Sâhibü’l-Ezân… ABDULLAH İBN-İ ZEYD -1-

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

“Ezânı işittiğiniz zaman (kelime kelime) aynen tekrarlayın. Sonra bana salât ü selâm getirin. Zira kim bana salât ü selâm getirirse Allah da ona on misliyle rahmet eder. Sonra;

«Ey bu eksiksiz davetin ve kılınan namazın Rabbi Allâh’ım! Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü ve’s-selâm-’a Vesîle’yi, fazîleti ve en üstün dereceyi nasip eyle! O’nu va‘dettiğin Makām-ı Mahmûd’a ulaştır!» diyerek bana duâ edin.

Vesîle, öyle bir makamdır ki, Allâh’ın kullarından sadece bir tanesi, o mertebeye nâil olacaktır. Ümidim var ki, o kimse ben olurum. Kim benim için Allah’tan Vesîle’yi talep ederse, şefâatim kendisine vacib olur.” (Buhârî, Ezan, 8; Müslim, Salât, 11; Ebû Dâvud, Salât, 36/523, 37/529)

Babası da, oğlu da, kendisi gibi sahâbeden olan Hazret-i Abdullah İbn-i Zeyd -radıyallâhu anhüm-; ikinci Akabe biatında, Allah Rasûlü’ne söz verirken O’nun mübârek ellerinden tutmuş, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in iştirak ettiği gazâların hepsinde O’nunla beraber olmuştu. Bedir’den itibaren bütün gazvelerde Hazrec’in Benî Hâris kolunun değişmez sancaktarı o idi. Aynı zamanda Kur’ân âyetlerinin zabtıyla vazifeli vahiy kâtiplerindendi.

Fakr u zarûret içinde yaşadığı hâlde, Allah yolunda bütün varını fedâ etmek; en büyük zevki ve ahlâkî seciyesiydi. Medine’de, az miktarda, verimsiz bir arazisi vardı. Sahibi olduğu keçileri orada beslemeye çalışırdı. Vedâ Haccı’na giderken yanında götürdüğü bu keçi sürüsünü; Mekke’de fakirlere dağıtarak tasadduk eylemiş, böylece ebedî bir servet ve devlet kazanmıştı.

Muhabbet ve teslîmiyetiyle zirve şahsiyetlerdendi. Bir gün Allah Rasûlü’ne gelerek aşk ve muhabbetini izhar eylemiş; gözü, gönlü coşarak ağlamıştı:

–Yâ Rasûlâllah! Siz bana malımdan, aile efrâdımdan ve şirin canımdan daha sevgilisiniz. Eğer, gelip Sizi görebilmek gibi bir nimet olmasaydı ölmeyi arzu ederdim.

–Yâ Abdullah! Öyleyse niçin ağlıyorsun?

–Yâ Rasûlâllah! Siz de biz de bir gün öleceğiz! Siz peygamberlerle beraber Firdevs cennetlerinde yüksek makamlarda olacaksınız. Şahsen, cennete girsem bile aşağı makamlarda kalacağımı düşünüyor, Sizi göremeyeceğim endişesiyle ağlıyorum.

Merhamet ummânı, Şefkat Peygamberi Efendimiz, cevap vermeyip sükût buyurdu. Çünkü Cibrîl-i Emîn, bu yanık gönle merhem olacak vahy-i ilâhîyi Arş-ı Âlâ’dan getirmişti:

“Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne itâat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine nimet verdiği nebîler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraber olacaklardır. Onlar ne güzel dostlardır!” (en-Nisâ, 69)

Hicretin birinci yılının sonu…

Medine, münevver; mü’minler, nurlu… Zaman ve zemin; müsait ve münbit…

Cemaatle kılınıyor namazlar beş vakit… Mescid-i Nebevî’de, erken gelenler namazı bekliyor… Bazıları gecikmiş olma endişesiyle, yollarda telâşla koşuşturuyor… Vakti tam tesbit edemediklerinden, bu telâşları daha çok… Henüz, namazın vaktini bildiren, mü’minleri toplayacak bir davet şekli yok…

«Yâ Rasûlâllah! Halkı namaza çağırmak için bir adam vazifelendirseniz!»

Bu teklif Hazret-i Ömer’den gelmişti. Efendimiz’in de tasvip ve tayini ile Hazret-i Bilâl bir müddet Medine sokaklarında;

«es-Salâ! es-Salâ! / Buyurun namaza!» veya «es-Salâtü câmia! / Namaz için toplanın!» diye seslenerek müslümanları namaza davet eylemişti.

Ancak bu şekilde bir daveti, uzakta oturanlar duyamadıkları için yine namaza gecikip yetişemediler. Velhâsıl cemaatin vaktinde bir araya gelmesi mümkün olmadı.

Nihayet bir gün Allah Rasûlü, ashâb-ı kirâmı toplayarak namaza davetin tespiti hususunda onlarla istişâre etti. Efendimiz’e muhtelif fikirler arz olundu:

–Namaz vakitlerinde çan çaldıralım!

