ÎMAN DOLU GÖĞSÜN ZAFERİ

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Çanakkale Harbi, tarihin kaydettiği en büyük savaşlardandır. Renkleri, ırkları, dilleri değişik, çeşitli milletlerden oluşan, insan selini andıran düşman orduları; milletimizin üzerine saldırmış, askerlerimizin göğsüne mermi ve bomba yağdırmıştır.

Öyle müthiş bir istîlâdır ki, sanki yerin altından binlerce dinamit fışkırmış, yerler ölü püskürtmüş; Gelibolu Yarımadası’nın sırtlarına, derelerine, vadilerine yağmur gibi insan uzuvları serilmişti. Uçaklar bomba atıyor, ağır toplarla donatılmış zırhlı gemiler, gülle ve mermi yağdırıyorlardı.

Ortaya çıkan bu manzarayı, istiklâl şairimiz Mehmed Âkif, mısralarında şöyle anlatır:

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a‘mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam;
Atılan her lağamın yaktığı; yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir, savrulur enkāz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere sağnak sağnak.

İşte bu güçlü ve öldürücü silâhlar karşısında, ordumuzun ve milletimizin tek bir dayanağı vardı, o da sarsılmaz îmânıydı. İstiklâl Marşı’nda şairin tercüman olduğu hissiyatla, korkusuzca haykırıyordu:

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Göğüs, kalbin kafesidir. Maksat kalptir, yürektir. O, korkunun olmadığı yüreklerde bütün maddî kuvvetleri alt eden şu mânevî kuvvetler vardı:

1. Îman… Allâh’a ve âhiret gününe sapasağlam bir îman…

2. Allâh’ın «Cihâd edin!» emrine tam bir ittibâ… Îmânı, fiiliyat ile tescil eden, sâlih amel rûhu…

3. Ölümsüzlüğün iksiri olan şehâdet şerbetini içme iştiyâkı…

4. Allah Rasûlü’ne; «Canım, anam-babam Sana fedâ olsun!» diyen ashâb-ı kiram gibi bir muhabbet…

5. Dünyanın fânî, âhiretin bâkî ve gerçek hayat olduğuna kesin bir îman… «Kalırsam cennet vatanımda bir gazi olayım, ölürsem asıl vatanım olan cennete uçacak bir şehîd olayım!» diyebilecek teslîmiyet…

6. Esârette yaşamaktansa, top yekûn ölmeyi tercih edecek bir îman şahsiyeti ve müslüman izzeti…

7. Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretine îmandan neş’et eden, fevkalâde bir ümit…

8. Nâ-mahrem elini, semtine, evine, yurduna, mâbedine iliştirmemek noktasında; müthiş bir gayret, muazzam bir müsbet harîmini kıskanma şuuru… Yani namus…

9. «Allah için, vatan için kim ölür?» dendiğinde; kimseyi yoklamaksızın; «Ben!» diyecek fedâkârlık…

10. Vatanı, ecdadının kendisine teslim ettiği ve evlâdının kendisinden devralacağı mukaddes bir emânet olarak görüp; onun için canı, cânânı ve bütün vârını fedâ etme rûhu…

11. Dünyanın bir ucunda bir mü’minin ayağına batan dikenle muzdarip olacak bir kardeşlik şuuru…

İşte çelik zırhlı duvarı, tenekeye döndüren, o metîn istihkâmda; milletin göğsünde bu hakikatler vardı.

Düşman, askerimizin bir kısmını çembere aldığında; o zor zamanda Binbaşı Lütfi Bey;

“Yetiş yâ Muhammed kitabın elden gidiyor!” diye feryat ederken bu hakikatleri haykırıyordu.

Bu sayede Çanakkale Boğazı’ndan tek bir düşman neferi bile geçemedi. Çünkü dünyada o zamana kadar eşi görülmemiş olan bu korkunç savaşta; düşmanların bu kadar üstün kuvvetleri karşısında, Cenâb-ı Hakk’ın da yardımıyla askerlerimizin azimleri ve sebatları gevşememiş, yılgınlık gösterip düşmana sırt çevirmemişlerdir. «Ölürsek şehid, kalırsak gaziyiz!» diyerek göğüslerini siper etmişlerdir. İşte bu da mâneviyatın gücüdür.

Böylece ilâhî nusret de yetişti. Yeni Zelanda ordusunun kayıt ve raporlarında geçen şu hâdise bunun şahididir:

Savaşın bütün şiddetiyle devam ettiği günlerdeydi. Sabah güneş yeni doğarken, öncü birliklerden olan iki Yeni Zelandalı asker; dürbünleriyle yüksekçe bir yerden aşağıdaki stratejik önemi olan vadiyi gözetlemektedir. John Newman adındaki asker yanındaki görev arkadaşına seslendi:

“Hey Francios aşağıya bir baksana…”

Vadide bir bulut görünüyordu. Bu bulut takrîben 250 metre uzunluğunda, 50 metre genişliğindeydi. Bir gri sis tabakasını andıran bu bulut kütlesi, rüzgâr da estiği hâlde dağılmıyordu.

İngiliz askerlerinden aşağı yukarı 400 kişilik bir grup, vadideki sis bulutuna yaklaşmışlardı. Yeni Zelandalı nöbetçi askerler; baktıkları dürbünleri bir tarafa bırakıp, çıplak gözle olanları izlemeye başladılar. İngiliz askerleri sekizerli gruplar hâlinde hem yürüyorlar hem de sis bulutunun içine dalıyorlardı. Aslında bulutun bir tarafından girenlerin diğer uçtan çıkmaları gerekmektedir, ancak çıkan ve gözüken kimse yoktu. Askerler tamamıyla görünmez olunca, o bulut vadi üzerinden ağır ağır yükselmeye başladı. Bulut dik olarak yükseldikten sonra, olayı takip eden Yeni Zelandalı askerler sis bulutunun askerleri içine alıp yükseldiği yere indiler. Orada ne bir İngiliz askeri, ne bir savaş âleti hiçbir şey yoktu. O sis bulutu ise, yükselmeye devam ederek kuzeye doğru kaybolup gitti.

Kaybolan bu birlik, İngilizlerin meşhur 5. Norfolk alayıdır. Bu alaydan hiçbir haber alınamamıştır.

Çanakkale Harbi’nde bu ve buna benzer insanı derinden etkileyecek hâdiseler meydana gelmiştir. Bu yaşananları genç nesillerimize iyi anlatmalıyız. Olaylar gençlerimize anlatılırken, ecdadımızın; vatan, millet, din, îman, mâneviyat, mukaddesat noktasında ne kadar şuurlu bir şekilde gayret ettiği düşünülerek anlatılmalıdır.

Ama bu nimetin muhafazasına bugünün şartlarında ne kadar dikkat ediyoruz, bunu düşünmemiz gerekiyor. Yeni yetişen nesiller, bizi biz yapan değerlerin ve kıymetlerin acaba ne kadar farkındalar? Dünden ders alıp, yaşananları düzgün okuyabiliyorlar mı?

Cenâb-ı Hak bütün şehidlerimize rahmet eylesin, şefaatlerine mazhar kılsın. Bizlere ve nesillerimize de Çanakkale Harbi’ni kazandıran hasletlerle dolu, îman dolu kalpler nasip eylesin.

Âmîn…