GİZLİ DAVETİN AÇIK YANSIMALARI

YAZAR : Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Bundan önceki yazımızda İlk İslâm Toplumu Sahâbe’nin oluş sürecini anlatmaya çalışmış, orada; “İslâm güzelliği ile lif lif dokunan insan, herhangi biri olmaktan çıkıp «İslâm İnsanı» olurken, bu arada da «İslâm Toplumu» oluşuyordu.” cümlesini kullanmıştık.1

Bu yazımızda da İslâm’ın ilk üç yılını değerlendirmeye; bu arada yanlış anlaşılan, ya da eksik anladığımız bazı önemli şeyleri açmaya, başarabildiğimiz ölçüde de dersler çıkarmaya çalışacağız…

İslâm güneşinin doğuşu üzerinden üç yıl geçmişti…

Bu süre içerisinde, -tabir yerindeyse- üç yıllık ilk eğitimlerini tamamlayan sahâbe; sadece kendi dönemleri için değil, bütün zamanlar için model olacak Örnek Kur’ân Nesli’nin çekirdek kadrosu olarak, neşv ü nemâ bulmuşlardı.2

Davet gizli yapılmış olsa ve belirli oranda gizliliğe dikkat edilse bile, her şey gizli değildi. Daha açıkçası, birçok şey gizlenememiş ve gizlenemiyordu. Mekke eşrafı, İslâm davetinin seyri hakkında genel anlamda da olsa bilgi sahibi olmuştu. Mekkelilerin önemli bir kısmına davet ulaştırılmıştı. Kabul eden etmiş, etmeyenler ise ya düşüneceklerini ya da kabul etmeyeceklerini bildirmişlerdi. Önceleri ilgisiz kalanlar da vardı.

Risâletin ilk üç yılı boyunca, Mekke’de iki farklı topluluk oluşmuştu. Topluluklardan birini İslâm dairesine giren ve hayatlarını Allah ve Rasûlü’nün buyruklarına göre düzenleyen mü’minler, diğerini ise şirke dayanan inançlarıyla ve hayat tarzlarıyla müşrikler oluşturuyordu.

Üzerinde durulması gereken çok önemli bir konu da; bu zaman zarfında, mü’minlerin sayısı arttığı ve İslâm davetinin ayrıntıları daha da belirginleştiği için, İslâm daveti; müşrik eşrafın gündeminde hemen her zaman yer alan en önemli bir konu hâline gelmişti.

Bu süreç içinde; sürekli yayılan ve gittikçe de gelişme kat eden İslâm daveti karşısında, müşrik liderler tepki gösteriyorlardı. Zaman geçtikçe de bu tepkileri bilenmeye yüz tutan öfkeye dönüşüyordu.

Özellikle ismen bilip tanıdıkları, kavimlerinin en önde gelen bazı şahıslarının İslâm’a girdiklerini haber aldıkça, öfkeleri daha da artıyordu. Bu durum yeni bir oluşuma daha yol açmıştı. İslâm ve müslümanlar, müşriklerin ilk gündemini teşkil etmeye başlaşmıştı. O kadar ki, gündemlerinden hiç düşmemesine ve hattâ daha çok gündemlerinde kalmasına sebep olmuştu.

Bu gelişmeler karşısında; müşrik eşraf öfkeli olmanın yanı sıra, endişeliydi de. İslâm’ın her geçen gün, çok değişik kesimlerden daha fazla kimsenin ilgisini çeker hâle geldiğini görüyorlardı. Hattâ eşraf ailelerinden en önde gelen bazı kimseler de İslâm’ın çekiciliğine kendisini kaptıranlar arasında yer alıyorlardı. Üstelik bunlar birkaç kişi de değillerdi.

Eşraf ailelerinden özel bir grup teşkil edecek kadar çok sayıda kimse, İslâm davetini kabul etmişti. Risâletin yaklaşık ilk üç yılı içerisinde Mekke eşrafının yakınlarından İslâm davetini kabul edenler, çevrelerini de çok ciddî şekilde etkiliyorlardı.

Fakat bütün bunlara rağmen, eşrafın henüz kayda değer fiilî bir tepkisi görülmemişti. Geçen zaman içerisinde, İslâm davetini kabul eden ve önemli bir kısmını hanımların, kölelerin ve yoksulların oluşturduğu mü’minlerle daha çok alay etmişler; onları pek ciddîye almamışlardı. Zaman geçtikçe, önde gelenlerin de İslâm’a girdiklerini görünce, gizlilik döneminde bile şiddete başvurdukları görülür.

