TELEVİZYON

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Babası bir yandan elini-yüzünü kurularken bir yandan da oğlumuza sesleniyor:

“Haydi oğlum, sen de abdestini al, ezan neredeyse okunur.”

Oğlum uzun oturduğu yerden son derece ağır hareketlerle doğrulurken gözlerini ekrandan ayıramıyor. Zaten ağır hareket etmesinin sebebi de televizyonun ağırlaştırıcı etkisi…

Siz de şahit olmuşsunuzdur evinin başköşesinde; konuşan, çalan, söyleyen, gülen, güldüren bu kutunun çeşitli tesirlerine. Meselâ uzatıcı, uzandırıcı bir etkisi vardır bu uyuşturucu ışınların. Karşısında bir müddet oturanların üzerine rehâvet basar, ayaklarını uzattıkları, başlarını bir yastığa dayayıp uzandıkları, yayıla yayıla nihayet tamamen yatay vaziyete geçtikleri görülür. Sanki bu gözle görünmez ışık ve ses huzmeleri, tonlarca ağırlığa sahipmiş gibi seyircinin üzerine çöker de, kıpırdayamaz hâle getirir. Artık onun tesiri altına giren kişi, bir çağıran olduğunda sağırlaşır, çağrıda bulunan kişiye cevap vermekte ise hayli ağır davranır.

Oğlum da şimdi çoraplarını çıkarırken gayet ağır hareket ediyor. Babasından azar işitmesine ramak kalıyor ki televizyonun fişini çekiyorum ve kızıma dönüp;

“Haydi; sen de kalk, yeter bu kadar seyrettiğiniz.” diyorum.

İkisi birden yalvar yakar oluyorlar:

“Ne olur anneciğim, zaten sadece hafta sonları televizyon seyretmemize izin veriyorsunuz. Bırakın da bugün bari doya doya seyredelim.”

İki kardeş başka bir mevzuda olsa anlaşamazlar, ama işin içinde nefislerine hoş gelen bir şey oldu mu hemencecik işbirliği yapıyorlar. Zaten şimdiki çocuklar medyadan öğütlü:

“Bizim de biraz eğlenmeye hakkımız yok mu?”

“Eğlenme hakkı…” diye bir şey icad etmişler. Merak ediyorum acaba insan hakları beyannamesinin kaçıncı maddesi?

Eğlenmek hak mıdır? Eğlenceli şeylerle zaman geçirmek ne kadar meşrûdur?

Eğlence adına yapılan her şey masum mudur?

Yaşları büyüdü, artık bu mevzular üzerinde ciddî ciddî konuşmamız gerekiyor:

“Yavrum Hazret-i Yûsuf’un kıssasını hatırlıyorsunuz değil mi? Ağabeyleri onu kuyuya atmak için götürürken babalarından şöyle diyerek izin istemişlerdi;

«Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin, oynasın.»

Yarın öbür gün şeytan da sizi tuzağına çekmek için aynı şeyi söyleyecek;

«Ne var ki bunda, sadece biraz eğleniyorsun.»

Yani eğlence, zannettiğiniz kadar masum bir şey değildir. Nefsinizi eğlenceli, zevkli şeylerden çekip dikkatinizi ciddî vazifelere teksif etmeye şimdiden alışmalısınız.”

Hamdolsun bizim çocuklarımız söz dinliyor. Hafta içi babamız haberlerin mühim kısmını seyreder seyretmez düğmeye basıyor. Onlar da buna itiraz etmiyorlar. Meşhur dizilerin sadece adını duyuyoruz çevremizden. Esasen insan bir şeylere alışmayınca hiç ihtiyaç hissetmiyor. Aksine, lüzumundan fazla uzayıp giden konuşmalara, hep birbirinin benzeri hikâyelere tahammül bile edemiyor.

Hele insanın içine, vaktini değerli işlere sarf edip ebedî bir kazanç, kalıcı bir fayda elde etme arzusu yerleşirse insan hiçbir ânını boşa harcamak istemiyor. Hem bu âhirzaman maskarasının karşısında ömür tüketmeye hiç kıyabilir mi?

Çoğumuz zannederiz ki eğlence vasıtalarının hayatımıza girişi bu asra mahsustur. Hâlbuki insanlık var oldukça her zaman; oyalayıcı, yaratılış gayemizi unutturucu, hakikatleri çarpıtıp aklımızı yanıltıcı eğlenceler de var oldu. Eski çağlarda efsâneler, destanlar, uydurma ilâhların heyecanlı maceralarına dair mitolojiler vardı. Ozanlar çıkar, süslü, şiirli, mübalâğalı ifadelerle; güya geçmişte yaşandığı iddia edilen devlerin, ejderhâların, kahramanların efsânelerini anlatırlardı. Hattâ Eski Mısır’da, Eski Roma’da bu efsâneler, tapınaklardaki sahnelerde temsiller hâlinde canlandırılırdı.

