CENNETLİKLER ARASINDA!

YAZAR : Handenur YÜKSEL

VIII. yüzyılın sonu ve IX. yüzyılın başlarında yaşamış olan, meşhur velîlerden Huzeyfetü’l-Mer‘aşî, Maraş’ta doğdu, lakabı Sedîdüddin idi. Huzeyfe, çağının büyük ilim ve tasavvuf erbabından tahsil görmüş, pek çok velînin sohbetinde bulunmuş, aklî ve naklî ilimlerde yüksek dereceli bir âlim olmuştu. İbrahim bin Edhem Hazretleri’nin talebelerinden olan ve pek çok kimseyi feyziyle irşad eden, Çiştiyye tarîkatının silsilesinden bir halka olan Huzeyfetü’l-Mer‘aşî, 822 (h. 207) senesinde vefat etti.

Bu büyük velî, kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurmuştu:

“Nefsinin isteklerine uyarak, sana dînin ruhsat ve kolaylık taraflarını tavsiye eden kimseleri dost edinme.” Bir başkasına da;

“Eğer Allah Teâlâ’ya gizli ibâdet edersen, istesen de istemesen de kalbin düzelir.” diye öğüt vermişti.

***

Huzeyfetü’l-Mer‘aşî Hazretleri, bir beldeye gittiklerinde kendilerini karşılamak üzere toplanan ahaliyi görünce, Allah korkusundan ağlayıp sızlamaya başladı.

Yanına gelen biri;

“–Yâ üstad, niçin bu kadar ağlayıp inliyorsun? Bu ıstırabı çekmene sebep nedir? Allah Teâlâ’nın Rahîm ve Kerîm olduğunu bilmiyorsun?” diye sordu.

Huzeyfe Hazretleri;

“–Allah Teâlâ; «Bir fırka, cennette; bir fırka, cehennemde…» (eş-Şûrâ, 7) buyuruyor; acaba ben bunların hangisindeyim, bunu bilmediğim için ağlıyorum.” diye cevap verdi. Aynı kimse;

“–Senin kendinin ne olduğundan haberin yok, başkalarına nasıl yol gösterebilirsin?” dedi.

Huzeyfetü’l-Mer‘aşî, bu söz üzerine kendinden geçip bayıldı. Kendine gelip ayıldığında gaipten bir ses duyuldu. Orada bulunan herkesin duyduğu bu ses;

“Yâ Huzeyfe! Biz seni dost edindik, kıyâmet günü seni cennetlikler arasına koyacağız.” diyordu.

KALBİMDE ALLAH KORKUSU VAR!

21 Eylül 1842’de dünyaya gelen Sultan II. Abdülhamid, 31 Ağustos 1876’da 34 yaşında iken Osmanlı tahtına oturmuş, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyeti ilân etmişti. Zeki, fakat fikir ve kanaatlerini dışa vurmayan bir karakter yapısına sahipti. 26 Nisan 1909’da, Avrupa devletlerinin gayretiyle düzenlenen bir askerî darbe ile tahttan indirilmiş ve Selânik’te bulunan Alâtini köşküne hapsedildi. Balkan Harbi’nin kaybedilmesi üzerine, İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı’nda göz hapsinde tutulan Sultan II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918’de 76 yaşında iken vefat etti. Dâhî Sultan, Sultanahmet Dîvanyolu’ndaki Sultan II. Mahmud türbesinde medfundur.

Sultan’ın en büyük meziyeti, dış politikadaki üstatlığıdır. Berlin Anlaşması ile Osmanlı’nın içine düştüğü siyasî tehlikeler, ancak böyle bir siyasî dehâ sayesinde durdurulabilmişti. Dönemin Fransız Sefiri Maurice Bompart, Sultan hakkındaki kanaatini;

“Avrupa’da onun ayarında siyâset-i hâriciyyeye âşinâ bir diplomat yoktur!” sözüyle ifade eder.

***

Takvimler 21 Temmuz 1905’i gösteriyordu. Günlerden Cuma idi… Hünkâr, Cuma namazı için Hamîdiye Camii’ne girmiş, mâbed her zamanki gibi üç sıra askerle çevrilmişti. Bir süre sonra Sultan’ın çıkmak üzere olduğu bildirildi. Arabası binek taşının önüne getirilmiş, askerler nizam vaziyeti almıştı. Bir anda seyircilerin bulunduğu taraftan kulakları sağır eden bir patlama sesi duyuldu; gökyüzüne siyah bir duman bulutu yükseldi. Set üstündeki askerler yerlere savrulmuş, cami ve sarayın camları büyük bir şangırtı ile parçalanmış, birkaç saniye sonra semâdan yere kafa, kol ve bacak gibi uzuvlar dökülmeye başlamıştı.

Sultan Abdülhamid, izdihamdan kimse incinmesin diyerek arabasına bindi. Dizginleri eline alıp faytonu her zamankinden daha ağır kullanarak yokuştan yukarı, saraya doğru çıktı. Padişahın, sıhhatte olduğunu bildirmek üzere haremi teşrif edeceği bildirilmişti. Harem halkı kendisini büyük bir heyecan içinde;

“Geçmiş olsun Efendimiz!” nidalarıyla karşılamıştı. O sırada kızı Ayşe Sultan;

“–Efendimiz, sizi görünce aklımız başımıza geldi, metânetinize hayran oldum.” dedi.

