Kâmil İnsanın Tâcı CÖMERTLİK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Bütün mevcudâtın sahibi olan Allah Teâlâ -celle celâlühû-; hikmetine binâen, varlıkları farklı mevkîlerde fakat birbirlerine irtibatlı, tamamlayıcı hususiyette yaratmıştır. İnsan dışındaki canlı ve cansız varlıklar yüce Yaratıcı’nın kendilerine ihsan buyurduğu ilham ve ilâhî kaidelerle, memur edildikleri vazifeleri tam bir sadâkatle îfâ ederler. Uçsuz bucaksız kâinatta ve sonsuz sayıda varlık içerisinde sadece insandır ki; «eşref-i mahlûkat» olarak yaratılmış ve halîfelik tevdî buyurularak ulvî bir mes’ûliyet yüklenmiştir yüce Rabbi tarafından. Bu keyfiyet; ilâhî murad gereğince, fevkalâde hassas, tabiî bir denge çerçevesinde aksamadan, âhenkle yürüyen kâinat nizamının esasıdır.

Allah Teâlâ -celle celâlühû-, insanları da bir arada barış içinde bir dünya kurmakla mükellef kılmıştır. (el-Hucurât, 13) Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre Hazretleri bu mükellefiyeti şöyle terennüm ediyor; o gönle işleyen ifadesiyle:

Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım.
Sevelim sevilelim;
Dünya kimseye kalmaz.

Ancak haddi olmadığı hâlde, ihtiraslarının sevkiyle ilâhî taksime râzı olmayan insanoğlu, kendisine tevdî edilen emânete sahip çıkmayarak barış vasatını tesis edememiş; o refah ve saâdet ikliminin vazgeçilmezi olan tabiî dengeyi de bozarak, içinde yaşadığı çevreyi yangın yerine çevirmiştir maalesef.

Dünyada barış ve huzurun tesisi için riâyet edilmesi gereken değerler manzûmesi, örnek insan ve örnek cemiyet olarak ortadadır. Hem de sadece nazarî değil; tatbikatıyla da… Allah Teâlâ -celle celâlühû-, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i en güzel şekilde terbiye edilmiş olarak, insanlığın ufkuna ihsan buyurmuştur. O’nun «câhiliyye» insanlarını kendi «örnek şahsiyeti» çerçevesinde işleyerek ortaya koyduğu «asr-ı saâdet» cemiyeti ve bu devrin asırları aydınlatan yansımaları, bütün beşerî sistemlerin üzerinde bir güneş gibi parlıyor; göz kamaştırıyor.

Günümüzün, cahiliye devrini bile geride bırakan dünyasının; ruhları diriltecek bir «asr-ı saâdet» meltemine ihtiyacı var. Kan ve gözyaşının seller gibi boşandığı; insanlık haysiyetinin ayaklar altında çiğnendiği; kuvvetin tek belirleyici görüldüğü… bu vasatta, vahşet insanını rahmet insanına çevirecek o yüce değerler manzûmesi ile yeniden teçhiz olmaktan başka çare yok.

İnsanı, dolayısıyla da cemiyeti saâdet ufuklarına kanatlandıran ulvî hasletler cümlesinden olan cömertlik (sehâvet), kemalât kapısının altın bir eşiği gibi kabul edilmiştir bu rahmet ikliminin muktezâsınca. Hele de ülkelerdeki gelir dağılımının fevkalâde bozuk olduğu, sınıflar arasındaki uçurumların gittikçe derinleştiği zamanımızda, cemiyet hayatındaki onulmaz yaralar için bu fazîlet merheminden daha tesirli kaç ilâç gösterilebilir?