İslâm, her ne kadar Mekke ileri gelenlerinin çok farklı gerekçelerle kabul edemeyecekleri özelliklere sahip olsa bile; mü’minlerin Mekke toplum yapısına yönelik açıkça bir fiillerinin gerçekleşmemiş olması, müşrik eşrafın tepkilerini dizginleyen önemli bir sebepti.

Mekkeliler; önceleri İslâm davetini, inançlar mozayiği durumundaki Mekke’de gelip geçici bir hevesin sebep olduğu bir inanç hareketi olarak düşünüyorlardı. Ya da öyle olmasını umuyorlardı. Muhtemeldir ki, bu hevesin geçmesini ve İslâm davetinin mevcut yapıyla uyumlu hâle gelmesini bekliyorlardı.

Bilindiği gibi, genellikle risâlet sürecinin ilk üç yılının tamamıyla «gizli» olduğuna yönelik yaygın bir kanaat vardır. Biz bunu masaya yatırıp, enine boyuna incelediğimiz zaman şöyle bir tablo ile karşılaşırız:

Öncelikle olayın tamamen «gizli» kaldığı meselesi, hem Kur’ân-ı Kerîm’in o döneme ilişkin âyetleriyle ve hem de «gizlilikten» bahseden kaynakların o döneme ait verdikleri bilgilerle çelişmektedir.

Bunun için risâletin ilk üç yılına daha çok «ferden ferdâ davet dönemi» adını verebiliriz. Bu dönemde müşrikler ve özellikle de eşraf, davetten ve konusundan haberdardı. Ancak davet herkese açıkça değil, güvenilir kişilere ve daveti kabul etmesi muhtemel görünen şahıslara yapılıyor; her şey açıkça ilân edilmiyordu.3

İslâm davetinin ilk üç yılını oluşturan dönem, kendi içerisinde nev’i şahsına münhasır özelliklere sahiptir. Bu dönem Şuarâ Sûresi’nin 214-216. âyetlerinin vahyedilmesine kadar devam etmiştir.

Bu dönemde davete müsbet karşılık vererek İslâm’a girenlerin sayısı; çoğu zaman zannedilenin aksine, bir kitle oluşturacak kadar çoktu. Kaynaklar, söz konusu dönemde İslâm’a girenlerin listesini ayrıntılı şekilde nakletmektedirler. Gerçi listeler arasında bazı ufak sayı ve isim farklılıkları vardır; ancak yine de risâletin bu ilk yıllarında müslüman olanların listesini kesin değilse dahî, kesine yakın bir doğrulukta tespit etmek mümkün olabilmektedir. Kaynaklardaki söz konusu listeleri ciddî bir düzenlemeye tâbî tuttuğumuz zaman, sayıları 120 ile 139 arasında değişen, çok sayıda kişinin isimlerini tespit ettik.4

Bu kadar çok kişinin gizlilik döneminde İslâm ile şereflenmesi çok anlamlı. Demek ki, bu dönemde İslâm ile şereflenenler, hayatlarına çok güzel şeyler yansıtmış ve çok da güzel örnek olmuşlardı. Yani inandıklarını hayatlarına yansıtmışlardı. İşte bundan dolayı bu yazımıza «Gizli Davetin Açık Yansımaları» adını verdik.

Peygamber medresesinde yetişenler her yerde kendilerini gösteriyorlardı. O’ndan görüp aldıklarını; sadece fikir ve düşünce bazında tutmuyor, bütün hayatlarına yansıtıyorlardı. Bütün mesele, her hâl ve hareketimize Peygamber Efendimiz’i yansıtma çabasıdır.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_____________________

1 Bakınız: Yüzakı, sayı 80, s. 48.

2 Mevlânâ Şiblî Nûmânî, Sîretü’n-Nebî, c. 1, s. 146-147.

3 Hazret-i Muhammed’in Hayatı ve İslâm Devleti, Celâleddin Vatandaş, c. 1, s. 225.

4 İbn-i İshak, İbn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 257; İbn-i İshak, Kitâbu’l-Mübtedâ ve’l-Meb‘as, c. 3, s. 118; İbn-i Kuteybe, Kitâbu’l-Maârif, s. 73; İbn-i Abdilberr, İstiâb, c. 4, s. 1820-1821; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. 7, s. 82; İbn-i Seyyid, Uyûnu’l-Eser, c. 1, s. 91; Ebû’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 24; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, c. 1, s. 426, 432; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. 9, s. 103; Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, c. 1, s. 286; İbn-i Sa‘d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 8, s. 36-37, Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, c. 2, s. 177; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 112; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 135; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c. 1, s. 563.