AMELİN HÜKMÜ, SAHİBİNİN NİYETİNE BAĞLI!

Handenur YÜKSEL

Hâfızası son derece kuvvetli, güvenilir bir râvî olan ve öncelikle ileri yaşlardaki muhaddislerden faydalanmaya çalışarak, onların rivâyetlerinin kaybolmasını önleyen büyük hadis âlimlerinden Süfyan İbn-i Uyeyne 725 yılında Kûfe’de doğdu. Sonraki yıllarda Mekke’ye yerleşen babası, Süfyan İbn-i Uyeyne ile birlikte dokuz çocuğunu da ilim tahsiline yönlendirdi. Mûteber kaynaklarda, hadis ehlinin hâkimi olarak tanınan ve 7000’den fazla hadis rivâyet eden İbn-i Uyeyne’nin fakir bir âlim olduğu, hiç evlenmediği ve bir gözünün görmediği zikredilir.

Tebe-i tâbiîndendi. Bazı kaynaklarda İstanbul’un Mesleme tarafından kuşatılması sırasında orduda bulunduğu, şehrin önlerinde iken şehid düştüğü ve buraya gömülüp kabrinin gizlendiği nakledilmekte; İstanbul’un Karaköy semtinde bulunan Yeraltı Camii’ndeki kubbeli mahzen şeklindeki bir makam ona izâfe edilmekteyse de, İbn-i Uyeyne’nin 814 Şubat’ında Mekke’de vefat ettiği ve Hacûn bölgesine defnedildiği bilinmektedir.

***

Süfyan İbn-i Uyeyne -radıyallâhu anh-’a şöyle sordular:

“–Bir insan, bir işi yapmaya niyet eder, sonra yapmazsa o kimse bu ameli işlemediği hâlde, «Kirâmen Kâtibîn» melekleri nasıl yazarlar?”

Hazret şu cevabı verdi:

“–İnsanın iyiliği ve kötülüğünü yazan melekler gaybı bilemezler. Lâkin insan, güzel ve hayırlı bir amel yapmayı kalbinden geçirince; ondan misk gibi güzel kokular yayılır. Melekler bu kokuyu aldıkları zaman, o kimsenin iyilik yapmaya niyet ettiğini anlarlar. Eğer kötülük yapmaya niyet ederse, o zaman da o kimseden rahatsız edici pis bir koku ortaya çıkar. Melekler; bu kötü kokudan, o kimsenin kötülük yapmaya niyet ettiğini tesbit ederler. İnsanlar güzel amel yapmaya niyet edince, kul yapamasa dahî melekler onu yazar; kötülüğe niyet edince ise, o kötülüğü yapmadıkça onu yazmazlar.

İşte bu, Allah Teâlâ’nın ihsanlarındandır…

Ameller niyetlere göredir. Her kimse için ancak niyet ettiği şey vardır. Yani her amelin hükmü, kıymeti; sahibinin niyetine göre olur…”

OSMAN EFENDİLİĞİNİ ALAMIYORUM!

19. yüzyılın ünlü devlet adamlarından Hâlet Efendi, 1760 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmed Said’dir. Kendi gayretiyle yetişerek, bir müddet bazı devlet adamlarının kâtipliklerinde bulunan Hâlet Efendi; 1803 yılında baş muhasebecilik rütbesi ve orta elçi unvânıyla Paris’e gönderilip, üç yıl Fransa’da kaldı. İstanbul’a döndükten bir süre sonra Sultan II. Mahmud’un gözüne girerek, Rikâb-ı Hümâyun kethüdâlığına ve gizli haberleşme işlerinin başına; ardından nişancılık görevlerine getirildi. Halk arasında «Devlet Kâhyası» diye anılıyordu. Ancak, sonraki yıllarda adının birtakım yolsuzluklara karışması üzerine; hasımlarının da tesiriyle İstanbul’dan; önce Bursa’ya, ardından Konya’ya sürüldü. 1822 yılı sonlarında Konya’da öldürüldü.

***

Sultan II. Mahmud döneminin etkili devlet adamlarından olan Hâlet Efendi, kötü yaratılışlı birisiydi. Zamanında devlet ricâlinin hemen hepsine bir kötülüğü dokunmuştu. Şerrinden korkanlar kendisine yaltaklanır, dalkavuklukta birbirleriyle yarışırlardı. Fakat Moralı Osman Efendi nâmıyla maruf biri vardı ki o müstesnâ idi. Hâlet Efendi, bu haysiyet ve vakar sahibi zâta da etmediğini bırakmamış, vilâyetten vilâyete sürdürmüş, süründürmüştü. Lâkin Osman Efendi, ne yapılsa sesini çıkarmaz, ancak Hâlet Efendi’ye de boyun eğmez, yüzsuyu dökmez; kendisine verilen işi büyük bir ciddiyetle yerine getirmeye çalışırdı.

