TAŞIYABİLİR MİSİN?

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Zulüm ve haksızlık, cehâletin ve câhiliyyenin en önde gelen unsurlarındandır.

Yüce dînimiz İslam; insanı bir taraftan Allâh’a ve Peygamber’e karşı sorumlu tutmakta, bir taraftan da, insanlara karşı sorumlu tutmaktadır.

Allah hakkı ve kul hakkı…

Bu haklar konusunda adaleti gözetmemek zulümdür.

İnsanın Allâh’a karşı işlediği zulmün başında, ona şirk koşmak gelmektedir. Affı asla mümkün değildir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de buyurulmuştur:

“Allah -celle celâlühû- kendine şerik (ortak) koşulmasını affetmez.” (en-Nisâ, 48)

Namaz, oruç gibi ibâdetlerdeki kusurlar da; Allâh’ın hakkına ait kusurlarımızdır ki Allah, dilerse bunları affeder, dilemezse etmez.

Esasen İslâm dîninin yasakladığını yapmak zulümdür. İçki içmek, kumar oynamak, zina etmek, hırsızlık yapmak, fâizle meşgul olmak, namaz kılmamak, oruç tutmamak, çocukları İslâm ahlâkı üzere yetiştirmemek… birer zulümdür. Bunlarda hem Allah hakkı, hem kul hakkı ihlâl edilmiş olur.

Zulüm ve haksızlık, başka bir ifadeyle insanın; can, mal, ırz, şeref ve haysiyetine tecavüz gibi suçlar, zulme ve haksızlığa uğrayanlar tarafından affedilmedikçe asla cezasız kalmazlar. Zulüm, adaletin zıddıdır. Zalime yardım ve zulme teşvik de zulümle aynıdır.

Toplum düzeni; adaletle, hak-hukuk gibi mükellefiyetlerin benimsenmesiyle sağlanır. Zulüm ve haksızlık bu düzeni bozar, bazen de ortadan kaldırır. Eğer insanlar, kendi aralarında fesada çalışır ve diğer insanlara zulüm ve haksızlık yaparlarsa, dünyadan yok olma ve silinme cezasıyla karşı karşıya kalırlar. Bu sebepledir ki:

“Bir millet, küfürle uzun yaşayabilir; fakat zulümle, haksızlıkla uzun yaşayamaz.”

Cenâb-ı Hak da Kur’ân-ı Kerim’de bunun böyle olacağını bir âyetinde şöyle ifade eder:

“(Ey Rasûl’üm!) Halkı salih ve ıslah edici kimseler olduğu hâlde; Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez.” (Hûd, 117)

Zulüm yapan, haksızlık yapan; devletlerin, milletlerin hattâ fertlerin ömürleri kısa olur. Cenâb-ı Hak, mazlumun ve mağdurun intikamını mutlaka alır. Mazlumun âhı zalimi perişan eder.

Bakın, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vali olarak gönderirken ona nasıl tembihte bulundu:

“Mazlumun bedduâsından sakın. Çünkü mazlumun duâsıyla Allah -celle celâlühû- arasında perde yoktur. Mazlumun duâsı hemen kabul edilir.”

İslâm tarihinde ve sevgili Peygamberimiz’in uygulamalarında; insanlar arasında, ister müslim ister gayr-i müslim olsun, hakkāniyet ölçülerine riâyet edilmiştir. Bunun misalleri oldukça çoktur.

Zaten İslâmî hayat anlayışında göze çarpan en önemli husus da haklara riâyettir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Kıyâmet günü, haklar sahiplerine iade edilecektir.” (Müslim, Birr, 60) buyurmuştur.

Başkasının malına tecavüz zulümdür, yasaklanmıştır. O mal ister menkul olsun, ister gayr-i menkul olsun, hükümde müsâvîdir. Bazı insanlar başkalarının topraklarına ve hattâ; yol, mera, kamu malı gibi umumî yerlere tecavüzle kendi topraklarına katarlar ve bunu bir kâr zannederler.

Oysaki Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu hususta şu hadîs-i şerîfi ifade etmektedir:

“Bir kimse haksız olarak başkasının bir karış yerine tecavüz ederse, o yerin yedi katı da o kimsenin boynuna geçirilir.” (Buhârî, Mezâlim, 13)

Endülüs halîfesi Hakem’in başından geçen şu hâdise de konuya ışık tutmaktadır:

Halîfe Hakem, muhteşem bir saray yaptırır. Sarayın bahçesini tümüyle çiçeklerle donattırır. Saray emiri, sarayın bahçesine bitişik olan dul bir kadının tarlasını halîfenin haberi olmadan sarayın bahçesine katar. Dul kadın râzı olmaz; ancak bir miktar para verip kadını gönderirler.

