ÜMMETİN FİRAVUNU

YAZAR : Nesrin ZEREY

Hicreti takip eden aylardı…

Kureyşliler, yıllarca Mekke’de hakaret, işkence ve muhasaraya tâbî tuttukları müslümanları, Medine’ye hicret ettikten sonra da rahat bırakmamış, onların kökünü kazımak amacıyla topyekûn bir savaş başlatmışlardı.

Savaş için gerekli silâh ve malzemeleri sağlamak, ekonomik güce dayanıyordu. Bu sebeple, Ebû Süfyan yönetiminde Şam’a gönderdikleri kervan; bin deveden ve yarım milyon drahmi değerinde ticarî maldan oluşuyordu. Mekke’de hemen her aile, hattâ kadınlar bile kervana katkıda bulunmuşlardı. Âs’ın oğlu Amr da Ebû Süfyan’la beraberdi ve yanlarında elli kişi vardı.

Hicrî ikinci yılın Ramazan ayında (18 Kasım 623, Cuma) Kureyş kervanının külliyetli miktarda malla Şam’dan ayrıldığı haber alındı. Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz, 305 kişiyle kervanın durdurulması için Medine’den hareket etti.

O sırada Mekke’de Abdulmuttalib’in kızı Âtike, bir rüya gördü.

Rüyasında birisi deveyle Mekke’ye gelip;

“Ey ahali! Üç güne kadar muharebe meydanına yetişiniz.” diye seslendikten sonra, Ebû Kubeys Dağı’na çıkıyor, buradan büyük bir kayayı koparıp aşağıya atıyordu. Parçalanan kayadan kopan her bir parça, Mekke’nin bir evine düşüyordu.

Âtike, sabahleyin bu rüyayı kardeşi Abbas’a anlattı. O da;

“Bugünlerde Kureyş’e büyük bir felâket gelecek.” diye yorumlayarak, rüyayı kimseye anlatmamasını tembihledi. Ancak, kendisi bunu gizlice Rebîa oğlu Utbe’ye, o da başkalarına söyleyince, Kureyş’in bütün uluları rüyayı öğrendiler. Bir gün sonra Rebîa oğlu Utbe ve kardeşi Şeybe, Ebû Cehil, Halef’in oğlu Ümeyye, Esved’in oğlu Züm‘a, Ebû Buhterî ve Kureyş’in bütün büyükleri Kâbe’de toplanıp, Âtike’nin rüyasını konuşurken yanlarına Abbas geldi. Ebû Cehil, Abbas’a hiddetle çıkıştı:

“Kızkardeşinize ne zaman peygamberlik geldi? Ey Abdulmuttalib’in oğulları, erkeklerinizde peygamberlik dâvâsı çıktığına kanaat etmeyip de, şimdi kadınlarınızla mı peygamberlik dâvâsına kalkışacaksınız?..” yollu dil uzattı ve bütün Abdulmuttalib hanedanına dokunacak sözler söyledi.

Ebû Cehil’in bu sözleri, bütün Mekke’de yayıldı. Kadınların kulaklarına bile gitti. Akraba kadınların tepki ve kınamaları yüzünden Abbas -radıyallâhu anh-, Ebû Cehil’e sözle olsun haddini bildirmek üzere, ertesi sabah Harem-i Şerîf’e varmıştı ki, Ebû Süfyan’ın gönderdiği haberci gelip;

“Ey Kureyş! Çabuk yetişiniz. Yoksa Şam kervanı Muhammed’in eline düşer ve bunca malınız elden gider!” diye Âtike’nin rüyasında gördüğü gibi bağırmaya başladı.

Kısa zamanda bir ordu hazırlandı. Âtike’nin rüyası, birçok kimseyi evhama düşürmüştü. Ebû Leheb; İslâm’a büyük düşmanlığına rağmen, kendi gitmeye cesaret edemeyerek yerine, dört bin dirhem alacağına karşılık, Ebû Cehil’in kardeşi, Hişam’ın oğlu Âs’ı gönderdi. Ebû Cehil’e darılmış olmasına rağmen Abbas -radıyallâhu anh-; zemzem dağıtma, Kâbe’nin tamiri görevi uhdesinde olduğundan ve diğer Abdulmuttalib oğulları da Kureyş ordusuna katıldığından katılmaya mecbur kaldı. Yalnız orduda Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın kabîlesi Adî oğulları yoktu.

Ordu Mekke’den kalkıp Bedir’e giderken, Ebû Süfyan, sahil yolundan kervanı kaçırmayı başarmış, ordunun dönmesi için haber göndermişti. Bu haberi alınca Zühre oğulları, gece ordudan ayrıldılar.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ensardan Akabe’de Medine’ye giderse, onu kendi aileleri gibi koruyacaklarına dair biat almıştı. Ancak Medine dışında bir savaş konuşulmadığından, onlara bu konuda düşüncelerini sordu.

