Söz Kılıcının Ustası ABDULLAH İBN-İ REVÂHA

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

Bi’setin on üçüncü yılı… Zilhicce’nin on üçüncü günü… Mekke ehlinin küfür ve şirkte inat edip kıymetini bilemediği vahy-i Kur’ân’a, Medine’nin kucak açtığı gece… Akabe gecesi…

İkisi hanım, tam yetmiş beş kişiydiler… İlk defa yedi kişiyle geldikleri Akabe’ye, iki yıldan sonra tekrar gelmişlerdi… Şeytanı feryat ettiren Akabe’de; Evsli, Hazrecli Medine müslümanları, Allah Rasûlü ile buluştular ve hasretle kucaklaştılar…

Akabe gecesinde, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gelenlere Kur’ân-ı Kerim okudu. Gelenler gelemeyenlerin hasret dolu selâmlarını ilettiler ve O’nu Medine’ye davet ettiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, memnun ve mesrur şu mukabelede bulundu:

“Bana biat ediniz, davetinize icâbet edeyim!”

Seyyidü’l-Beşer’in huzurunda biat için hazırlanan Allâh’ın bahtiyar kullarından bir bahtiyar, Efendimiz -aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm-’a doğru yakınlaştı. Hazrec kabîlesini temsil eden liderlerdendi. Biat etmekle ne büyük bir mes’ûliyet aldıklarının da farkındaydı. Efendiler Efendisi’nin önünde kemâl-i edeple durup, ciddiyetle sordu:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Size hangi şartlar üzerine biat edeceğiz?”

“–Yalnız Allâh’a kulluk etmeniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanız, Allâh’ın Rasûlü olduğuma şahâdet etmeniz, kendinizi ve mallarınızı muhafaza edip savunduğunuz gibi beni de himaye edeceğinize dair söz vermeniz.”

“–Bunu yaptığımız takdirde bizim için ne var?”

“–Cennet.”

Bu büyük müjdeyi aldığı gibi Allah Rasûlü’nün ellerine sarılan bu yiğit, Revâha’nın oğlu Abdullah -radıyallâhu anh-’tan başkası değildi.

Şairler içinde meşhur ve müstesnâ bir yeri vardı. Çok güçlü bir hatipti. Hicaz gibi şair kaynayan bir diyarda öne çıkıp, söylenmeyen sözleri söylemişti. Yazılmayan mısraları yazıp, unutulmaz beyitlere imza atmıştı. Altının kıymetini sarraf bilir derler ya! Âyet-i kerîmeleri işittiğinde şairliğinden utanarak bütün şiirlerini yırtıp atmıştı. Kur’ân’ın î‘caz ve belâgati karşısında derhâl secdeye kapanarak mü’min olma şerefine ermiş, bu teslîmiyet içinde koşa koşa Akabe’ye gelmişti.

Dudaklarından dökülen samimî ve güzel sözleriyle orada bulunan herkesin hissiyâtına tercüman oluyordu:

“–Bu ticaret, vallâhi kârlı bir ticaret! Bu sözleşmeyi ne bozarız, ne de bozulmasını kabul ederiz.”

Medineliler sordular:

“–Yâ Rasûlâllah! Sana nasıl biat edelim, söz verelim?”

“–Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve benim Allâh’ın Rasûlü olduğuma şahâdet getirerek, namazı kılacağınıza, mallarınızın zekâtını vereceğinize, mesrur ve mahzun zamanlarınızda sözlerimi dinleyeceğinize, emirlerime tamamıyla itâat edeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda, Allah için hakkı söyleyeceğinize; iyiliği emredip, kötülüklerden sakındıracağınıza biat etmeli ve bana kesin söz vermelisiniz!”

Bunun üzerine Abdullah İbn-i Revâha -radıyallâhu anh-;

“–Biz, Allah Teâlâ’dan ve O’nun Rasûlü’nden geleni kabul ettik.” dedi.

Medineliler, tekrar sordular:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sana yaptığımız bu taahhüt karşısında bize ne var?”

“–Allah Teâlâ’nın rızâsı ve cennet var!”

“–Râzı olduk ve kabul ettik. Canımız, uğruna fedâ olsun ey Allâh’ın Habîbi. Buyurduklarına ve buyuracaklarına evet!”

“–İçinizden on iki kişi seçiniz. Onlar her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olsunlar. Hazret-i Musa da İsrailoğullarından on iki temsilci almıştı.”

