Aşk Hastası Olanların DOST DERDİDİR DERMANLARI

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

İstanbul’un fethi anlatılırken, Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin’den söz etmemek mümkün mü? Dinlerken gözyaşlarımızı tutamayız. Bir anda gözlerimizin önünde bir sahne canlanır. Fatih, hocası Akşemseddin’den duâ etmesini rica ediyor. Duâ bittikten sonra Akşemseddin, Fatih’e dönüyor;

“Darda kaldığın her an; «Yâ Fakih Ahmed!» diyerek himmet talep eyle.” buyuruyor. Akşemseddin çadırdadır, şiddetli bir hücum başlar. Fatih heyecanlıdır, hocasının yanında olmasını ister ve haber yollar. Gelmeyince kendisi onun çadırına gider. Çadırda Akşemseddin; kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, gözyaşları içinde duâ etmektedir. Fatih, sessizce kendi çadırına döner.

Az sonra, kahraman ordu, surlardan içeri girmektedir. Gözlerimizi açıp rüyadan uyanıyoruz. Yıl 2012, aylardan Mayıs, gözyaşları içinde yaşadıklarımızı düşünüyoruz. Parti ayırmadan, iktidar ve muhalefetteki siyasîlerimizin yanında neden onları tesir altında bırakacak, söz dinletecek ilim ve irfan adamlarımız yok.

İcabında; «Hayır!» diyebilecek, menfaatten uzak olacak, yeri geldiğinde, çağrılınca gitmeyecek yol göstericilere ihtiyacımız var. Nedense tarihi heyecanla anlatırken, yaşadığımız devre gelip mukayeseler yapamıyoruz. Yanlışların içinde üzülüyoruz, gözyaşlarıyla duâ ediyoruz. «Ben ne yapabilirim, biz ne yapabiliriz?» demedikçe doğru yolu bulmamız mümkün olabilir mi?

Bolu Kent Konseyi Hanım Komisyonu genç arkadaşımız Gülenay PINARBAŞI’nın yayımlanan «Anadolu’nun Kadın Ermişleri» kitabı üzerinde konuşmak için davet edilmiştik. Arkadaşımızın kitabı; Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde yaptığı tezin, yayına sunulmasıydı. Gittiğimiz yerlerde gördüklerimizi anlatmak vazifemiz olmalı. Zira okuyanlarla paylaştığımız güzellikler; onları düşündürecek, yeni projelerine ilham kaynağı olacaktır. Öğle yemeğini; hanımların açtığı, yöre yemeklerinin sunulduğu «Kardeşim Martı» isimli bir lokantada ikram ettiler. Lokantanın dekorundan, masalardaki peçetelere kadar her şey el emeğiydi. Kendinizi bir Bolu evinde misafirmiş gibi hissediyordunuz.

Belediyenin yaptığı faaliyetleri anlattılar. Dikkatimi çeken «Hayır Çarşısı»ydı. Bir markete girdiğinizi sanıyorsunuz. Alacaklarınız raflara yerleştirilmiş. İhtiyacı olanlar, ellerindeki kartla gelip, karttaki miktar kadar alışverişi kendi istekleri doğrultusunda yapabiliyorlardı. Evlere koli koli giden erzaklar, ihtiyaç sahibine köyden zaten gelmiş olabilir. Bir yıl içinde tüketecekleri bakliyat miktarından fazlası, belki de yaza kalıp böceklenecektir. «Hayır Çarşısı»na giden ise istediğini alacaktır. Bu çarşıya «Gıda Bankası» diyorlar. Ayrıca raflardan seçerek almanın zevkini de tadıyorlar.

Ayrılırken verilen çiçek buketinin yanında minik bir sepet vardı. İçine yöre yiyeceklerinden minik paketler, torbalar, kutular yerleştirilmişti. Bana çocukluğumu hatırlattı. Naylonlardan, plâstiklerden bunalan rûhumuz, bez torbalardaki tarhananın görüntüsünde dinleniyordu. Ayrıca her paketin üstünde, üreticinin isminin, adresinin olması önemliydi. Almak isteyenler için güzel bir reklâm da yapılmış oluyordu.

Hediyelerin en güzeli de Bolu Belediyesinin hazırladığı «Bolu’dan Yetişen Seçkin İnsanlar» kitabıydı. Cevat ALPASLAN’ın hazırladığı bir çalışmaydı.

Kitapta seçme ilâhiler de var. Akşemseddin Hazretleri coşarak, Yûnus tarzında mısralar söylemiştir:

Ben bu ışkı bilmez idüm,
Bu bir acep sevda imiş.
Bir zerresi ay u güneş,
Bir katresi derya imiş.

Hem gösterenmiş, hem gören,
Hem söyletenmiş, hem diyen,
Hem çerh ururmuş âleme,
Hem neyzen ü hem nây imiş.

Gâh yel gibi donanırmış,
Gâh od olup yanar imiş,
Gâh toz olup tozar imiş,
Gâh yağmur u gâh kar imiş.

Aşk hastası olanların, dost derdidir dermanları,
Işka esir olanların, dosta fedâdır canları.

Derdimin dermânı derddür, ben anın müştâkıyam,
Derdi kim buldu ise, ol dimesün dermânı yok.