–Çan âdeti, hıristiyanlara mahsustur. Bize yakışmaz.

–Boru çaldıralım!

–O da yahudilere aittir. Doğru olmaz.

–Yüksek bir yerde ateş yakalım!

–Ateş yakmak, mecûsîlerin, ateşe tapanların işidir. Onları taklit edemeyiz.

–Namaz vakitlerinde, bir bayrak çekelim!

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu da beğenmedi. Çünkü yapılan teklifler taklitten öteye gitmiyordu. Mübârek yüzlerinde görülen neşesizlik, müşâvere ehlini de üzüntüye salmış; bir karar veremeden mahzun bir şekilde evlerine dağılmışlardı.

İstişâre meclisinde bulunanlardan Abdullah İbn-i Zeyd -radıyallâhu anhümâ-, aynı gece bir rüya gördü. Sabah namazından sonra, sevinç içinde gelip Sevgili Peygamberimiz’e gördüğü rüyayı anlattı:

“Üzüntülü bir hâlde sağ tarafıma yatmıştım. Uyku ile uyanıklık arası, yanıma bir zât geldi. Üzerinde şal ve peştamaldan müteşekkil iki parçalı yeşil bir elbise, elinde de bir çan vardı. Çanı ondan almak istedim. Aramızda şu muhâvere geçti:

–Ey Allâh’ın kulu, çanı satıyor musun?

–Bunu ne yapacaksın?

–Namaz vakitlerini bildirmek için çalacağım.

–Bu mevzuda sana daha hayırlısını haber versem olmaz mı?

–Olur elbette!

Hemen o mübârek zât, kıbleye karşı durdu ve yüksek sesle;

«Allâhu Ekber» diye başlayıp ezânı tamamıyla okudu. Bir müddet bekledikten sonra ezânın kelimelerini tekrar etti. Sonuna doğru;

«Kad Kāmeti’s-Salâtü» cümlesini ilâve etti.”

Yapılan kavlî ve fiilî duâlara, Mevlâ-yı Müteâl süratle icâbette bulunmuştu. Fahr-i Kâinat Efendimiz, mesrur ve mütebessimdi:

“–Ey Abdullah! Gördüğün hak ve sâdık bir rüyadır! Şimdi kalk! Öğrendiklerini Bilâl’e öğret! Sesi senden yüksek ve daha gür olduğu için ezânı o okusun!” buyurdular.

Sözlerini Hazret-i Abdullah’tan derhâl öğrenen Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, Mescid-i Şerîf’in yakınında bulunan yüksek bir dama çıkarak, gür sadâsıyla İslâm’ın ilk ezânını okudu. Medine ufuklarının, tevhîdî nurlu bir sadâ ile çınladığını işiten Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, heyecan içinde evinden dışarı fırladı. Koşa koşa mescide, Efendimiz’in huzûr-i saâdetine geldi. Hazret-i Bilâl’in okuduğu ezânı, o da rüyasında aynen görmüştü:

“Ya Rasûlâllah! Sizi hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, Abdullâh’a rüyasında öğretilen ezânın aynısı bana da öğretildi.” (Buhârî, 1/114; Ebû Dâvud, Sünen, c. 1, s. 117)

Hazret-i Ömer rüyasında; gökten inen iki kişi görmüştü. Onlar abdest almışlar, biri ezan okuyup kāmet getirmiş, diğeri ise imam olmuş, birlikte namaz kıldıktan sonra göğe yükselip gitmişlerdi.

Bu güzel tevâfuk karşısında Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“O ezan okuyan kişi, kardeşim Cebrâil’dir. Ümmete ezânı tâlim edip öğretti. İmam olan ise kardeşim Mîkâil’dir.” buyurdu.

Az sonra ashabdan birkaç kişi daha gelerek gördükleri rüyaları anlattılar. Neticede hepsinin farklı rüyalarla Ezân-ı Muhammedî’yi öğrendikleri anlaşıldı.*

İlâhî saltanatın ilânı olan Ezân-ı Muhammedî; şüphesiz mânâ âleminden Efendimiz’e gönderilmiş bir emirdi. Bu emir niçin Efendimiz tarafından beyan edilmemişti de ashâba, misâl âleminde mesaj şeklinde verilmişti? Bunun sebeb-i hikmeti; Efendimiz’in tevâzu ve mahfiyetiydi.

Sûre-i İnşirah’ta;

“Sen’in şânını, (ismini, ezan ve ikāmetlerle) yükselttik.” âyetiyle Cenâb-ı Hakk’ın açıkça bildirdiği bu emr-i şerîfi, Efendimiz -aleyhissalâtü ve’s-selâm- kendi ağzından beyan etmek istememişti.
_______________

* Ezan; şeâir-i İslâmiyye’den olup sünnet-i müekkede-i kifâiyyedir. Yalnız rüya ile değil nass ile de sâbittir.