CİHAD

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Batıya ait değerlerin bütün dünyada tesirli olmaya başladığı günden beri, müslümanlarda da savunmacı bir refleks ortaya çıktı. Had cezalarından tutunuz da, miras hükümlerine ve kadının şahitliğine kadar her konuda; mahcubiyet hissi içerisinde dile getirilen kırık dökük yorumlar yapılır oldu. Hâlbuki bu tür yorumların istenilen amaca hizmet edeceğini, yani batıya ve onun uşaklarına İslâm’ı ve müslümanları şirin göstereceğini düşünmek; büyük bir safdilliktir. Sebebini bundan beş-altı yıl önce aynı gazetenin farklı köşelerinde yazan biri «İslâmcı», diğeri «eski solcu yeni liberal» iki yazarın tartışmalarıyla örneklendirelim:

Konu, Nisâ Sûresi’nin;

“Serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara önce nasihat verin. Sonra onları yataklarında yalnız bırakın. (Yine dinlemezlerse), dövün! Ama size itaat ederlerse kendilerini incitmeye bahane aramayın.”1 meâlindeki âyeti.

«İslâmcı» yazar, kadının dövülmesinin son şık olduğunu, öncelikle âyette belirtilen iki hususun sırasıyla uygulanması gerektiğini, son şıkka geçmek mecburiyeti hâsıl olursa bile kadının hafifçe dövülmesi gerektiğini vb. yazıyor. Onun yazdıklarını, karşı sütunda tenkit eden «eski solcu yeni liberal» yazar ise soruyor:

“Haydi diyelim ki, kadın dövülürse bile hafif dövülür, hattâ hiç dövülmez; ancak neden hep erkek terbiye eden, kadın terbiye edilen konumundadır?”

«Eski solcu yeni liberal» yazarın sorduğu sorunun, tartışmanın gündeme geldiği sathî kısmından çok daha derinlerdeki bir meseleye temas ettiğini vurguluyor ve bahsini ettiğimiz yorumların böyle sorular soran zihniyeti ikna edip etmeyeceğinin takdirini size bırakıyorum.

Ayrıca aile içi şiddet olaylarının haber olduğu ve gerçekten insanın kanını donduran çok vahim hâdiselerin yaşandığı bugünlerde; verdiğimiz örneğin yanlış anlamalara sebep olmasına mahal vermemek için Kur’ân-ı Kerîm’in açıklayıcısı olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eşlerine çok iyi davrandığını ve ümmetine de böyle davranmalarını emrettiğini, dolayısıyla yukarıda meâlini verdiğimiz âyetin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in uygulamaları çerçevesinde anlaşılması gerektiğini bir cümle-i mu‘teriza hâlinde ilâve ediyorum.

Savunmacı yoruma sıkça başvurulan bir konu da cihaddır. Cihad söz konusu olduğunda hemen mahcubiyet hisleri devreye girer, mazeret cümleleri sıraya… Hâlbuki kesinlikle istenilen bir şey olmamakla birlikte, bazen savaş bir gereklilik olabilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de bu durum şöyle vurgulanmıştır:

“Hoşunuza gitmediği hâlde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”2

Öte yandan zorunluluk olduğunda savaş bir seçenek olmakla birlikte; savaş çığırtkanlığı yapıp, savaş çıktığında yeterli gayreti göstermeyen kimseler de Kur’ân-ı Kerim’de kınanmışlardır:

“Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup hemen Allah’tan korkar gibi, hattâ daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da; «Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?» dediler. Onlara de ki: «Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez.»”3

Saldırıya maruz kalmak, savaşı zorunlu kılan en önemli sebeplerden biridir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Kendileriyle savaşılanlarla (mü’minlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaşma konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kādirdir. Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah’tır.» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.”4

“Size karşı savaşanlara siz de Allah yolunda savaşın! Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez. Onları yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’da onlar; sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse Allah Gafûr’dur ve Rahîm’dir.”5

Bu âyetlerde geçen «fitne» kelimesi, geçirdiği istihâleler sebebiyle şimdilerde «düzensizlik, kargaşa» anlamlarında kullanılıyor olsa da asıl anlamı din konusunda baskı ve eziyet görmek demektir. O hâlde Kur’ân-ı Kerîm’e göre savaşın birinci gerekçesi, mü’minlerin din ve vatan konusunda saldırıya uğramalarıdır. Şu âyetler de bunu teyit eder:

“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zalimler onlardır!”6 Bu iki değere yapılan saldırı; can, mal ve namusu da tehlike altında bırakır. Bu sebeple savaşın meşrûiyet gerekçesi içerisinde, bunlara yapılmış saldırılar da yer alır. Zaten bunlar, makāsıdu’ş-şerîa denilen dînin korunmasını amaçladığı değerler olup Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birçok hadiste bunlar uğrunda ölen kişinin şehid olacağını belirtmiştir.

Ancak savaşın yegâne gerekçesi, savunma değildir. Gerektiğinde saldıracağı öngörülen bir düşmana ondan önce hamle etme stratejisi geliştirmek de savaşın gerekleri içerisindedir. İslâm’ın izin verdiği savaşı, sadece savunmaya hasretmek; nasslara uygun düşmediği gibi İslâm tarihini de görmezden gelen savunmacı bir yaklaşım olur. İslâm tarihinin tamamının bizim için referans olduğunu elbette söylemiyoruz. Müslümanlar sütten çıkmış ak kaşık değildir. Onlar da hata edebilir ve haklı olmayan sebeplerle savaşmış olabilirler. Geniş bir zaman dilimini kapsayan İslâm tarihinde; ülkeler ele geçirmek, ganîmet elde etmek ve nam salmak gibi İslâm’ın tasvip etmediği amaçlarla yapılmış savaşlar bulmak zor değildir. Bu örneklerin kolaylıkla bulunabileceği, İslâm tarihi boyunca müslüman idarecilerin cihaddan çok birbirleriyle uğraşmalarından da anlaşılır. Ancak özellikle Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman devrinde yapılan savaşların; savunma savaşları olarak tevil edilmesi, gerçeklere göz kapamak olur. Apaçık bir hakikattir ki, müslümanlar için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in asr-ı saâdetinden sonra; müslümanlar için en güzel örnekliği teşkil eden bu devirdeki savaşlar, Kur’ânî bir emrin gereği olarak dînî davetin önündeki engelleri kaldırmak için yapılmıştır:

“Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın. (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını çok iyi görür.”7

______________________

1 en-Nisâ, 4/34.
2 el-Bakara, 2/216.
3 en-Nisâ, 4/77.
4 el-Hac, 22/39-40.
5 el-Bakara, 2/190-192.
6 el-Mümtehine, 60/8-9.
7 el-Enfâl, 8/39.