NASIL, NE ÖĞRETİYORSUNUZ?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Kartallar bir araya toplandı.

Uzun zamandır, sıkıntı içindeydiler. Göklerin hür kralları yerde, izbe bir köşede uzun uzun tartışıyordu. İçlerinde gerçekten basîretli ve bilge olanı ise, bu tartışmaların dışında ve bazen de hiçbir yerinde idi. Hararetli konuşmaları sessizce dinliyordu sadece.

İri bir kartal bas bas bağırıyordu:

–Arkadaşlar! Onu bunu bilmem, bakın tavuklar ne kadar rahat. Üstelik her gün bir yumurta üretiyorlar. Ya biz? Yani diyorum ki bozuk gidişatı düzeltmenin yolu; çaresiz, şu tavuk metodunu kullanmak. Göklerde uçmuyorlar belki ama, keyifle ve üretimci bir uçuşları var.

Diğeri itiraz etti:

–Hayır, tavuk biraz hafif kalır. Bence hindiler daha gözde. Hem tavuklardan daha iri. Daha yapılı. Onların metodunu kullansak, belki gidişatı daha iyi düzeltiriz. Az-çok bize uyar. Bir kabarmaları var ki, tam padişahlar gibi.

Bir başka kartal:

–Biraz tuhaf da olsa, çok doğru söylüyorsunuz. Aynen katılıyorum size. Güzel bir açılım olur bunlar bize.

Bir başka kartal:

–Bence de. Fakat her iki metodu da kullansak, daha akıllıca olmaz mı? Tek değil de zengin metot daha verimli olur, derler.

Bir başka kartal:

–Madem metot zenginliği. Fareler de bana değişik geliyor. Onlardaki sabır, onlardaki başarı. Kalın kalın duvarları nasıl da deliyorlar. Var mı bizde böylesi? Yok. Hele koca koca kedileri bile parmaklarında nasıl oynatıyorlar, hayret! Onların küçücük cüsseleriyle yaptıklarını biz şu devâsâ cüsselerimizle haydi haydi yaparız.

Fikirler kaynamaya başladı:

–Evet, neyimiz eksik. Biz daha iyisini yaparız. Fare metodu çok daha mantıklı.

–Fakat böcek metodunu da unutmayalım. Madem küçüklüklerine değil, metotlarının güzelliğine bakıyoruz; böcekler de şaşırtıcı maharetlere sahip. Hayranım yahu, şu hamam böceği dedikleri, nasıl da bir anda ortalıkta görünmezleşiyor. Fırsat denk gelince de her türlü gıdanın tam ortasında. Hem de daracık bir mekânda bile nimet içinde yüzüyor. Gel keyfim gel. Ya biz? Uçsuz-bucaksız bir sahada sinek avlıyoruz.

Nihayet, basîretli bilge kartal dayanamayıp araya girdi:

–Beyler unutuyorsunuz, biz kartalız.

Uğultular yükseldi:

–Elbette kartalız. Ama gidişatımızdaki bozuklukları düzeltmek için belli açılımlara ihtiyaç, kaçınılmaz.

–Fakat siz daha fazla tıkanmanın adımlarını atıyorsunuz. Kartala, kartalların dünyasından bir çare gerekmez mi?

–Gerekir de, yeterli olmaz. Gidişat artık zorluyor. Başka dünyalara baksana biraz. Başkaları ne kadar mesafeler katetmiş. Ne başarılar sergilemiş.

–Uyanın! Siz o başarıları gerçekleştirmeyi ve mesafeleri aşmayı; farelikte, böceklikte, tavuklukta, hindilikte mi zannediyorsunuz?

Arsız ve bilgiç bir kartal, göğüs şişirdi:

–Yavaş ol! Ben bu sahada söz sahibiyim kardeş, uzmanım. NLP belgem de var. “Kişisel gelişim”in en ince meseleleri benden sorulur. Önce bunu bil, sonra da şunu iyi bir anla: Biz fare olmaktan, tavuk olmaktan, hindi ve böcek olmaktan bahsetmiyoruz. Onların metotlarını kullanacağız sadece. Yoksa tabiî ki, hep kartal olarak yaşayacağız.

Basîretli ve bilge kartal, acı acı gülümsedi:

–Tavuk olmayacağız, sadece metodunu kullanacağız diyorsunuz da, bu metodun sadece tavuk olmaya yaradığını ve şimdiye kadar bir tane kartal yetiştirmediğini unutuyorsunuz.