Esved oğlu Mikdat -radıyallâhu anh- ortaya çıkıp;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ın emri ne ise biz ona itaat ederiz. Ne sûretle olursa olsun Sen’inle beraberiz. Allâh’a yemin ederim ki, dünyanın neresine gitsen, Sen’inle gideriz.” dedi.

Sonra ensardan Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz Sana inandık. Allah tarafından getirdiğin şeylerin hak olduğunu kabul ettik. Sana itaat ederek uyduk ve bu hususta söz verdik. Artık siz ne dilerseniz emredin. Sen’i gönderen Allah hakkı için, eğer denize girsen, Sen’inle beraber gireriz. Hiç birimiz geri kalmayız. Biz, düşmana karşı çıkmaktan çekinmeyiz, savaştan geri dönmeyiz. Biz sabredicileriz ve doğru kimseleriz. Cenâb-ı Hakk’a yalvaralım ki, bizden memnun olacağınız işleri bize göstersin. Hemen Allâh’ın lutfu ile bizimle istediğiniz tarafa buyurun gidelim.”

İki ordu Bedir’de karşı karşıyaydı.

Kureyş, savaş için can atıyordu. Kin ve hırs doluydu. Fakat içlerinde sefere gönülsüz çıkan, akraba kanının dökülmesini istemeyen kimseler de vardı. Bunlar, savaşa engel olmak için ellerinden geleni yapmışlardı. Onlardan biri ve daha sonra kendisine komutanlık nasip olan Hakîm bin Hizâm, müşrik ordusunun başkomutanı Utbe’ye giderek;

“–İstiyorsanız bugün, iyi niyetinizin ifadesi olan bir davranışı, temiz kalpliliğinizin ebedî bir hâtırası olarak bırakabilirsiniz.” dedi. Utbe;

“–Nasıl?” deyince Hakîm bin Hizâm;

“–Kureyş’in istediği sadece (Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh- tarafından haram aylarda öldürülen) Hadramî’nin kan bedelidir. O, sizin müttefikiniz ve dostunuzdu. Onun kan bedelini siz ödeyiniz. İş bitsin.”

Utbe iyi kalpli bir insandı. Bunu memnuniyetle kabul etti. Ancak, bunu Ebû Cehil’in de kabul etmesi gerekiyordu. Hakîm bin Hizâm, Utbe’nin mesajını alıp Ebû Cehil’e gittiğinde o, ok torbasından çıkardığı okları yere sererek fal bakıyor, kısmetinin ne olduğunu bulmaya çalışıyordu. Utbe’nin gönderdiği haberi duyar duymaz;

“–Utbe’nin gücü bitti, cesareti tükendi.” dedi. Utbe’nin oğlu Ebû Huzeyfe -radıyallâhu anh-, müslüman olmuş ve bu savaşta Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saflarında yer almıştı. Ebû Cehil, bunu işaretle;

“–Utbe, oğluna bir zarar gelmesin diye bu savaştan korkuyor.” dedi. Hadramî’nin kardeşi Âmir’i çağırarak;

“–Görüyor musun? Kardeşinin kanını akıtıp öldürenler, şu anda kıskıvrak elimize düşmüşken, göz göre göre kurtulup gidecekler!” dedi. Bu söz üzerine Âmir, Arap âdetlerine uyarak elbiselerini parçaladı, toprakları havaya savurarak tozu dumana kattı;

“–Vah amcam, vah amcam!” diye bağırıp, feryat ederek, bütün müşrikleri derinden etkiledi, intikam ateşini körükledi. Böylece Ebû Cehil, barış ihtimalini dinamitlemişti.

Kaçınılmaz savaş, nihayet başladı. Ebû Cehil, müşrikleri durmadan savaş için kışkırtıyordu. Savaşı kazanacaklarından emindi. O gün, atını mahmuzlayıp ileri atılarak, taraftarlarına şöyle dedi:

“–Bizler tek bir vücut gibi bir topluluğuz. Biz bugün Muhammed’den ve arkadaşlarından intikam alacağız. Muhammedîleri öldürmeye lüzum yok. Onların ellerini arkalarına bağlayıp, yederek Mekke’ye götüreceğiz.” Bu sözleri söylerken; müslümanların din gayretini, ruh kuvvetini, savaşta şehid olmayı en büyük saâdet bilmelerini hiç hesaba katmıyordu.