Hayata, bu mısraların ışığında bakabiliyor muyuz? Cevabımızı dürüstçe verip kendimize bir yol haritası çizebiliriz. O zaman iktidar hırsının, şöhret hırsının, eşya hırsının, madde hırsının esiri olmaktan kendimizi uzaklaştırabiliriz.

Belediyelerin çıkardığı bazı kitaplarda önce belediye başkanının bir ön sözü olur. Başkan Alaaddin YILMAZ, Cevat ALPASLAN’ın ön sözünden sonra yer alıyor. Resminin olmaması da diğer başkanlardan farkını gösteriyor.

«Muhafazakâr sanat» konusu; İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynanan oyunlar ve belediyenin yeni yaptırımlar uygulamak için bulduğu çareler dolayısıyla gündemde.

Kültürümüzün bütün konularında, düşüncelerine katıldığımız Uğur DERMAN’ın bir gazetedeki röportajından bir bölümle bu konu üzerinde duralım:

“Muhafazakâr sanat denilmekle, edep dışına taşmayan, müstehcenlik sınırlarını zorlamayan bir anlayış kastediliyor.” diyor ki ben de aynı görüşteyim.

Uğur DERMAN’ın edep dışına taşmayan düşüncesi, beni yıllar öncesine götürdü. Şehir Tiyatrolarının edep dışı oyunları sahneye koyduğu bir devirde; Türk Edebiyatı Dergisinde tiyatro tenkitleri yazıyordum. Şehir Tiyatrosu deyince Vasfi Rıza ZOBU akla gelir. Oyunculuğuyla, yönetmenliğiyle, bir devir Şehir Tiyatrolarının Genel Sanat Yönetmenliğiyle… hâfızalarımızda yer almıştır. Yaptığım bir röportajda;

“Ayla evlâdım, tiyatro mekteb-i edeptir. Şimdilerde tiyatro adına edepsizlikler yapılıyor. Kızdığınızda kötü bir söz söyleyecekseniz ağzınızı açar ve sonra vazgeçersiniz. Seyirci, kızgınlığınızı anlamıştır.” demişti.

Muhafazakâr sanat için bu düşüncede olanlar nedense -sadece sevmediğim bir ayrım olsa da- dindar kesime mâlediliyor. Hâlbuki Vasfi Rıza ZOBU’nun; «Ben, dindar kesimdenim.» iddiası yoktur.

Sonuç;

Toplumu; kesimlere ayırarak sanat anlayışını çıkmaza sokmak, bizi yorar. Bir kısmımız, Necip Fazıl üstâdın dediği gibi;

“Sanat, Allâh’ı aramakmış.” anlayışının içinde yazarız, okuruz, seyrederiz. Aynı ülke içinde bu ahlâk anlayışını benimseyen, dindar kesimin içinde olmayanlar da olabilir. Mesele; konuşmalarımızda, tartışmalarımızda, hayatımızın her devrinde bu edep anlayışını devam ettirmektir. Yazar olarak, okuyucu olarak, seyirci olarak düşünmek önemlidir. Yoksa taraflı oluruz.

Meselâ; roman da bir sanattır. Elif ŞAFAK’ın Ermeni meselesini konu alan romanının ismini ve muhtevasındaki bazı bölümleri nasıl izah edeceğiz ve romanı metheden okuyucuları, edep açısından baktığımızda nereye koyacağız?

Aşk romanında yer alan Şems ile ilgili bölümleri ve romanın sonundaki tasavvufa uygun olmayan sahneyi yadırgamayıp metheden muhafazakâr yazarlara ve seyircilere ne diyeceğiz?

Veya Kutlu Doğum Haftası içinde düzenlenen toplantılarda yapılan bazı siyasî konuşmaları ve ilâhileri alkışlamamız mümkün mü?

Bir başka gün, düğünlerde veya konserlerde, muhafazakâr televizyonlarda söylenen açık saçık şarkılara, türkülere ve bunları dinleyen muhafazakâr seyirciye ne diyeceğiz?

Mustafa Necati BURSALI’nın «Âdâb-ı Muâşeret Edeb Yâ Hû» kitabından bazı bölümler okuyalım. Hepimizin, dînimizin ve tasavvuf kültürünün içinde «edeb»in yerini yeniden düşünmemiz; bu konuda yazmamız ve konuşmamız gerekir.

“Büyük salonlarda, âyet-i kerîmeleri çalgı eşliğinde okumak hoş görülemez. Hiç farkında olmadan insanın ayağı kayar. Şanlı ecdadımız, abdestsiz olduklarında Nebîler Nebîsi’nin ismini anmaktan çekinirlermiş.”

“Gıpta edilecek şeyi, Nebîler Sultanı haber vermektedir:

«–Cennette öyle köşkler vardır ki; içi dışından, dışı içinden daha güzeldir. İçi dışından, dışı içinden görünür.»

Bir bedevî sorar:

«–Onlar, kimlerindir ey Allâh’ın Rasûlü?»

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

«–Güzel konuşan, yemek yediren ve insanlar uykudayken namaz kılanlar içindir.»

Güzel söz; inci taneleri, elmas parçaları gibi gönül aydınlatır. Müslüman; güzel huylu, ülfet ehli, güzel sözlü olacaktır.”

Bağırarak; lüks kıyafetler giyerek; evlerimizde değil, dışarılarda misafir ağırlayarak; kızarak; daha sayacağımız yüzlerce yanlışla muhafazakâr olmamız mümkün mü?