Beriki hırslandı:

–Göreceksin! Yetişecek! Sen de eninde sonunda bu noktaya geleceksin.

Diğerleri de destekleyince kaynayan fikirler pişti ve herkese dağıtıldı. Afiyetle yediler. Metotları da aralarında paylaştılar. Her biri bir eğitimci oldu. Birinin metodu tutmazsa diğeri devreye girdi. Basîretli ve bilge kartal, fırsat düştükçe ikaz etse de, onlar; ısrarla kendilerinin zannedip de ölesiye benimsedikleri metotları, inatla uyguladılar. Zaten, işlerine de geliyordu. Kartallığın yükünden kurtulmuş oluyorlardı bir nevi.

Dolayısıyla;

Yetişmekte olan kartallar arasında hangi problem çıksa, kartalca çözümler devre dışıydı. Kâh fare metodu, kâh böcek metodu, kâh tavuk metodu, kâh hindi.

Gitgide işler sapa sardı.

Fakat en uyumsuz ithal metot rüzgârları bile hâlâ esiyordu. Yavaş yavaş, acı neticelerin ucu da görünmemiş değildi. Kimi uyanır gibi oluyor, kimi uyanmak istemiyor, kimi de akıllanıyor, kimi de aynı terâneyi safça sürdürüyordu:

–Duydun mu?

–Neyi?

–Bugün, doğru bir eğitimde karışmacı bir metot içinde olmamamız gerekiyormuş.

–Geç! Bunu epey zaman önce duyduk. Aynen de uyguladım, ama şimdi denilenlerden bambaşka acı neticeler çıktı karşıma.

–Nasıl?

–Yani dediler ki, sadece 5 rakamın sabit olsun, eşittirin öbür tarafı da 25 olarak sabit çıkacak.

–Eee?

–Ne yazık ki çıkmadı. Önceleri çıkıyor gibiydi. Kolay da geliyordu hani. Zaten buna aldandım. Ama bu benim 5’i sadece 5’le çarpmama bağlı imiş. Fakat benim 5’in yanına sadece beş denk gelmedi ki, artı sonsuz ve eksi sonsuz bir sürü rakam var. Onları yok sayarak söylenen sabit gerçek, zaman ve zemine göre altüst oldu tabiî. Neticeler de bana va’dedilen 25 olmaktan çıkıverdi. Anlayacağın, o prensibin başlangıcı yaldızdı, sonrası çuvaldız oldu.

Başka bir köşede de boynu bükük bir kartal, bilge kartalla dertleşiyordu:

–Vah başıma gelenler!

–Ne oldu hayrola?

–Demişlerdi ki müdahale etme. Hata mikrobuna biraz fırsat ver, görmezden gel.

–Nasıl yani?

–Talebemin yalanını görsem de, doğruluk muamelesi yaptım. Yanlışını görsem de görmemiş davrandım.

–Daha başka?

–O da hedeflerine yalanla ulaşmayı, yanlışlar yapmak sûretiyle doğru davranışlar beklemeyi öğrendi sadece. Felâket oldu, felâket!

–Peki, hiç düşünmedin mi; bir doktor hastasının mikrobunu görmezden gelme hakkına da davranışına da sahip olamaz. Belki en fazla hastaya fark ettirmeyebilir, ama mutlaka onu görür ve bertaraf etmek için çırpınır. İşin bu tarafını, yani terletici tarafını göz ardı etmek; metot değil, düpedüz tembellik. Metot değil, düpedüz bencillik. Metot değil; düpedüz sıkıntıdan kaçmak, yük altına girmemek. Kendini melek, muhatabı kelek hâline getirmek.

–Aynen öyle. Sonunda anladım ya, haylice olanlar oldu. Fakat hâlâ nasıl kandığımı anlayabilmiş değilim.

–Ben söyleyeyim. Siz fizik olarak kartal olduğunuza aldandınız. Kartalca uygularım diyerek tavuk metoduna, böcek metoduna, fare metoduna kapıldınız. Yahu, tavuk metodunun kartalcası olur mu? Olmaz. Olmadı da. Olmayacak da.

Oradan geçmekte olan ve bu son cümleleri duyan bülbül, iki kere şakıdı:

–Kartal kardeş, çok doğru söyledin!

