Saâdetin İstikameti HELÂL YOL

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Dünya hayatında insanoğlunun ufkuna doğru uzanan iki ana yol bulunmaktadır:

“Helâl ve haram yol.”

İlki, ebedî saâdete götüren, peygamberlerin ve onların izini süren Hak dostları, sâlih kulların yolu; meşrû, temiz, huzurlu, aydınlık yol…

Diğeri de, hüsranla sonlanan, Nemrutların, Firavunların, Ebû Cehillerin yolu; gayr-i meşrû, ferdî ve içtimâî tehlikelerle dolu, karanlık yol…

Kul hakkını gözetmek ve helâl lokma, adaletin esası ve saâdet yolunun şartıdır. O kadar ki; Allah Teâlâ -celle celâlühû- kul hakkının affını hak sahibi olan kula bırakıyor; canını fedâ eden şehidler bile bu yükten kurtulamıyor. Bu meseledeki hassâsiyet ve hukuka riâyetin anahtarı da helâl lokmadır.

“İslâm; insanın maddî ve mânevî yapısını muhafaza etmek için, yenilen gıdaya çok ehemmiyet verir. Bu sebeple insanlık tarihinde ilk defa bir gıda rejimi ortaya koymuş, neyi nasıl yemek gerektiğini açıklamıştır. Bunlara ilâveten bir de gıdanın helâl olması gerektiği üzerinde hassâsiyetle durmuştur. Zira gıdaların kimyevî muhtevaları kadar, mânevî vasıfları da, kendisiyle beslenenlerin rûhî temâyülleri ve iradeleri üzerinde mühim bir rol oynar. Hattâ babanın yediği gıdanın helâl veya haram olması, ondan meydana gelen çocuğun bile irade ve ihtiyarı üzerinde müessir olur.”*

Duâ ve tevbelerin kabulü ile kalb-i selîme ulaşılmasının şartının «helâl lokma» olduğu bildirilmiştir. Bundan dolayıdır ki; İslâm tarihi, kul hakkına riâyet ve helâl lokma mevzuunda dâsitânî misallerle doludur. Bir muhteşem medeniyet ancak bu şekilde inşa edilmiş ve bu kaideye riâyetle, asırlarca çok geniş bir coğrafyada hüküm-fermâ olmuştur; gönülleri fethetmiştir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Medine pazarını kontrol ederken, bir buğday çuvalının içine mübarek ellerini sokup, altının nemli ve üstünün kuru olduğunu görünce;

“Aldatan bizden değildir.” buyurması, bütün ümmetin şiârı olmuş; bu dürüstlük ölçüsü, ihtimamla nesilden nesile aktarılmıştır. Bu fazîlet nümûnelerinden sadece bir misal olarak;

«İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin; ortağının sattığı özürlü bir malı, ucuza vermesine rağmen özrünü söylemeyi unutması sebebiyle, ortağından ayrılması ve o malın bütün kazancını sadaka olarak dağıtması…» zikredilebilir.

Bu medeniyetin vârisleri olarak milletimizin dilinde de; «helâl süt emmiş», «helâllik almak», «helâlleşmek», «helâli (hanımı)»… gibi tabirler;

“Dedesi ekşi yer, torunun dişi kamaşır.” gibi atasözleri, bir şanlı medeniyetin izlerini aksettiriyor.

Bugün cemiyetimiz; bir zamanlar bütün batılı seyyahların gıpta ile baktıkları, takdir ettikleri içtimâî hayatımızla ne nisbette benzeşmektedir? Memleketimizin görünen umumî manzarası ve dışarıdan bakıldığında serdedilen kanaatler karşısında, bu soruya müsbet bir cevap vermek zor maalesef. Vukû bulan ve haber programlarında;

“Bize ne oldu?” sorusu ile verilen akla ziyan hâdiseler, karşılaşılan müessif tavır ve davranışlar;

“Bu insanlar hangi dünyanın mensupları?” veya; “Ne oldu da bu hâle geldiler?” sorusunu akla getiriyor ister istemez. Âdeta, Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un canlandırdığı; şahsiyetini kaybetmiş, rûhu efendilerine esir olmuş «mankurt» misali…

Milletin nabzını tutan büyük şair Mehmed Âkif’in terennüm ettiği türden bir keder, gönülleri istîlâ ediyor vahim manzaralar karşısında:

Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım,
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.

Şanlı bir medeniyetin vârisi olan cemiyet, dünyevî (seküler) zihniyetin girdabında savruluyor; Şeyh Gālib’in;

Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

diye tebcîl ettiği insan, olmadık zulümlere uğruyor… Akla gelebilecek her türlü cinayet ve sapıklıklar irtikâp ediliyor; büyükler ve küçükler arasında olması beklenen karşılıklı saygı, sevgi ve edep mumla aranır hâle geldi; en itibarlı makamların mensupları, suç çetelerinin idarecileri olarak görülebiliyor; ülkemizin israf, içki, kumar ve bağımlılık yapan maddelerin kullanılması bakımından dünya ölçeğinde üst sıralarda olduğu belirtiliyor; içki ve uyuşturucu madde iptilâsının ilkokullara kadar indiği, emniyet teşkilâtının tespit ettiği korkutucu bir husus; alkollü şoförlerin önemli ölçüde dahli olan trafik kazaları bakımından, dünya ölçeğinde yine üst sıralarda olduğumuz acı bir gerçek; insanî münasebetlerde riyâ, kibir, gıybet, nefret ve şiddet gibi menfî tavırlar, cemiyeti rahmet ikliminden gittikçe uzaklaştırıyor; bazı çevrelerin, cemiyetteki geniş kesimlerin en masum hakları üzerindeki baskılama gayretleri sürüyor; teröristler ortalığı kasıp kavurmaya devam ediyor…

Ülkemizde bir rahmet ikliminin yeniden ihyâsına ihtiyaç olduğu açık. Dünümüz ve bugünümüzün mukayesesi de bunu gösteriyor. Millet olarak hâlimizin düzelmesi, insanın düzelmesine bağlı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; asr-ı saâdeti, ruhlarını ilâhî değerler çerçevesinde talim ve terbiye ederek dirilttiği ashâb-ı kiram hazerâtı ile beraber inşa etmişti. Kur’ân-ı Kerim’de, -aleyhissalâtü ve’s-selâm- Efendimiz’in şu duâsı beyan buyuruluyor:

“Rabbim, şeytanın kışkırtmalarından Sana sığınırım. Ve onların benim yanımda bulunmalarından Sana sığınırım.” (el-Mü’minun, 97-98)

İçtimâî hayatımızın âsûde bir rahmet ikliminde huzura kavuşabilmesi için yeniden bir seferberlik gerekiyor; âhireti bilen, haramdan kaçınıp helâli baş tâcı eden nesiller yetiştirme seferberliği…

Zira her güzellik, güzel insanla mümkün…

İnsan düzelirse, dünya da düzelir.

_______________

* Dr. Murat KAYA, İslâm, Altınoluk Yay. İst., s. 419