ÂŞIKLAR ÖLMEZ

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@hotmail.com

Mevlânâ Yâkub bin Osman Çerhî -kuddise sirruh- Kâbil ve Gazne arasındaki Çerh Kasabası’nda, hicrî 8. asrın ortalarında (mîlâdî 14. asır) dünyaya geldi. Babası zâhid bir zât idi. Mısır, Herat ve Buhârâ medreselerinde ilim tahsil etti. Helâl-haram ölçülerine müstesnâ bir dikkat gösteren Yâkub-i Çerhî, tahsilini tamamlayıp memleketine döneceği sırada, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ile karşılaştı. Onun talebelerinden olup, ömrü boyunca insanları Hakk’a davet edip; îmanlarını kemâle, ibâdetlerini kıvama, ahlâklarını da zirveye taşımayı gaye edindi. Onun samimiyet ve ihlâsı kendisini daha sonradan Hâce Alâüddîn Attar Hazretleri’nin ardından irşad halkasında yer alma şerefine yükseltmiştir. Ardında on eser bırakan büyük Hak dostu, hicrî 851 / mîlâdî 1447 tarihinde Hakk’a irtihal etti. Kabri, bugün Tacikistan’ın başkenti Duşanbe yakınlarındadır.
***
Mevlânâ Yâkub Çerhî -kuddise sirruh- şöyle anlatır:

Hazret-i Hâce Şâh Nakşibend Hazretleri’nin vefat ettiğini işitince çok üzülüp ağladım. O gece rüyamda Hazret-i Hâce’nin bana;

“Şayet O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksi­niz?” âyet-i şerîfesini okuduğunu müşâhede ettim.

“Zeyd bin Hâ­rise -radıyallâhu anh- buyurmuştur.” dediler. Uykudan uyanınca bu âyet-i kerîme ile bana işaret edilmek istenen şeyi anladım. Yani, onların güzel terbiye ve şefkatli nazarları, rûhâniyet âlemlerinde de aynen âlem-i şühûdda oldukları gibidir. İkinci gece yine Hazret-i Hâce’yi rüyamda gördüm;

“Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-;

«Din birdir ve dâimdir.» buyurdular.” diye önceki sözlerini tafsil ettiler.

Bu rüyalardan anlaşıldığına göre, meşâyih-i kiram hazerâtı, hayattayken de vefat ettikten sonra da müridlerini terbiye etmekten hâlî olmazlar. Onların rûhâniyetlerine teveccüh ve istimdâd, ayn-ı kemal ve sebeb-i feyz ve nurdur. (Enîsü’t-Tâlibîn, s. 293.)

BERABER DAHA GÜÇLÜ

Tam ismi Ebû Tâlib Muhammed bin Mikâil bin Selçuk olan Tuğrul Bey; Oğuzların Kınık boyundandır. Oğuzların Kayı boyundan Osmanlı Devleti doğduğu gibi, Kınık boyundan da geniş bir bölgede hükümran olmuş Selçuklu Devleti neşet etmiştir.

Selçuklu Devleti’nin kuruluş devri, ağabeyi Çağrı Bey’le birlikte büyük devlet adamı Tuğrul Bey’e nasip olmuştur. İki kardeş, babaları Mikâil’in şehâdetinden sonra, dedeleri Selçuk Bey’in terbiyesinde yetişmişlerdir. Selçuk Bey’den sonra devletin başına Tuğrul Bey’in amcası Arslan Yabgu geçti.

Kuruluş devri sıkıntıları içinde Gazneli Devleti’yle mücadeleler yaşandı. Arslan Yabgu, Gazneli iktidarı tarafından sürgüne gönderilince; Tuğrul Bey, 1038’de, ağabeyinden küçük olmasına rağmen ağabeyinin desteğiyle pâyitahta geçti ve adına hutbe okuttu. Çünkü ağabeyi Çağrı Bey, kardeşindeki istîdâdı görmüş, devletin selâmetini düşünerek kendi hakkından ferâgat etmişti. Bu hareketiyle Çağrı Bey de, devlet idaresinde birlik şuurunun ferâsetli bir örneğini sergilemişti.

5 Eylül 1063 Cuma günü vefat edinceye kadar Tuğrul Bey, sayısız zaferlere imza atmış, Çağrı Bey’in oğlu Alparslan’ın yapacağı büyük fütuhâtın âdeta hazırlayıcısı olmuştur.
***
Selçuklu Devleti’nin bir şûrâ meclisi toplanmıştı. Tuğrul Bey; birlik-beraberliğin, ümmetin ittihâdının önemini göstermek için bir temsile başvurdu. Ağabeyi Çağrı Bey’e bir ok uzattı ve;

“–Ağabey, kır bu oku!” dedi.

Çağrı Bey oku kolayca kırdı. Tuğrul Bey bu kez iki ok verdi ve ikisini birden kırmasını istedi. Çağrı Bey, onları da pek zorlanmadan kırdı. Tuğrul Bey, ok sayısını her defasında artırıyordu. Dört ok olduğunda artık Çağrı Bey okları kıramadı.