Uçtu gitti.

Ardından, uçmaması gereken şu gerçekler dile geldi:

Bugün eğitim sahası, kartalların yanılgı deposu hâlindeki fecaat metotlarıyla dolu. Herkes doğrusunu kendisinin yaptığını söylüyor. Herkes, «kendine göresi»ni oluşturmuş. Fakat görmüyor; en sonunda kendi olmayan neticelere esir düşüyor. Hele bu sahada haddini bilmeyenlerin yaptığı densizlikler, ukalâlıklar; ziyanların en büyüğü.

Maalesef;

Metotlar; âlimleri cahil, cahilleri de allâme gösteren aynalar üretiyor. O aynaya bakıp da iyi niyetle yapılan yanlışların da haddi hesabı yok. En azından haddi ve hesabı doğru öğrenmek gerçekleşse, doğru metotlar ve hakikatler neticeye yansıyacak. Fakat sabırsız insan, ot yetiştirdiğini zannedip de niçin bir ayda çınar boyuna gelmediğinden dem vuruyor ve hemen hormonlu metotlara sarılıyor. Sonundaki felâketi görmeden. Kaş yapayım derken çıkardığı gözleri görmeden.

Altını kırmızı kalemle çizmeli:

Eğitimci, metotlara uzun soluklu ve kendi gerçeğine göre bakmak mecburiyetindedir. Çünkü kısa bakışlar ve yapı farklılığı, hakikati göstermez.

Ayrıca şu gerçeği de iyi anlamak gerek:

İnsanlar, ya benimsedikleri prensipler ya da kendi yaratılışlarındaki olumlu veya olumsuz yapının icabı olarak eğitimde belli davranışlar sergilerler. İnsanların çokluğu kadar farklı olsa da bu davranışlar, esas itibarıyla iki noktada toplanır:

◆ Olumsuz ve yersiz besleyici,

◆ Olumlu ve yerli besleyici.

Fakat;

Çok kimse eğitimde yığınla prensibe dikkat eder de bu iki gerçeğe dikkat etmez.

Onlar, sadece yaptıkların işin doğru olduğunu söylemeye bakar. Evet, gerçekten de çoğu kere doğru iş yapıyorlardır ama bunun ne ile yan yana gelip de nasıl bir gerçeğe dönüştüğüne bakmadıkları için, büyük yanlışlar meydana geliyor. Yani çocuğun elinde bir lokma var; siz de tertemiz, gıdalı ve dosdoğru bir lokma verdiniz. Doğru mu yaptınız? Doğru. Fakat değil. Çünkü verdiğiniz lokma; çocuğun elindekiyle birleşince meydana ne gelir, hesap etmek gerek. Çünkü tek başına şifâ olan bazı gıdalar, karışım hâlinde zehre dönebilmekte. Öyle değil mi? Öyle. İşte burası gözden kaçıyor. Bilhassa sonuna kadar yorulmayı ve terlemeyi sevmeyen basîretsiz eğitimciler tarafından bu yanlış en çok yapılan hataların başında. O liyâkatsiz gamsızlar; vicdanlarını, yaptıkları doğru ile rahatlatıp gerisini boş veriyorlar. Oysa gerisi önemli. Netice, hepsinden mühim. Çünkü verilen doğru, neticeye paralel değilse ruh zehri oluyor.

İşte olumsuz ve yersiz besleyici metot!

Asla;

Çok bilmişlik de çok çalışmışlık da, bu yanlışı haklı kılmaz. Kendini fedâ etmek, bu yanlışa kapı açma hakkı vermez.

Yani;

Başarısız olan bir kimse ne kadar çok çalıştığını söyleyip dursa da bir mânâsı yok. Çalıştıysa hani netice? Eşittirde neticesi felâket olan doğru bir çalışmadan bahsetmek, hangi terazide kabul görür? 24 saat hiç durmadan çalışan bir aşçı; on kiler dolusu malzemeyi ziyan etmekten başka bir iş üretemediyse, hangi mantıkla çok çalıştığından bahsetmek hakkına sahip olur? Hangi mantıkla çok çalıştığına dayalı olarak yüklü bir maaş iddiasında bulunabilir?

Hâsılı;

Yapılanların doğruluğu; işin balon kısmında değil, netice noktasında test edilmeli. Yoksa eğitim, iki dünyayı da kuşatacak gerçekçi bir başarıdan uzak düşer.