Hâlet Efendi, bir gün İzzet Molla ile otururlarken Osman Efendi’nin geldiğini söylediler. Hâlet Efendi, hemen sofaya kadar koşarak Osman Efendi’yi karşıladı, ikram ve iltifatta bulundu; giderken de merdiven başına kadar inerek uğurladı. Bunu gören İzzet Molla şaşkın bir tavırla;

“–Bu adama etmediğiniz fenalık kalmadı. Şimdi de utanmadan bu kadar iltifat ettiniz. Sebebi nedir, anlayamadım doğrusu?” dedi. Hâlet Efendi:

“–Doğru, çok fenalık ettim. Elinden valiliğini, memuriyetini, rütbesini, hattâ inanır mısın ekmeğini bile aldım. Lâkin üzerinde bir Osman Efendilik var ki işte onu alamıyor, gördükçe de işte böyle iltifata mecbur oluyorum…”1

BUNLAR ŞAİR DEĞİL, MANAV!

Ünlü dîvan şairlerinden Rûhî’nin asıl adı Osman’dır. Edebiyatımızda Bağdatlı Rûhî diye tanınır. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Çok yeri dolaştıktan sonra İstanbul’a da geldiği bilinmektedir. 1605 yılında Şam’da vefat etmiştir. Kendisinden sonra gelen pek çok şairi etkileyen Rûhî, haksızlıklar karşısındaki başkaldırı havası, coşkun ve samimî söyleyişiyle diğer dîvan şairlerinden farklı bir yere sahiptir. Terkîb-i bendinde,

Dünyâ talebiyle kimisi halkın emekte,
Kimi oturup zevk ile dünyâyı yemekte

şeklinde sert tenkitler göze çarpmaktadır.

***

Garip hâlleriyle ünlü olan şair Rûhî, serbest nazım usûlüyle şiir yazmanın moda olduğu dönemlerde bir gün eline geçen bir şiir mecmûasında genç şairlerden birinin irili ufaklı mısralarla bütün bir sahifeyi dolduran şiirine uzun uzun baktıktan sonra şöyle demiş:

“Garip! Bunlar üzüm salkımı; yazanlar da şair değil, manav olsa gerek!”2

GÖRMEYİP, ÜSTÜNE BASARLAR!

Çağdaş romancılarımızdan Ercümend Ekrem TALU 1886’da İstanbul’da doğdu. Galatasaray Sultanîsi’ni bitirdikten sonra Paris’te siyasî bilgiler eğitimi tahsil etti. Düyûn-ı Umûmiye’de ve Meclis-i Âyân’da mütercimlik yaptı. Matbuat Umum Müdürlüğü ve Cumhurbaşkanlığı başkâtipliği görevlerinde bulundu. 1931’de Varşova Elçiliği Müsteşarlığı’na getirilen Talu, 1936’dan itibaren Siyasî Bilgiler Okulu ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Fransızca öğretmenliği yaptı. 16 Aralık 1956’da vefat eden Ercümend Ekrem, Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. Mütâreke yıllarında Aka GÜNDÜZ’le birlikte «Alay» isimli mizahî bir dergi de çıkaran Talu, Meşhedî adlı bir İranlının, abartılı maceralarını anlattığı hikâye ve romanlarıyla geniş çevrelerce büyük bir şöhrete kavuştu. Yazarın eski İstanbul hayatını konu edinen romanları vardır.

Ercümend Ekrem, Çamlıca’da geniş bahçeli bir evde oturmaktaydı. Bir gün ziyaretine, ünlü şair Yahya Kemal Bey geldi. Fakat kapıdaki; «Dikkat, köpek var!» levhası onu tedirgin etmişti. Önce kapıdaki çıngırağı kuvvetlice çaldı, gelen giden olmamıştı.

“Ne olur ne olmaz…” diyerek, eline irice bir taş alıp usulca bahçeye girdi. Dikkatlice eve doğru yürürken, ikinci bir uyarı levhasıyla karşılaştı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Ardından üçüncü bir ikaz levhası görünce endişesi son sınıra gelmişti. Korku dolu bir sesle;

“–Ercümend! Ercümend!” diye bağırmaya başladı. İçeriden hâlâ bir ses yoktu… Ümitsizce eve doğru ilerlemeye devam etti. Tam çalmak üzereyken, kapı açıldı ve aralığından Ercümend Ekrem’in gülümseyen yüzü göründü, ünlü şair derin bir nefes almış, sıkıntıdan kurtulmuştu. Meşhur romancı kendisini;

“–Oooo, safa geldiniz dostum.” diyerek karşıladı. Yahya Kemal;

“–Safa bulduk azizim, ama ödüm de patladı.” diye karşılık verdi. Talu;

“–Ödün mü patladı, ama neden?” diye merakla sordu. Yahya Kemal sitemle şöyle dedi:

“–Daha ne olsun, her yanda; «Dikkat, köpek var!» levhaları asılı, hayvan bağlı mı bari?”

Ercümend Ekrem Bey:

“–Aman Yahyacığım, ne bağlaması? Nasıl kıyar da onu bağlarım.”

Ercümend Ekrem, tam o sırada yanlarına gelen küçücük bir fino yavrusunu göstererek;

“Bak!” diye seslenince, Beyatlı hayretle;

“–Ayyy! O levhalar bunun için miydi?” demekten kendini alamadı. Cevap şaşırtıcıydı:

“–Ah iki gözüm, zavallı yavrucağımı görmeyip üstüne basarlar diye asmıştım, bütün o levhaları!”3

__________________

1 Tahsin ÜNAL, Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi, s. 167.
2 İskender PALA, Güldeste, s. 16.
3 M. Nuri YARDIM, Edebiyatımızın Güleryüzü, İstanbul, 2003, s. 309.