Bu temsil; müslümanların parçalanmış olduklarında gayrimüslimlerin ağzına kolay lokma olacaklarını, birbirlerine kenetlendiklerinde ise, Allâh’ın izniyle mağlûp edilemez, kimsenin zulmüne uğratılamaz olduklarını, kelimelerin gücünden daha etkili bir şekilde anlatmıştı.

SENDEN DÂVÂCI OLURUM!

Kanunî Sultan Süleyman, 1495’te Trabzon’da dünyaya geldi. İsmi Kur’ân’dan tefeülle verildi. Babasının sultanlığı sırasında Manisa’da Saruhan Sancak Beyliği vazifesini deruhte etti. Babası Yavuz Selim Han’ın şirpençe hastalığıyla vefatı üzerine, 30 Eylül 1520’de 21 yaşında cihan padişahı oldu. 46 yıl süren saltanatı, Osmanlı’nın doğu ve batıda, karada ve denizde zaferlerle dolu muhteşem yıllarıdır. Fethettiği beldeler arasında Rodos, Belgrad ve Bağdat’ın da bulunduğu Padişah; Merkez Efendi ve Yahya Efendi gibi Hak dostlarının mânevî terbiyesinde yetişmiştir.

6 Eylül 1566’da Zigetvar Seferi, zafere yaklaşırken cihad esnasında hayata gözlerini yummuştur.
***
Kanunî’nin, Avusturya Seferi’nin dönüşünde karşısına bir ihtiyar kadın çıkar. Padişahın atının dizginlerine yapışır ve;

“–Senden dâvâcıyım!..” der.

Sultan tebessüm ederek;

“–Kimi kime şikâyet edeceksin. Ben cihan sultanıyım? Beni kime dâvâ edeceksin?” diye sorar.

Kadın;

“–Sultanım, seni ilâhî mahkemede dâvâ edeceğim. Çünkü askerin tarlamı çiğnedi. Ekinlerim mahvoldu…” der.

Bu sözler üzerine duygulanan ve tebaasının hakkı söyleme cesaretinden memnun olup Hakk’a hamd eden Sultan, kadının tarlasına verilen zararı derhâl tazmin eder. İhtiyarın gönlünü hoş eder. Helâlleşir.

AFFET BİZİ, GEÇ GELDİK

1899’da Aydın’da doğan Adnan MENDERES; İzmir’de başladığı tahsilini, Ankara Hukuk Fakültesinde tamamladı. İstiklâl Harbi’ne katılan ve İstiklâl Madalyası alan Adnan MENDERES, siyasete atıldı ve çok partili hayata geçildiğinde, Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer aldı. 1950 seçimlerinde başında bulunduğu Demokrat Parti’nin zaferiyle Başbakan olan Adnan MENDERES; üst üste üç seçimi de kazanarak, 27 Mayıs 1960 İhtilâli’yle haksız bir şekilde son verilene kadar 10 yıl başbakanlık yapmıştır. Ülkenin kalkınması ve tek parti dönemindeki mâneviyat üzerindeki baskıcı idarenin bir nebze de olsun rahatlatılması, ezanın aslî şeklinde okunmasına izin verilmesi gibi icraatları, onu halkın sevdiği bir lider hâline getirmişti. Darbeciler tarafından Yassıada Mahkemelerinde hukuksuz şekilde yargılanan Adnan MENDERES, 17 Eylül 1961’de İmralı Adası’nda idam edildi.

***

Adnan MENDERES, 1952 yılında NATO toplantısı için Fransa’ya gider.

Bir ara Paris büyükelçisini yanına çağırarak;

“–Osmanoğulları ailesinin Paris’te yaşıyor olması gerek. Bunlar ne yer, ne içer, ne ile geçinir?” diye sorar.

Büyükelçinin hanedan hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını gören Menderes, büyük bir hayıflanma içerisinde;

“–Sana 24 saat mühlet! Ya Osmanlı ailesinin adresi ile ya da istifanla gelirsin.” der. Bir müddet sonra büyükelçi adresle gelir.

Hanedanın ziyaretine giden Menderes, gördükleri karşısında çılgına döner.

Devlet-i Aliyye’nin ulu hakanı Sultan Abdülhamid Han’ın 80 yaşındaki hanımı Şefika Sultan, 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımları, Paris yakınlarında bir bulaşıkhanede Fransızların bulaşıklarını yıkamaktadırlar.

Menderes gözyaşlarını tutamaz. Şefika Sultan’ın ellerine sarılır ve;

“–Anne ne olur affet bizi, geç geldik.” der.

Ayşe Sultan, sürgünden otuz yıl sonra gördüğü bu vatan evlâdına;

“–Sen kimsin?” diye sorar. Menderes de;

“–Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım.” der.

“–Ben başbakanım.” sözünü duyan sultan, sevinçten öyle bir çığlık atar ki kalbi duracak gibi olur, bayılır.

Ülkeye döndüğünde harekete geçen Menderes, engellemelere rağmen istifayı göze alarak Hanedan hanımlarının yurda dönmelerine izin verilmesini sağlar.

Böylece Osmanoğulları’nın sürgün hayatını bitirecek ilk adım atılmış olur. (Hüseyin ÖZTÜRK – Yeni Akit, 10.05.2012)