ZEMİN ÇALIŞMASI!..

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Orhan, gün geçtikçe okuduğu ilâhiyat fakültesinin ehemmiyetini ve ilmi ihlâsla mezcederek okumanın ne kadar zarûrî olduğunu daha yakından idrâk etmeye başlamıştı. Çünkü dış dünyadan tatlı meltemler gibi esmekte olan zehirli fikirler ve sakat felsefeler karşısında dirâyetli gönüllere, basîretli erbâb-ı ilme, yani ehil kimselere ihtiyaç çoktu.

Hazret-i Peygamber’e gerçek vâris olabilecek gerçek âlimler her zaman yetişmeliydi.

Yoksa;

“Kedilerin olmadığı yerde fareler cirit atar.” gerçeğine binâen ehil ve ehliyetli kimselerin olmaması hâlinde sakat felsefeler ve zehirli fikirler kendine zemin bulurdu.

Bu bakımdan, o zararların zemin bulamaması için; daha gayretli, şuurlu, basîretli ve ilimde rüsuh sahibi güçlü isimler yetişmeliydi. Çünkü hakikaten ortalıkta; bir sürü veremli felsefe ve zehirli fikir, faaliyet gösterebileceği uygun zemin arayıp duruyordu. Bulamasa da arıyordu. Yine bulamasa, oluşturmaya çalışıyordu.

Nitekim Yûnus Dede’nin ilim ve ihlâs üzerine yaptığı sohbetten birkaç gün sonraydı.

Her biri birbirinden değerli mektep arkadaşlarıyla bir arada kendilerine çok faydalı ilim ve hikmet mevzuları konuşuyorlardı. Hasbihâllerinin en derin yerinde yanlarına biri geldi, teklifsizce oturdu. Ayağında kot, elinde sigara lâkayt vaziyette ve tepeden inercesine konuşmaları böldü:

“–Boşuna konuşuyorsunuz!”

Soğuk bir rüzgâr esti. Herkes şaşırmıştı. Orhan, başını gelen şahsa çevirip tane tane cevap verdi:

“–Asla! Konuştuğumuz mevzular, Kur’ânî hakikatler ve onları en mükemmel örnek şahsiyet olarak yaşayışıyla bizlere yansıtan Hazret-i Peygamber’in mübârek hayatı. Kitap ve Sünnet. İlâhî emirler, nehiyler, helâller ve haramlar…”

Gelen şahıs, yine lâkayt bir şekilde sözünü kesti:

“–Bırakın böyle ucuz lâfları! Biraz felsefî düşünün! Bahsettiğiniz hususların çoğu tarihte yaşandı bitti. Peygamber bu asırda yaşasaydı, bahsettiklerinizi değil, bu devre uygun çözümler ortaya koyardı. Yani hükümler o devre göre. Bugünler için artık sadece misalden ibaret.”

Orhan’ın kan beynine sıçradı. Duyduğu fâsit cümleler, dimağını acıttı. Fakat her şeye rağmen sükûnetini bozmadan muhatabına îzaha çalıştı:

“–Önce şunu belirteyim ki; hakikatsiz, kasıtlı ve sakat fikirlerle felsefe yapmakla insan hiçbir yere varamaz. İddianıza gelince; unutmamalı ki, Kur’ân’da da beyân edildiği gibi dîn-i mübîn tamamlandı. Her şeyiyle kusursuz ve noksansız bir mükemmellik ile tamamlandı. Kıyâmete kadar bütün zamanları kuşatacak bir kudret ve hakikat ile tamamlandı. Bilgili zannedilen, fakat akıl ve iz‘an, ruh ve gönül, îman ve irfan mahrumu olan câhiliyet kalıntısı kimselerin demagojik uydurmalarıyla veya daha başka karalamalarla asla lekelenmeyecek derecede berrak, temiz ve net bir şekilde tamamlandı.

Kaldı ki;

Yüce Allah, her şeyden müstağnî. Her türlü noksanlıktan ve kusurdan münezzeh. Zaman sınırlarına yenik düşmekten de zaten münezzeh. Zamanı yaratan O. Yarattığı zamanın karşısında O’na acziyet isnat edercesine felsefe üretmeye kalkışmak; zamanı da, onu yaratan Allâh’ı da, dîni de, îmânı da hiç anlamamaktır, câhiliyenin en berbatıdır.