Ebû Cehil’in öğretmesi ve kışkırtmasıyla, Batn-ı Nahle’de müslümanlar tarafından öldürülen Amr bin Hadramî’nin kardeşi Âmir meydana çıkıp, kardeşinin adını anıp feryada başladı. İntikam için müslümanlar tarafına bir ok attı. Bu ok, tesadüfen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın âzadlısı olan Mihcâ -radıyallâhu anh-’a isabet ederek onu şehid etti. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Mihcâ şehidlerin ulusudur, efendisidir.” buyurdular. İslâm ordusundan ilk şehid odur.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, mağara arkadaşı Hazret-i Ebûbekir ile tepedeki karargâh mahiyetindeki gölgelikte bulunduğu sırada, Cenâb-ı Hakk’a yana yakıla yapmış olduğu duâsına, cevap gelmekte gecikmedi:

“Ey Ebûbekir müjde! İşte melâike ile beraber, Cebrâil -aleyhisselâm- imdâda geldi.” buyurdu. Sonra zırhını giyip;

“Kureyş müşrikleri; «Biz toplu ve tek vücut hâlinde cemaatiz.» mi diyorlar? Topluluk perişan olacak ve arkasını dönüp gidecek.” (el-Kamer, 44, 45) meâlindeki âyeti okuyarak dışarı çıktı.

Cebrâil -aleyhisselâm-’ın melâike ile gelişi; eşi görülmemiş, çok şiddetli bir rüzgâr şeklinde tecellî etti. Savaş meydanında göz gözü görmez oldu. Melekler, gösterişli atlara binmiş insanlar şeklinde görünmüşler ve müşriklere karşı saf bağlayıp durmuşlardı.

Bu sırada Rasûl-i Ekrem Efendimiz; bir avuç ufak taş alıp;

“Yüzleri kararsın!” diyerek düşmanların üzerine attı. O taşların her biri müşriklerin gözlerine, burun deliklerine girerek onları sersemletti. Bu hâl Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mûcizelerinden ve Kureyş ordusunun bozulmasının mânevî sebeplerindendir.

Harp bütün şiddetiyle sürüyordu.

Ebû Cehil, kendi aşîreti olan Mahzum oğullarının adamları tarafından etrafı sımsıkı sarıldığı için, yanına varılamıyordu. 70 yaşında olduğu hâlde gözü pek, yüzü korkunç, çok inatçı bir adam olup;

“Anam beni bugün için doğurmuştur.” diyerek askerlerini savaşa sürüyordu.

Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-’ın sağında ve solunda Neccâr oğullarından birer genç vardı. Her ikisi de Ebû Cehil’i öldürmek ya da bu uğurda ölmek için ahdetmişlerdi. Avf’ın oğlu Abdurrahmân’dan onu göstermesini istediler. Bu gençler, Afrâ Hatun’un oğulları Mu‘az ve Mu‘avvez adındaki iki fedâî kardeştiler. Bu sırada ensardan Camuh’un torunu, Amr’ın oğlu Mu‘az adındaki fedâî de Ebû Cehil’i gözetliyordu. Fırsatını bulup, Ebû Cehil’in ayağına bir kılıç vurdu. Fakat Ebû Cehil’in oğlu İkrime de onu kolundan yaraladı. Aynı anda Afrâ Hatun’un oğulları, Mu‘az ve Mu‘avvez birer şahin gibi atılıp, Ebû Cehil’in işini bitirdiler.

O esnada Rasûl-i Ekrem;

“–Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip de ondan bize bir haber getirir?” deyince Abdullah İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Ebû Cehil’i aramaya koyuldu. Onu bulduğunda yerde can çekişmekteydi. Ebû Cehil, merakına karşı koyamayarak; ona, hangi tarafın galip geldiğini sordu. Zaferin müslümanlara yüz gösterdiğini öğrenince;

“­–Muhammed’e söyle ki, şimdiye kadar O’nun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı.” diyerek son nefesini ye’s içinde verdi.

İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh-; küçük, zayıf cüssesi ile Ebû Cehil’in kocaman başını yüklenip, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûruna geldi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Allâh’ın yardımına şükrettikten sonra;

“–Bu ümmetin firavunu, işte budur.” buyurdular.

Ümmetin firavununun öldürülmesiyle, Kureyş ordusunun dayanacak gücü kalmadı. Kaçabilenler kurtuldu, kaçamayanlar esir düştü.

Zafer İslâm’ındı…

____________________

KAYNAKLAR
1. Son Peygamber Hz. Muhammed (Sîretü’n-Nebî), Mevlânâ Şiblî Nûmânî, çev: Yusuf KARACA, İz Yay., İstanbul, 2005,
2. Hz. Peygamber’in Savaşları, Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, çev: Nazire Erinç YURTER, Beyan Yay., İstanbul, 2002.
3. Kısas-ı Enbiyâ, Ahmed Cevdet Paşa, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972.