Anneler, babalar, eğitimciler!

“Ben doğrusunu yapıyorum!” metoduna yaslanarak vicdan rahatlatmayın!

Bakın;

Yaptığınız, neyi besliyor?

Eğer olumsuzu ve yanlışı besliyorsa, en doğru hareketiniz bile hüsran.

Çünkü;

Yetişen taze bir dimağın acemîliğinden ve henüz hayatı bilmediğinden dolayı söylediği yalanları düzeltmek yerine onları besleyici davranmak; doğruluk ve fazîlet değil, cinayettir. Şahsiyeti bozacak bir hatanın yanında yer almak, hiçbir tutarlı neticeye götürmez.

Şu nokta hiç unutulmamalı:

Bir taze ve körpe dimağın, yalan söyleyerek hedefine ulaşmasını sağlıyorsa bir davranış; ne kadar doğru da olsa, çocuğa; «Aferin, sen yalancı biri ol!» demekten başka bir şey değildir. O taze dimağ, yalan söylediğinde en tabiî haklarından bile bir müddet mahrum kalmalı ki, yalanın acı bir zehir olduğunu anlasın.

Yalan sayesinde hak ettiği bir neticeyi sunmaktansa, doğruluğu sayesinde hak etmediği hâlde ödüllü neticeler sunmak; çok daha kârlıdır. Çünkü şahsiyet kurtarılmış olur. Hak ettiği bir saati yalanla kopartmasını sağlamaktansa, hak etmediği binlerce saati doğruluğu sayesinde önüne koymak; hayatî derecede en doğru yol. Herkesin anlayamadığı, bazılarının da anlamak istemediği bu gerçeğin ihmali; nice güzellikleri ziyan etmiştir. İhmal edilmemesi de, nice çirkinlikleri güzelliğe dönüştürmüştür.

Özetle;

Eğitimin en gerçekçi metodu, -hakkı olsa da- dalavere ile bir şeyler elde etme imkânına kapalı, -hakkı olmasa da- doğrulukla güzel neticelere açık olmalı. Tâ ki, kişilik kayması yaşanmasın.

Yoksa, yetişen bir dimağ; yaptığı dalaverenin başarıya ve kâra dönüştüğünü tecrübe ede ede gelişirse, yarının sahtekârı olur. Her zaman ille bir patlak verir.

Yine;

Bir taze dimağ; kendini ispat etmeyi suç işleyerek sağlarsa ve eğitim metodu da bunu normal görüp beslerse, onunla ilgili de yarınlar için artık ispat edeceği tutarlı bir şahsiyetten bahsedemeyiz.

Elbette affedici ve hoşgörülü olmak, temel şart. Hatalar ve suçların kıskaç ve girdabında boğmamak, bağışlayıcı olmak, nefes aldırmak, mutlaka gerekli. Hem de olmazsa olmaz.

Ancak bu af ve hoşgörü, yanlışları alkışlayıcı bir tavır olarak asla anlaşılmamalı ve uygulanmamalı.

Yanlışı alkışlamaktan maksat?

Onu besleyici her türlü davranış.

Meselâ;

Sigara içen bir eğitimci; talebenin içtiği sigaraya diliyle ne kadar karşı çıksa da, hâliyle aslında alkış tutmaktadır. Diliyle ne kadar yalancılığın kötü olduğunu anlatsa da; hâliyle talebenin yalanlarını besliyorsa, bir yalan alkışçısı demektir.

Bu işte;

Dil vitrindir. Hâl, yani davranış şekli ise mutfaktır. Yemek de, vitrinde değil mutfakta pişer veya pişmez.

Bunu kavramadıkça eğitimci rolündekiler;

Vitrinde alabildiğine göz doldururken mutfakta alabildiğine öz boşaltıcı bir metodun kurbanı oluyor.

Oysa;

Kendi terlemesin, başı şişmesin, yorulmasın, derde girmesin diye bir talebenin yanlışını alkışlamak; aslında onun güzelliğini ve meyve verecek tarafını yok etmektir. Kendine biriktirmek adına onu harcamaktır.

Şimdi!

Herkes;

Yığın yığın bildiğini zannettiklerinin ukalâlığını yapmayı bir kenara koyup da kendisine bir daha sorsun:

Nasıl, ne öğretiyoruz?