Dünya hayatının bir imtihan olduğu beyan buyuruluyor yüce kitâbımızda. Cemiyet içinde farklı mevkîlerde bulunan herkes, birbirine muhtaç durumdadır bu hikmet gereğince. Fakiri ve zenginiyle, âmiri ve memuruyla, çöpçüsüyle, berberiyle, doktoruyla, tamircisiyle… bütün bir halk, birbiriyle yakın münasebet hâlindedir. “Yalnızlık sadece Allah Teâlâ’ya mahsustur.” demişlerdir bu sebeple. Burada önemli olan, bencil hislerden kurtulup rahmet nazarı ile bakabilmek; muhabbet ve müsamaha ile davranabilmektir. İçtimâî mevkîler arasında fitne ve düşmanlık yerine, dostluğun teessüsü için yol budur.

Bu cümleden olarak; «imkân sahibinin, Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun kendisine lutfettiğinden; buna mâlik olmayanlara gönül hoşluğu ile ikram etmesi» olarak tarif edilebilir cömertlik. Bütün fazîletler, birbirlerinin tamamlayıcısı mahiyetindedir. Fizik ilmindeki «birleşik kaplar» misali, birisi hangi seviyede ise, diğerleri de onun gibidir. Hele de cömertlik; bu fazîletler manzûmesinin olmazsa olmazıdır. “Başkasını kendisine tercih etmek” mânâsındaki «îsâr» ise, cömertliğin zirve seviyesini teşkil eder.

Bahis mevzûu fazîlet sahipleri, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurularak müjdelenir:

“Onlar kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11)

Bu hususla ilgili olarak; bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:

“Cömert insan, Allâh’a, cennete ve insanlara yakın; cehennem ateşine uzaktır. Cimri ise, Allâh’a, cennete ve insanlara uzak; cehennem ateşine yakındır! Cahil cömert, Allah Teâlâ’ya cimri âbidden daha yakındır.” (Tirmizî, Birr, 40/1961)

Dünyada elde ne bulunuyorsa, hepsinin bir emânet olduğu şuuruyla, onu verenin rızâsı istikametinde kullanmaktır makbul olan. Bu esasları tebliğ eden bütün peygamberler, bu fazîleti de en güzel şekilde yaşamışlardır. Onların gözünde, dünyanın bütün zenginliklerinin, Hakk’ın rızâsını kazanma yanında, hiçbir değeri yoktur. Meselâ; sofrasında misafiri olmadan hiç yemek yemeyen Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın, bir hikmet mûcibince kendisini insan sûretinde ziyarete gelen Cebrâil -aleyhisselâm-’a, Allah Teâlâ’yı tesbihi karşılığında, vadiler dolusu sürülerini hediye etmesi gibi…

Yüce Rabbimiz’in sıfatlarından olan cömertlik de, diğer fazîletlerle beraber; en kâmil mânâda, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmış olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de tecellî etmiştir. -Aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, kendisinden istenen bir şey için asla «Hayır!» demeyen, ihâta edilemeyecek bir cömertlik ummanı idi. Öyle ki; devletin reisi olarak her istediği tasarrufu yapmak elinde iken, ümmetin en altındaki bir fakirliği seçmişti. Aylarca evlerinde ocak yanmadığı olurdu. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz; kendilerinin «üç gün üst üste buğday ekmeği ile karın doyurmadıklarını» belirtiyor.

Bu ummandan beslenen, O’nunla aynîleşmeyi gaye bilen ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı, bu fazîletin de en mükemmel temsilcileri olmuşlardır. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- O Varlık Nûru’nun katkı istediği bir zamanda, bütün mal varlığını ortaya koymuş; «ailesine sadece Allah ve Rasûlü’nün sevgisini bıraktığını» söyleyerek, kâbına varılamaz bir cömertlik seviyesi sergilemiştir. Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhümâ-; bir kölenin ücret olarak aldığı ekmeği, aç bir köpekle paylaştığını görünce; “Bu köle benden daha cömertmiş.” buyurarak hayranlığını ifade etmiştir. Sonra hemen bahçeyi ve köleyi satın almış; köleyi âzad ederek, bahçeyi de kendisine hediye etmiştir.

