânımızın iki muazzam güneşi… Onların nur ve ziyâsından uzak hayatlar, câhiliyye karanlığı…
Kur’ân ve Sünnet, Arş-ı Âlâ’dan bizim dünyamıza lutfedilmiş iki rûhânî sofra… Kur’ân’ın hakikî ve bağlayıcı müfessiri olan sünnet-i seniyye bahçesinden gönüllerimize bir demet hadîs-i şerif ikrâm edelim:
Bize Allah Rasûlü’nün Allah katındaki şeref ve kıymetini bildiren şu hadîs-i şerif ile başlayalım:
“Bir âmâ, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek;
«–Yâ Rasûlâllah! Allâh’a yalvar da gözümdeki hastalığı gidersin! Gözümün kör olması bana çok zor geliyor!..» dedi.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«–Dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.» buyurdu.
Âmâ ise;
«–Yâ Rasûlâllah! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!» deyince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
«–Git abdest al! Sonra iki rekât namaz kıl! Ardından da şöyle duâ et:
اَللّٰهُمَّ إِنّ۪ى أَسْأَلُكَ وَاَتَوَجَّهُ اِلَيْكَ بِنَبِيّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ،
يَا مُحَمَّدُ اِنّ۪ى اَتَوَجَّهُ بِكَ اِلٰى رَبّ۪ى ف۪ى حَاجَت۪ى هَذِه۪ لِتُقْضٰى ل۪ى،
اَللّٰهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِىَّ
‘Allâh’ım! Rahmet peygamberi olan Nebîn Muhammed’le (O’nun hürmetine) Sen’in zâtından diliyor ve Sana yöneliyorum…
Yâ Muhammed! İhtiyacımın verilmesi için Sen’inle Rabbime yöneliyorum!..
Allâh’ım! O’nu bana, şefaatçi kıl!..’»” (Tirmizî, Deavât, 118; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV. 138)
Hâkim’in rivâyetinde; âmânın, gözü görür bir hâlde ayağa kalktığı ziyâdesi yer almaktadır. (Hâkim, Müstedrek, I, 707-708)
İşte Cenâb-ı Hakk’a Efendimiz ile birlikte yönelmenin kadir ve kıymeti… Duâların kabûlü, âmâ olan basîret gözlerinin şifâsı ve iki cihânın saâdetine yegâne vesile ve anahtar O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…
Her insan Cenâb-ı Hakk’ın المضل Mudill ve الهادى Hâdî ism-i şeriflerinden tecellîlere sahne… Her insan, bir şeylere vesile, bir şeylere mâni… Yani;
ANAHTAR VE KİLİT
Peygamber Efendimiz, insana bu özelliğini doğru kullanmayı emrediyor:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki; onlar hayra anahtar, şerre de kilittirler. Öyleleri de vardır ki, şerre anahtar, hayra kilittirler.
Allâh’ın, ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu!
Allâh’ın, şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere de yazıklar olsun!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 19)
Efendimiz’in îkāzı ve azarlaması, Rabbimiz’in gazabı ve kahrı demek.
Efendimiz’in müjdesi ve tebriki, Rabbimiz’in de muhabbeti ve rızâsı demek.
Her fiilimizi, sünnet-i seniyyenin terazisinde tartmak ve Cenâb-ı Hakk’ın gazabından, rahmetine ilticâ etmek, en doğru ve elzem kulluk vazifemiz.
İşte Efendimiz’in işaretleriyle kurtuluş ve helâk sebepleri:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Üç şey vardır ki münciyattandır, (insanı kurtaran şeylerdendir):
1. Gizli ve açıkta Allah’tan haşyet duymak, yani korkmak,
2. Rızâ ve gazap hâlinde adâleti sağlamak,
3. Fakirlik ve zenginlik ânında iktisatlı olmak.
Şu üç şey de mühlikâttan, (insanı helâk edici şeylerdendir):
1. Kendisine tâbî olunan hevâ,
2. Cimrilik,
3. Kişinin kendini beğenmesi.” (Münâvî, III, 404/3471)
Helâk edici huylardan kurtulmak ve felâha erdiren hasletleri kazanmak için de rehberimiz, üsve-i hasenemiz Peygamber Efendimiz… Kalbimizin O’nun muhabbetine ve O’nun vesile olduğu ilâhî muhabbete erebilmesi için şifremiz kavlî ve fiilî duâ:
MUHABBETİNE DUÂCIYIM!