Kahraman Sultan ona şöyle cevap verdi:

“–Ben mütevekkilim, kalbimde sadece Allah korkusu vardır, başkaca bir korku duymam. Bir hâdise olmadan evvel onu önlemek için çok telâş ederim. Ama tehlikenin içinde bulunduğumu hissedersem, icabında ateşe atılmaktan bile çekinmem. Bizi Allah korudu, şimdi, asker evlâtlarımdan ve ahaliden zâyiat olup olmadığını tahkik ettiriyorum.”

Sonra elini paltosunun cebine soktu ve cebinden irili ufaklı demir ve taş parçaları çıkararak;

“–Bakınız, bunlar ceplerime girmiş.” diyerek, harem sakinlerine gösterdi.1

İMKÂNIN OLUNCA YAPARSIN!

Tanınmış meşâyihten Abdülaziz Bekkine, 1895 yılında Bâyezid Mercan’da doğdu. Tataristan’ın Kazan şehrinden İstanbul’a gelip yerleşen Halis Efendi’nin oğludur. İlk tahsilini Kaptan Paşa Camii İmamı Halil Efendi’de yapan Abdülaziz Efendi, ondan dînî ilimler ve Arapça öğrendi. Ardından Dârü’t-Tedris mektebini birincilikle bitirdi. 1910 yılında ailesiyle birlikte Kazan’a dönen Abdülaziz Efendi, 1917 Bolşevik İhtilâli’ne kadar orada ve Buhârâ’da tahsiline devam etti. İhtilâl sonrası (1921) kardeşleriyle birlikte Bakü ve Batum üzerinden tekrar İstanbul’a gelen Abdülaziz Efendi, Nakşî meşâyihinden Mustafa Feyzi Efendi’ye intisab ederek, 1926’da ondan icâzet aldı ve halîfesi oldu. Bu tarihten sonra İstanbul’un çeşitli camilerinde görev yapan Abdülaziz Efendi, Zeyrek’teki Çivizâde Ümmü Gülsüm Camii’ndeki imamlığı sırasında postnişin oldu. (1949)

Başta Cumhuriyet döneminin önemli ilim ve fikir adamlarından Nurettin TOPÇU olmak üzere pek çok ilim adamının düşünce dünyasını feyziyle aydınlattı. 1952 Kasım’ında vefat eden Bekkine Hazretleri, Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğinde medfundur.

***

Hacı Abdülaziz Efendi çok cömertti, babasından kalan binaların kira gelirlerini kardeşlerine bırakmıştı. Kendisinin sadece 50 lira imamlık maaşı olmasına rağmen, sofrasından misafiri eksik olmazdı. Talebelerinden biri cömertliği ile ilgili şu hâtırayı nakleder:

“Sene 1950 idi, diyanette memurluk yapan bir arkadaşım evleniyordu. Düğün masrafı olan 3.000 lirayı, cemaat arasında cömertliği ile tanınan, babasının samimî dostu bir amca karşılamıştı. Ancak arkadaşımızın 300 liralık son bir ihtiyacı daha olmuş, ama amca bey bu harcamayı gerekli görmeyip ödememişti. Arkadaşım, Abdülaziz Efendi’nin camisinde bir ikindi öncesi bana bu sıkıntısından dert yandı, içinde bulunduğu çaresizliğini anlattı. Fakat elimden bir şey gelmezdi, zira birikmiş böyle bir param yoktu.

Namaz sonrası hocaefendinin evine girdik, bir süre sohbet ettik. İçeride arkadaşımızın durumuyla ilgili en ufak bir şey konuşulmadı. Fakat ayrılma zamanı geldiğinde hocaefendi, arkadaşımı yanına çağırıp biraz konuştu. Sonradan öğrendim ki, kendisine 300 lira vermişti. Arkadaşım hiç beklemediği bu durum karşısında şaşırıp bocalamış;

«–Efendim, ben bu parayı nasıl öderim?» demiş. Abdülaziz Efendi ise cevâben;

«–Ödemene lüzum yok, sen de imkânın olunca benzer şekilde hareket edersin.» buyurmuşlar…”2

BU İŞ ACELEYE GELMEZ!

Hiciv ustası şair Halil Nihat BOZTEPE 1882’de Trabzon’da doğdu. Orta öğrenimini Trabzon Askerî Rüştiyesi ve İdâdîsi’nde tamamladı. Meslek hayatına Fransız Mektebinde Türkçe öğretmeni olarak başladı. Bu arada Düyûn-i Umûmiyye’de memurluk yaptı. 1927’de Gümüşhane, 1931’de Trabzon mebusu olarak TBMM’ye girdi. 1949’da İstanbul’da hayata vedâ eden Halil Nihat, nazik ve yardımsever kişiliği ile tanınıyordu.

Halil Nihat, hiciv tarafı ağır basan bir şairdi. Dîvan şairlerine yazdığı çarpıcı nazîreleriyle bilinir.

***

Halil Nihat BOZTEPE ömrü boyunca bekâr yaşamıştı. Hastalıklarla geçen yaşlılık yıllarında dostları onu yalnızlıktan kurtarmak için şöyle dediler:

“–Haydi Nihat Bey, seni evlendirelim artık!”

O ise, hayatın çile ve sıkıntılarıyla geçen yorgun altmış yılın ardından, dostlarına mahzun gözlerle baktı ve tebessüm ederek onlara şu karşılığı verdi:

“–Hele durun bakalım, bu iş öyle aceleye gelmez!”
____________________

1 Ziya Nur AKSUN, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1994, s. 9.
2 Prof. Dr. Osman ÇATAKLI, Abdülaziz Bekkine, İstanbul, s. 27.