Müteâkiben diğer Hak dostu sâlih kullar da, teselsülen kendilerine miras kalan murassâ cömertlik tacını takarak; seviyelerine göre, bu ilâhî ahlâkla kemalât ufuklarına kanatlanmışlardır. Bu mübârek zâtlardan Şakîk-i Belhî -kuddise sirruh- Hazretleri, bir tanıdığına hâl-hatır sorunca;

“Bulursak şükrediyoruz; bulamazsak sabrediyoruz.” cevabını alır. Bunun üzerine Hazret, herkese bir ders mahiyetinde olan şu sözleri söyler:

“Belh’in köpekleri de böyle yapar… Biz bulursak dağıtıyoruz; bulamazsak şükrediyoruz.”

Mübârek zamanlar; fazîlet hislerinin galeyâna geldiği, ruhların mâverâ esintileriyle ürperdiği demler. Hususiyle bu zaman dilimlerinde yapılan hayırların, âyet-i kerîmenin ifadesiyle «yedi başak bitiren tane» mesâbesinde kazanca vesile olacağı müjdeleniyor. Bayramlarda, mübârek gecelerde, «üç aylar»da, bilhassa Ramazân-ı şerifte müslümanların mânevî hisleri coşuyor; bir hayır seferberliği başlıyor âdeta. Bu cümleden olarak; Ramazân-ı şerîfin rûhâniyet ikliminde, ülkedeki suç nisbetlerinin bile düştüğü bir vâkıa.

Hadîs-i şerifte;

“Kim bir mü’minin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyâmet gününde onun sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalan birine kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve âhirette kolaylık gösterir…” (Müslim, Zikr, 37-38) buyuruluyor. Çok şükür ki; hayırsever insanlarımız da bu fırsatları değerlendiriyor; imkânlarını, muhtaç olanlara akıtıyor.

Globalleşme (küreselleşme) tabiriyle ifadesini bulan günümüz dünyası, artık «büyük bir köy» olarak tarif ediliyor; mesafeler fevkalâde kısaldı, herkes her şeyden ânında haberdar oluyor. Eskiden sadece çevresiyle ilgi kuran insan için, bu saha son derece genişledi. Bu yeni duruma ayak uyduran yardım dernekleri ve vakıflar gibi hayır kuruluşları Güney Amerika’dan Uzak Doğu’ya, Afrika içlerinden Asya ülkelerine kadar dünyanın dört bir köşesine her türlü yardım ve destekle ulaşıyorlar; mağdur, mazlum insanların dertlerine merhem oluyorlar, mahzun gönülleri şâd ediyorlar. Artık misyonerler, eskisi kadar rahat değiller; ancak birtakım tuzaklarla ve milletlerarası güç odaklarını arkalarına alarak bu hayırlı faaliyetleri engelleme gayretlerinden de geri kalmıyorlar.

Bir rahmet yıldızı olarak, kıymeti her geçen gün daha iyi anlaşılan Mevlânâ -kuddise sirruh- Hazretleri;

“Cömertlikte akarsu gibi ol!” buyuruyor. Suyun ulaştığı her yeri bağ-bahçeye çevirmesi misali, gönüllerin gülzâra döneceğine telmihte bulunuyor bu güzel hasletle. “Unutmayalım ki muzdarip ve muhtaç insanların yerinde biz de olabilirdik. Bu sebeple hasta, garip, kimsesiz ve aç kimselere karşı cömertlik ve îsârımız, Rabbimize karşı bir şükür borcudur. Elimizdeki nimetleri muhtaçlarla paylaşalım ki, memnun ve mesrur ettiğimiz gönüller, dünyada rûhâniyetimiz, âhirette imdâdımız, cennette saâdetimiz olsun.”*

________________

* Osman Nûri TOPBAŞ: Fazîletler Medeniyeti, Altınoluk Yay., İst. 2006, s. 428.