Dul kadın durumu komşularına ve tanıdıklarına anlatır.

Onlar kadına;

“–Kurtuba kadısı Beşir’e müracaat et. Zira halîfe, İslâm kanunlarını iyi uygulayan kadıları sever ve onları dinler.” derler. Yaşlı dul kadın;

“–Olmaz olmaya ya…” diyerek ümitsizlik içinde, Kurtuba kadısına gider. Durumu kadıya anlatır;

“–Tarlasını sarayın bahçesine kattıklarını, verilen paraya râzı olmadığı hâlde kendisini dinlemediklerini…” söyler.

Çok zeki olan Kurtuba valisi Beşir;

“–Ben senin işini hallederim.” der, kadını gönderir. Eline bir çuval alıp, sarayın bahçesindeki çiçekler arasında dolaşmaya başlar. Müsait bir yer bulup elinde getirdiği çuvalın içine toprak doldurmaya başlar. Bahçıvanlar durumu halîfeye bildirirler. Halîfe, kadının yanına gelir ve durumu izlemeye başlar. Bu arada kadı, getirdiği çuvalı iyice doldurur ve halîfeye seslenir:

“–Yâ Emîre’l-mü’minîn! Şu çuvalı sırtıma kaldırır mısınız?”

Halife, işin içyüzünde bir şeyler olacağını sezmesine rağmen, dolu çuvalı Kurtuba kadısının sırtına kaldırmak için kendini zorlar. Fakat çuval çok dolu olduğu için kaldıramaz. Ve;

“–Bu çuval çok dolu olduğu için kaldıramıyorum yâ Beşir!” der. Kadının beklediği olmuştur. Kadı Beşir, şöyle mukabelede bulunur:

“–Nasıl olur yâ Emîre’l-mü’minîn? Kaldırmanız lâzım. Zira siz, sadece bu bir çuvalı değil şu gördüğünüz dul kadına ait koca tarlayı hem de yedi kat olarak boynunuza geçirmiş vaziyette kaldıracaksınız.”

“–Bu nasıl olur yâ Beşir?”

“–Anlatayım yâ Emîre’l-mü’minîn. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

«Kim bir başkasının bir karış toprağını gasbederek alırsa, o toprak yedi kat yerin dibine kadar, kıyâmette gasbedenin boynuna geçirilecek. Kaldırması için melekler ateşten kamçılarla kırbaçlayacak ve azap edeceklerdir.»

Bu sebeple siz de sadece şu bir çuval toprağı değil, belki dul kadının rızâsı olmadan bahçenize kattığınız şu koca tarlayı da yedi kat aşağısına kadar halkalanmış olarak boynunuza takıp kaldıracaksınız.

«Bu koskoca tarlayı kaldırmayı gözünüz kesiyor da şu bir çuval toprağı mı kaldıramayacaksınız?» diye düşünmüştüm.”

Bu söz karşısında düşünceye dalan Endülüs Halîfesi Hakem; tarlanın işgalinden kendisinin haberinin olmadığını ifade ederek, derhâl dul kadının toprağını karışına kadar iade eder. Mağdur kadın da zeki İslâm kadısı Beşir ile dindar Halîfe Hakem’e minnettar kalır.

Birçok emsali de anlatılan bu güzel sahne bize gösteriyor ki, âhirete inanan zulümden uzak durur. Zulümden kaçınan, dünyasını da âhiretini de rahatlatmış olur.

Yıllarca zulüm görmüş bir mazlum, canı boğazına gelmiş; bir gün zalime şöyle seslenir:

“Ey zalim! Sen zulmüne devam ededur. Fakat şunu bil ki bana karşı yaptığın haksızlıkların cezasını şu dört yerde mutlaka çekeceksin:

1. Bir gün sen de öleceksin.

2. Herkesin girdiği kabre gireceksin.

3. Kıyâmet günü mutlaka hesap yerinde toplanacağız.

4. En büyük ceza verici Allah -celle celâlühû- aramızda en doğru hükmü verecektir.

Gerçekten insanlar bu neticeleri düşünse, hesaba çekileceğine inansa zulüm ve haksızlık yapabilir mi? Başkalarının hakkına tecavüz edebilir mi? Başkalarını ağlatıp bundan zevk duyabilir mi?..

Yâ Rab!

Zulmetmekten ve zulme uğramaktan Sana sığınırız.

Bizi hem nefsimizin, hem de başkalarının zulümlerinden muhafaza buyur.