Ancak;

Allah katında yegâne dîn olan İslâm; kendi tarifini ve mahiyetini, asla ve asla cehâlet dolu felsefî uydurmalara bırakmaz. Onu bi-zâtihî kendisi tarif eder. Bu da, dîni vaz edene aittir.

Hiç şüphesiz;

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- son peygamber. Kur’ân-ı Kerim son kitap. Kıyâmete kadar hükümleri bâkî. O, baştan sona Hakk’ın ilmi. Her şeyiyle sonsuzluğu kuşatıcı. Dolayısıyla nâzil olduğu asırları da, takip eden diğer asırları da kuşatıcı ve kıyâmete kadar her devrin insanına yegâne yol gösterici, rehberlik edici ve şuur verici. Her beyanı bütün zamanlara ve mekânlara şâmil, sır ve hikmet dolu muhteşem bir mûcize…

Tarihten beri kimi doğrudan kimi de sûret-i haktan görünüp de İslâm’ı tahrif etmek isteyenlerin kendileri tahrip olup hüsrana uğramıştır. Günümüzde tarihselcilik denilen saçmalığın da ve o saçmalığa kapılanların da âkıbetlerinin, tevbe etmedikleri takdirde eyvahtan ibaret olacağı âşikârdır…”

Bu minval üzere Orhan, konuştukça konuştu. Âdetâ ilâhî te’yîde mazhar olmuştu. Dili, hakikat bülbülü hâline gelmişti. Yanındaki arkadaşları da büyük bir hayranlık içinde dinliyorlardı. Daha da konuşacaktı. Fakat malûm şahıs, birden oturduğu yerden kalktı ve sinirli tavırlar içinde;

“–Anlaşılan, yanlış masaya gelmişim!” dedi. Selâm bile vermeden çekip gitti.

Herkes, tekrar şaşırdı. Orhan, onun ardından dalgın bakışlarla son cümlesini söyledi:

“–Zehirli fikirlerini ekebileceği, sakat felsefelerini yeşertebileceği bir zemin arıyor. İnşâallah, ona zemin olacak hiçbir masa bulamaz. Arkadaşlar; daha çok gayret ve daha köklü yetişmek, boyun borcumuz. İki kanadımız da güçlü ve sağlam olmalı. İlmimiz de irfânımız da, içimiz de dışımız da, maddemiz de mânâmız da, dünyamız da âhiretimiz de.”

Hepsi tasdik etti.

Masadan kalkarken Orhan, arkadaşlarını Yûnus Dede’nin sohbetine davet etti. Müsait olanlar, merakla kabul etti.

Sohbet günü, hayli kalabalıktı. Ancak Orhan ve yeni arkadaşları, erkenden gelip ön safta yerlerini almışlardı.

Yûnus Dede, her zamanki vakur edâsıyla sohbete başladı:

“Kardeşlerim,

Nasıl ki, zâhirî mikroplar karşısında tıp da, doktor da, ilâç da vazgeçilmez birer şart ise; manevî mikroplar karşısında mânâ tıbbı da, mânâ doktoru da ve mânâ ilâcı da vazgeçilmez şarttır. Hattâ bu daha elzemdir. Çünkü vücut sıhhati, neticede mezara kadar lâzım. Ruh sıhhati ise ebedî lâzım.

Tehlikeli mikropların pençesinde cahil bir hasta, öğrendiği kırık dökük ve yarım yamalak sakat felsefelere dayanarak hakikî bir doktora akıl vermeye ve ilim öğretmeye kalkarsa, önce kendisini helâk eder, sonra çevresine zarar verir. Mânen cahil kimseler de bundan farksızdır. Hattâ daha beter bir hâldedir.

Bu hususta Hazret-i Mevlânâ’nın şu ifadeleri ne kadar mânidardır:

«İki parmağının ucunu iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? Görmüyorsan bu âlem yok değildir. Görmemek ayıp ve kusuru ancak nefsin uğursuz iki parmağına aittir.

Sen evvelâ gözlerinden parmaklarını kaldır. Ondan sonra dilediğini gör. İnsan gözden ibarettir. Geri kalansa cesarettir. Göz ise ancak dostu görene denir.

Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini ve Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şeriflerini okumadan evvel kendini düzelt. Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara…

“Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş (yani nefsini ve benliğini terbiye etmiş), böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler idrâk eder…” (Hazret-i Mevlânâ)

Kendisi bin bir ârıza içinde olup da Kur’ân hakkında ileri geri konuşanlar, cehâlet parmaklarını basîret gözleri üzerine saplamış kimselerdir. Kâh nefsâniyetlerine göre hareket ederler, kâh sünnetten uzak fikirlere saplanırlar, kâh tarihselcilik gibi sakat felsefelere kapılıp küfrün tuzaklarında can çekişirler. Şu hakikati işitmezler:

«Kur’ân’ı açıklamayı, kendisinin (fesat) görüşleri (ve sakat felsefeleri) üzerine inşa eden kimse, hiç şüphesiz ki kâfir olur.»

Yani bugün «tarihselcilik» denen sakat felsefe, küfürden başka bir şey değil. Bir harfini bile değiştirmenin mümkün olmadığını görenler, onu hükümsüzmüş gibi gösterebilmek için «tarihselcilik» diye bir zemin oluşturmaya çalışıyorlar. Bozuk ve kaygan bir zemin. Üzerindekileri bir depremle yerle bir etmeye yarayacak bir zemin. Modernizmle hortlayan tarihselcilik, aslında yeni bir şey değil. Daha önce hem de Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- zamanında da Velid bin Muğîre, bu cehâleti sergilemişti. Âyet-i kerimede buyuruldu:

“Kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman; «Eskilerin masalları bu!» dedi. Biz, onu burnuna damga vurmak sûretiyle işaretleyeceğiz.” (Nûn, 15-16)

Bu tarihselcilik ve benzeri bütün bâtıl yaklaşımlar hakkında Cenâb-ı Hak buyurmaktadır:

«… Muhakkak o (Kur’ân), eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, Hakîm ve Hamîd olan Allah tarafından indirilmiştir.» (Fussilet, 41-42)

Yine Rabbimiz buyurmakta:

«De ki: Rabbimin sözleri için deryâ mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahî, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.» (el-Kehf, 109)

«Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allâh’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak gālib ve hikmet sahibidir.» (Lokmân, 27)

Yine Mevlâmız buyurmakta:

“Kur’ân’ı kesinlikle Biz indirdik ve elbette onu yine Biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9)

Hâsılı;

Kur’ân, kıyâmete kadar dâimî bir mûcizedir.

O, 1400 sene evvelki bir bedevîye de onun arayıp istediğini vererek tatmîn ediyor, hayatını en güzel bir şekilde düzenliyordu. Bugün de, en üst seviyedeki ilim erbâbını bile kuşatacak bilgileri vakti geldikçe fâş etmek sûretiyle herkesi hayret ve dehşette bırakarak kendisine râm etmektedir! Çünkü O, kıyâmete kadar olmuş ve olacak bütün ilmî terakkîlere öncülük edecek en mükemmel bilgilerle doludur. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Gaybın anahtarları Allâh’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahî bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (el-En‘âm, 59)

Kur’ân’ın bir başka mûcizesi de, onun kıyâmete kadar gelecek hâdiselerin, gelişmelerin ve değişmelerin ortaya çıkaracağı bütün suallere cevap vermesidir. İslâmiyet; Kur’ân ve Sünnet’te icmâlî, umumî bir üslûp ile her mesele için öz ve mantığı vaz etmiş, tafsîlî konulara genişletme ve şümullendirme esnekliğini de -ehli için- içtihad kapısını kıyâmete kadar açık bırakarak temin etmiştir. Böylece mevzuu itibariyle hiçbir tahdîde tâbî kılınmamış olmasının neticesidir ki; İslâm’da, insan beyni için akla gelebilen her suâle cevap vardır ve bu cevaplar da kendisine temel aldığı prensiplerle son derece âhenklidir, yani hiçbir tenâkuz ihtivâ etmez.

Hâlbuki beşerî sistemler, nazariyeler, kanunlar, zaman karşısında eskir, hükmünü kaybeder, iptal olur. İslâmiyet ise beşerî bir sistem değil, ilâhî bir dindir. Kur’ân ahkâmı hakkında ileri geri konuşanlar, Allâh’ın ilminin ihâtasını, kudretinin sonsuzluğunu, hikmetinin derinliğini unutan gafiller, yahut kabul etmeyen hakikate kör münkirlerdir.

O gafiller, bu asrın birtakım fâni ve nefsânî kabullerine âdetâ îmân ederek, onların hatrına Cenâb-ı Hakk’ın değişmez hükümlerini tağyîr yahut en azından tatil etmeye çalışmaktadırlar.