Hazrecliler dokuz, Evsliler de üç temsilci çıkardılar. Hazrecli Hârisoğullarının nakîbi Hazret-i Abdullah, biat esnasında Efendiler Efendisi’nin mübârek ellerine sarılıp;

“«Ey Allâh’ın Rasûlü! Hazret-i İsa’nın on iki havârîsinin yaptıkları biat üzerine ben de size biat ediyorum.» demişti.”1

Ukaz Panayırı’nın üst tarafındaki tepelikte Medineliler; Efendimiz’e kavuşmuş ellerini, biat için ikinci defa Allah Rasûlü’ne uzattıklarında, İki Cihan Güneşi’nin gül yüzünde güller açıyor; kapkaranlık Akabe gecesi, îman güneşiyle aydınlanırken, yüce Allah da, nâzil olan âyetle biat edenleri müjdeliyordu:

“Allah, karşılık olarak cenneti verip mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar; Allah yolunda mücadele ederler, öldürürler ve öldürülürler. Bu Allâh’ın Tevrat’ta da, İncil’de de, Kur’ân’da da üstlendiği gerçek bir va‘didir. Verdiği sözde Allah’tan daha sâdık kim olabilir? O hâlde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin ey mü’minler! Müjdeler olsun size, işte en büyük mutluluk, işte en büyük başarı!” (et-Tevbe, 111)

Tebliğ dâvâsına sahip çıkacağına dair Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e söz veren Abdullah İbn-i Revâha -radıyallâhu anh-, daima ahdine sâdık yaşadı. Allah Rasûlü’nün Medine’ye teşriflerinden itibaren huzûrundan ve sohbetinden hiç ayrılmadı. O’nun hatîbi ve vahiy kâtibi olma şerefine ulaştı.

Bedir’den Mûte’deki şehâdetine kadar, bütün harplere iştirak ederek savaş meydanlarında da sadâkat ve samimiyetini ortaya koydu. Kılıcıyla düşmanı püskürtürken şiirleriyle düşmanın kalbine korku saldı.

Şiirin; şöhret, ırkçılık, gurur, hiciv ve başka bayağı maksatlar yanında Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e saldırı için de kullanıldığı bir dönemde, yüce Allah müşrik şairler hakkında;

“Şairler var ya, bunların peşine de sapkınlarla çapkınlar düşer! Görmez misin onlar her vadide kelimelerin, hayallerin peşinde dolaşır ve yapmadıkları şeyleri söylerler.” (eş-Şuarâ, 26/224-226) âyetini inzal etmiş, söz konusu şairlerin kötü karakterlerini ortaya koymuştu. Bu âyet aynı zamanda, müşriklerin Kur’ân hakkında «şiirdir» diyerek Efendimiz’e saldırıda bulunmalarına karşı bir cevaptı. Zira en yüksek hikmet ve hakikatler menbaı Kur’ân-ı Hakîm’i, bahsi geçen şairlerin sözleri ile kıyaslamak, güneş ile mum ışığını kıyas etmek gibiydi.

Abdullah İbn-i Revâha, Hassan İbn-i Sâbit, Ka‘b İbn-i Mâlik -radıyallâhu anhüm- gibi İslâm’ın ilk büyük şairleri; bu şiddetli hitap karşısında, kendilerinin de âyette kötü sıfatları belirtilenler arasında oldukları zannıyla ağlamaya başladılar. Derhâl Allah Rasûlü’ne gelip durumu arz ettiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onlara söz konusu âyetin devamındaki;

“Ancak îman edip, güzel ve makbul işler yapanlar, Allâh’ı çok zikredip, ananlar ve zulme mâruz kaldıktan sonra haklarını savunanlar müstesnâ…” (eş-Şuarâ, 26/227) âyetini okuyarak, kendilerinin zemmedilen bu insanlardan olmadıklarını, aksine İslâm’ın müstesnâ şairleri olduklarını belirttiler.2

Bu âyet, arkadaşları gibi Hazret-i Abdullah için de bir teselli kaynağı oldu. Üzüntüleri sevince dönüştü. Artık Allâh’a ve Rasûlü’ne minnet ve muhabbetini arz eden şiirleriyle, tâbî olduğu Kur’ân’ın emrinde ve hizmetindeydi. Müşrik şairlerin taarruzlarına karşı hakkı müdafaa eden bir kılıç kesildi. «Şair-i Rasûlillâh» (Allah Rasûlü’nün şairi) pâyesine erdi. Ashâb-ı kiram Efendilerimiz tarafından derhâl ezberlenen ve ağızdan ağıza yayılan şiirleri, (Buhârî, Edeb, 91; Müslim, Gazvetü’l-Ahzâb, 120; İ. Esir, 3: 130; İ. Hacer, 1:239,2: 307) Rasûlullah Efendimiz’in;

“İbn-i Revâha’nın şiirleri, kâfirlere atılan oktan daha tesirlidir.” (Zehebî, 1: 255) iltifatına mazhar oldu.