Ebu’d-Derdâ -radiyallâhu anh-’ın naklettiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Dâvud Peygamber şöyle duâ ederdi:
اللّٰهُمَّ اِنّ۪ى أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالْعَمَلَ الَّذِى يُبَلِّغُن۪ى حُبَّكَ، اَللّٰهُمَّ اجْعَلْ حُبَّكَ اَحَبَّ اِلَىَّ مِنْ نَفْس۪ى وَاَهْل۪ى وَمِنَ الْمَاءِ الْبَارِدِ.
«Allâh’ım! Sen’den Sen’in muhabbetini (beni sevmeni ve kalbime muhabbetullah nasîb etmeni), Sen’i seven(ler)in muhabbetini (onları sevmemi ve onların beni sevmesini nasîb etmeni) ve beni Sen’in muhabbetine ulaştıracak (sâlih) amel(ler)i niyâz ederim.
Allâh’ım! Sen’in muhabbetini; bana kendimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle!»” (Tirmizî, Deavât, 72)
Sevgiyi kullarının kalbine yerleştiren, Cenâb-ı Hak’tır. Muhabbet ve meveddet, Cenâb-ı Hakk’ın el-Vedûd sıfatından bir tecellî. Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine erebilmek de kulun elinde değil. Cenâb-ı Hakk’ın Kendisini sevdirmesi için de kul dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edecek. O’na sığınacak, istinâdı sadece Allah Teâlâ olacak…
Bu sevgiye ermeye vesile, duânın devamında:
“Seni seven(ler)in muhabbetini de niyâz ederim.” Allâh’ı sevmekte, «muhabbetullah»ta zirve, Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz… O’nu sevmek, bizi ilâhî muhabbet, mârifet ve mağfirete nâil eyler…
Hadîs-i şerifte buyurulur:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Dünyada ve âhirette kimin yanında olmak ve nerede bulunmak istiyoruz? Elbette Efendimiz’in yanında ve O’nun bulunduğu yerde. Fakat bunun için; her hâlimiz, edebimiz, ahlâkımız ve yaşayışımız, Efendimiz’in hâli, edebi, ahlâkı ve yaşayışı ekseninde olmalıdır.
Yani;
Muhabbet kalbî bir fiildir. Tescîli için amel-i sâlih gerekir. Tahkîki için takvâ gerekir. Duânın üçüncü cümlesi de bu sırrı vermekte:
“Ve beni Sen’in muhabbetine ulaştıracak sâlih amelleri de niyâz ederim.”
Sâlih ameller, mü’mini Allâh’a ve «muhabbetullâh»a yaklaştırır. İşte bu hakikati tasdik eden bir kudsî hadîs-i şerif:
“Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harp îlân ederim. Kulum, Bana en çok kendisine emrettiğim farzları îfâ ederek yaklaşır. Farzlara ilâveten işlediği nâfile ibâdetlerle de yaklaşmaya devam eder; nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben; âdetâ onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den ne isterse mutlaka veririm, Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38)
Yâ Rabbî!.. Kalplerimizde; Zâtına, Habîbi’ne ve Sana yaklaştıracak sâlih amellere muhabbet meydana getir. Bizlere îmânı sevdir. Kalplerimize îmânın ve takvânın rûhânî lezzetini tattır. Gönüllerimize; küfrün, mâsiyet ve fısk u fücûrun nefretini ilkā eyle…
Yâ Rabbî!.. Habîbi’ne ümmet olmak nimetini idrâk eylememizi, bu şuur ile O’nun rûhânî dokusundan hisse alabilmemizi, O’nun müstesnâ Kur’ân ahlâkıyla mütehallık olabilmemizi cümlemize nasîb eyle…
Âmîn!..