Hâlbuki Rabbimiz;

“…Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık…” (el-En‘âm, 38)

“Muhakkak ki, size (hayatınız için gerekli bütün) hatırlatmaları / öğütleri içeren bir kitap indirdik. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (el-Enbiyâ, 10) buyurarak, bizi düşünmeye, ibret almaya, Kur’ân hakikatlerinin yüceliğini, eskimekten münezzeh olduğunu idrâk etmeye davet ediyor.

Hattâ Kur’ân’daki mûcizevî bilgilere, yapılan ilmî keşiflerle daha çok yaklaşılabileceği de, âyetlerde belirtilen bir mûcize olarak Cenâb-ı Hakk’ın va‘didir. Kur’ân’daki bu hârikulâde hâller, yüce hakikatlerin ilâhî va‘d çerçevesinde zamanı geldikçe tahakkuk etmesidir. Yani Kur’ân önden gidiyor, ilim ise onu tasdik ede ede onun arkasından gelmektedir. Allah Teâlâ buyurur:

“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu kendilerine iyice belli olsun!.. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?..” (Fussilet, 53)

Ayetteki «ufuklar» kelimesinden insanı çevreleyen dış âlemi; «kendi nefisleri» ifadesinden de insanın kendi biyolojik ve rûhî yapısını anlamak mümkündür. Bu takdirde âyetin mânâsı;

“Biz, insana gerek kendisini çevreleyen dış âlemde, gerekse bizzat kendi maddî ve rûhî yapısında bulunan ve bizim varlığımızı ve gücümüzün mükemmelliğini ispatlayan delilleri yeri geldikçe göstereceğiz!” demek olur.

Esmâ-yı ilâhiyyenin fiildeki tecellîsi olan kâinâta büyük âlem (âlem-i kübrâ), esmânın tecellîlerinin cem‘ olduğu bir îcâd bedîası olan insana da küçük âlem (âlem-i suğrâ) denir. Bu iki âlemle alâkalı olarak ilmin tesbit ettiği akıllara ve iz‘anlara durgunluk veren maddî ve mânevî bilgiler, insana kendi aczini tanıtarak;

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

Nefsini tanıyan, Rabbini tanır!” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 361) kelâmının tecellîsini ortaya çıkarmaktadır. Hak âşığı Yûnus, ne güzel der:

“İlmin başlangıcı da, sonu da kendini bilmektir!..”

İlâhî azamet ve saltanat karşısında insanın kendi acziyet, hiçlik ve zavallılığını hissedebilmesi, muhakkak ki ona «mârifetullah»tan bir ufuk açar, vâsıl-ı ilâllah olmaya yönlendirir.

Asla unutmamak gerekir ki, Kur’ân’ın bildirdiği hakikatlerin, zamanı geldikçe bütün beşeriyyetin gözleri önünde tek tek zuhûr edip gerçekleştiği ve idrakleri hayrette bıraktığı gibi; ölümden sonraki hayata (ba‘sü ba‘de’l-mevt’e) dair verdiği mâlûmatlar da mutlaka zuhûr edecektir. Elbette ki haşr, mahşer, sırat, hesap, mîzan, cennet, cehennem ve diğer mâlûmatlar da hak ve muhakkaktır.

Ne mutlu, bu fânî âlemden gerektiği şekilde ibret almak sûretiyle kalbî hayatını feyiz ve rûhâniyetle zenginleştiren, böylece ebedî hayata beşerî istiâb ve istîdâdınca hazırlanıp da Cenâb-ı Hakk’a bir kalb-i selîm götürebilenlere! Ne mutlu yüz akıyla âhirete varabilenlere!”

Sohbetten çıktıkların Orhan’ın arkadaşları etrafını sardı:

“–Orhan kardeş, bizi buraya keşke daha önce getirseydin!” diye memnuniyetlerini dile getirdiler.

Nasipli Şevket de aralarındaydı. O da Orhan’a baktı ve sohbetten aldığı feyzi şöyle özetledi:

–Demek ki; gönlümüzde de, aklımızda da, ilmimizde de, evimizde de, sokağımızda da zemin çalışmasına ağırlık vermeliyiz. Bu zemin, üzerindeki emânetlerin sarsılmayacağı bir mânevî zemin olmalı. Düşmanların; sakat, çirkin ve iğrenç felsefelerin ve kötülerin tahrip edemeyeceği bir zemin.

Orhan tamamladı:

–Takvâ ile yoğrulmuş bir îman, ilim ve hizmet zemini…