O zaman da bu eğlence vasıtaları insanları hem oyalar, hem de hâkim sınıfların icraatlarının onaylanmasını sağlardı. Meselâ batı sanatının temellerinin atıldığı Eski Yunan ve Roma’da, halkın hâdiseleri yöneticilerin istediği gibi yorumlamalarını sağlayan nutuk, şiir ve tiyatro eserleri hazırlanırdı. Bu oyunlarla meşgul edilen halk; kölelik kurumu, köylü ve esnafın ağır vergilerle inim inim inletilmesi, hıristiyanlığı seçenlerin ağır işkencelerle öldürülmesi gibi birçok haksızlığa yöneticilerin bakış açısından bakar, asla eleştirmezdi. Hattâ hıristiyanlığı seçmekten başka bir suçu olmayan köylüler ve köleler çarmıha gerilirken, aç arslanlara veya ödül avcısı gladyatörlere parçalatılırken, beyni yıkanmış kitleler de onlara acımasızca alkış tutarlardı.

Bunun benzeri, Peygamber Efendimiz zamanında da yaşanmıştı. Mekkeli müşrikler Efendimiz’e kulak verilmesini engellemek için onun hakkında alaycı ve aşağılayıcı hicivler söylüyorlardı. Gerek Mekke gerek Medine devrinde müşrikler, münafıklar ve yahudiler o zamanın medyası olan şiir ve hitâbeti kullanarak kitleleri Efendimiz aleyhine kışkırtıyorlardı. Bilhassa müslümanları yok etmek üzere ordu kurmak istediklerinde ağzı lâf yapan hatip ve şairler, kabîlelere gidip dil becerilerini kullanarak asker topluyorlardı.

Lokman Sûresi’nin 6. ayetinin sebeb-i nüzûlü vesilesiyle anlatılanlardan öğreniyoruz ki, Mekkeli müşriklerden Nadr bin Hâris adlı tacir, İran’a gidip Acemlerin hikâyelerini, efsâne kitaplarını getiriyor ve bunları Kureyş’e okuyarak;

“Muhammed, size Âd ve Semûd hikâyeleri söylüyor. Gelin ben size Rüstem’in, İsfendiyar’ın, Kisrâların hikâyelerini anlatayım.” diyerek halkın Kur’ân dinlemesine engel oluyordu.

Ayrıca birinin müslüman olacağını işittiği zaman onu alıp şarkıcı câriyesine götürür;

“Haydi buna yedir, içir, söyleyiver.” der, böylece eğlendirip;

“Gördün ya! Bu, Muhammed’in çağırdığı şeylerden daha iyi değil mi?” derdi.

Kısacası, bugün medya dediğimiz kitle iletişimini sağlayan vasıtalar; daha basit şekilleriyle de olsa her zaman var oldu. Üstelik etkili olmak bakımından da günümüzdekinden aşağı kalır değildi.

Ancak çağımızda teknoloji sahasındaki gelişmelerden faydalanan medya, elbette çok daha büyük bir güç ve etkinlik kazandı. Bilhassa reklâm vasıtası olarak kullanılmasının getirdiği maddî güç, medyanın, toplumun ilgisini cezbedecek ürünler ortaya koymasını sağladı. Öte yandan reklâm alabilmek için bu ilginin devam etmesine ihtiyaç duyan medya da kitleleri çekebilecek yapımlar ortaya koymakta yarışa girdi. Böylece medya, çoğu eğlendirici olan çeşit çeşit programlarıyla her çeşit seyirciyi kendisine bağlamaya muktedir oldu.

Üstelik bu etkin olmak sadece medyanın teknik imkânlarından ve ekonomik gücünden de kaynaklanmıyor. Şehir hayatı içinde insanların yalnızlaşması, medyanın arkadaşlığına sığınmaya mecbur ediyor. Köy hayatında gününün çoğunu çalışarak geçiren; bu sırada komşu ve akrabalarıyla konuşan, gülüp eğlenen, dertleşen insanlar; şehir hayatında boş vakitlerini medya starlarıyla yüz yüze geçirir oldular. Artık elinde çok çeşitli imkânları toplamış bulunan medya gücü karşısında insanların büyük çoğunluğu pasif seyirci durumundadır. Öyle ki; milyonlarca insan, medya ne söyler, ne telkin eder, ne gösterirse hiç tenkit etmeden benimseyen; iradesi, aklı ve şuuru felç olmuş bir sürüden ibaret hâle geldi.

İşte bu manzara karşısında hiç değilse çoluk çocuğumuzu ve kendimizi medyanın biçimlendirmesine izin vermememiz, fikirlerimizi oluşturacak bilgileri kendi seçtiğimiz kaynaklardan edinmemiz çok önemli.

Hiç şüphesiz bunu başarmamız için en başta kendi nefsimize karşı bir savaş vermemiz gerekiyor. Kendi dünya görüşümüzü seçerken şuurlu ve seçici olmamız, her ne kadar iç dünyamızdan evimize, oradan bütün topluma kadar; her alanda sürekli mücadele etmemizi gerektiriyor olsa da ümitsiz olmaya mahal yok.

Çünkü tarihe baktığımızda gerek Eski Roma’ya karşı hıristiyanların (o zamanın müslümanları), gerekse Kureyş’e karşı Efendimiz’in ve sahâbenin zafer kazandığını görüyoruz. Öyleyse bugün de aynısının olmaması için bir sebep yok.