“Şüphesiz kardeşimiz bâtıl söz söylemez.” (Tabakât-ı İbn-i Sa‘d, c. 2, s. 128) buyuran Allah Rasûlü hem onu takdir etti, hem de şiirdeki şaşmaz ölçüyü verdi: Şiir bâtılı tasvir etmemeliydi.

Abdullah İbn-i Revâha -radıyallâhu anh-’ın İslâm’ın yayılmasında büyük hizmetleri oldu. Aralarında kan kardeşliğinden fazla bir samimiyet bulunan dostu Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- henüz İslâm’la müşerref olmamıştı. Defalarca onu İslâm’a davet ettiyse de istediği neticeyi alamamıştı. Ne yapıp etmeli, onu kurtarmalıydı. Ebu’d-Derdâ’nın çok sevdiği bir putu vardı. Onun evde olmadığı bir sırada baltasını eline aldı, putun bulunduğu odaya girdi;

“Allah’tan başka tapılan her şey bâtıldır.” mealinde bir şiir okuyarak putu paramparça etti. Ebu’d-Derdâ’nın hanımı gürültüyü duyup geldiğinde Hazret-i Abdullâh’ın putu kırdığını gördü;

“Ey Revâha’nın oğlu, sen ne yaptın? Beni mahvettin!” dedi. Abdullah aldırış etmeden putu kırmaya devam etti. Onu iyice parçaladıktan sonra da çekip gitti. Eve geldiğinde hanımının ağladığını gören Ebu’d-Derdâ niçin ağladığını sordu. Kadın, olup biteni haber verince Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-;

“Putta bir hüner olsaydı, kendisini savunur, korurdu.” diyerek hidâyete erdi ve müslüman oldu.

Server-i Âlem Efendimiz’in emirlerine harfi harfine riâyet eden Hazret-i Abdullah bir gün telâşla, Cuma’ya yetişmeye çalışıyordu. Henüz epeyce ileride, Benî Ganm’deyken o esnada, Peygamber Efendimiz’in;

“–Oturun!” emrini işitti. Yol ortasında olmasına rağmen derhâl diz çökerek bulunduğu yere oturdu. Hutbe bitinceye kadar da, yerinden kalkmadı. Bu hâli görenler, durumu Efendimiz’e arz ettiler:

“–Yâ Rasûlâllah! Revâha oğlunun, nerede oturduğuna bir bakınız! Sizin; «Oturun!» emrinizi, orada duydu ve hemen oturdu!”

Nazarlarını o tarafa doğru çeviren Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gayet mütehassis oldular ve onun için duâ buyurdular:

“–Cenâb-ı Hak senin, Allah ve Rasûlü’ne itâatte hırsını artırsın.”

Dünya malına ve makamına kıymet vermeyen Hazret-i Abdullah, Efendimiz tarafından kendisine verilen vazifeyi îfâ ederken de her türlü sû-i istimalden uzaktı. Hayber fethedildikten sonra oranın yahudileri mahsullerinin yarısını vermek şartıyla yerlerinde bırakılmıştı. Peygamberimiz onu, yahudilerin mahsullerinin tahsiliyle vazifelendirmişti. Yahudiler hanımlarının ziynet takımlarını toplayarak mahsulü eksik tahmin etmesi şartıyla ona vermek istediler. Rüşvet ve iltimasla daha az vergi almasını temine yönelik bu çirkin teklif karşısında son derece kızdı ve şöyle dedi:

“Ey yahudi cemaati! Vallâhi, en sevdiğim zâtın yanından geliyorum. Vallâhi siz de bana Allâh’ın yarattıklarından en sevimsizi ve en iğrencisiniz. Sizin bana teklif ettiğiniz ücret bir rüşvettir. Rüşvet ise haramdır. Biz onu ağzımıza koymayız.” (Buhârî, Megazî)

O; sohbetler, nâfile ibadetler, Kur’ân tilâvetleri ve evrâd u ezkârla îmânını her zaman taze tutmaya çalışıyordu. Bu kutsî yolda yürürken arkadaşları ile birlikte hareket etmenin mânevî feyzinden de istifade ediyordu. Zaman zaman, sahâbîlerden biriyle karşılaştığında şöyle derdi:

“Gel kardeşim! Rabbimiz’e bir saat îman edelim.” Bir gün, onun bu teklifini işiten bir sahâbî, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;

“Yâ Rasûlâllah! İbn-i Revâha’ya bakınız! Sizin getirdiğiniz îmandan insanları uzaklaştırıp bir müddetlik îmâna davet ediyor.” diyerek şikâyette bulundu. Bunun üzerine Efendimiz -aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm-, zikrullah ve hak sohbetlerle vakit geçirmenin ehemmiyetine bir cümleyle işaret buyurdular:

“Allah -celle celâlühû-, İbn-i Revâha’dan râzı olsun! O, meleklerin iştirakleriyle iftihar ettikleri meclisleri seviyor.” (İbn-i Hanbel, Müsned, 3: 265; Zehebî, 1: 231)

Hidâyetine vesile olduğu can dostu Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-, bir hâtırasında, onun ehl-i azîmet olduğunu sitâyişle zikreder:

“Biz şiddetli sıcak bir mevsimde, Ramazan ayında Allah Rasûlü ile birlikte sefere çıkmıştık. Harâretin şiddetinden herkes elini başına koyuyordu. Sefer esnasında oruç tutmamaya Rabbimiz’in ruhsatı olduğu hâlde aramızda oruçlu olarak sadece Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile İbn-i Revâha vardı.” (Buhârî, Savm, 35)

Evinden iki rekât namaz kılarak çıkar, girdiğinde de iki rekât namaz kılardı. Bu âdetini hiç terk etmedi. Abdullah İbn-i Revâha -radıyallâhu anh- bütün bunlara rağmen ameline güvenmez Allâh’ın azabından emin olmazdı. Devamlı ağlayarak;

“Sizden cehenneme uğramayacak kimse yoktur.” (Meryem, 71) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okur ve;

“Ben, cehenneme uğradıktan sonra oradan kurtulacak mıyım, kurtulamayacak mıyım? Bilmiyorum!” derdi. (İbn-i Hacer, 2: 307)
Hudeybiye’nin getirdiği sulh ortamında Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’a dâvet için, hükümdarlara ve vâlilere birer mektupla elçiler göndermişti. Bazıları gittikleri yerlerde hakâret de görseler, netîcede “Elçiye zevâl olmaz.” kâidesince, sağ sâlim Medîne’ye dönmüşlerdi. Ancak Busrâ emîrine gönderilen Hâris İbn-i Umeyr Mûte’ye vardığında, Gassânî emirlerinden Şurahbil bin Amr, yolunu kesti. Bedbaht zâlim, onun Allâh Rasûlü’nün elçisi olduğunu öğrenince, elçinin dokunulmazlığı kâidesini çiğneyerek o mübârek sahâbîyi hunharca şehîd etti.

Bu cinayet ve küstahlığa gereken dersi vermek üzere hicretin sekizinci yılında derhâl üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Rasûlullah Efendimiz ordunun başına âzadlı kölesi Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-’ı tayin ederek;

“Zeyd’e bir şey olursa kumandayı Câfer, ona da bir şey olursa, Abdullah İbn-i Revâha alsın; eğer ona da bir şey olursa, kumandayı Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç alsın.” buyurdu. (Buhârî, Megazî, 44)

Rasûlullah Efendimiz, başlarında tayin ettiği komutanları olduğu hâlde askerlerine duâ edip onlarla vedâlaştı. Askerler, Medine’den ayrılmış, Abdullah İbn-i Revâha -radıyallâhu anh- onlardan geri kalmıştı. O’nun son bir arzusu vardı. Allah Rasûlü’yle beraber Cuma namazı kılmak. Bu sırada kendisini gören Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sordular:

“–Neden arkadaşlarından geri kaldın?”

“–Sizinle birlikte Cuma’yı kılabilmek için yâ Rasûlâllah!”

“–Bir sabah vakti veya akşam vaktinde Allah yolunda bir saat yürümen, dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır.” (Kandehlevî, 2: 53-54)

Üç bin kişilik İslâm ordusu ile yüz bin kişilik haçlı ordusu Şam yakınındaki Mûte’de karşılaştılar. İki taraf arasında gerek sayı, gerekse silâh ve teçhizat bakımından asla mukayese edilemeyecek kadar büyük fark vardı. İslam mücâhidlerinin çoğunda; yorulduğunda sırtına bineceği bir deve, düşman hamlelerine karşı korunacağı bir kalkanı bile yoktu. Buna mukābil Rum Kayseri’nin ordusu gömgök zırh içinde pür-silâhtı. Hepsi de atlı veya insanın yetişmesi zor, yüksek develerin üzerindeydiler. İlk bakışta, İslâm ordusunun ezilip mahvolması bir an meselesiydi. Ashabdan bazıları hemen savaşa girmeyip Allah Rasûlü’ne bir mektup yazarak durumu arz etmeyi düşündüler. Bu sırada tenha yerlerde sık sık;

“Yâ Rab! Bana şehidlik şerefini ihsan eyle, makamların en yükseği olan «îman yolunda ölmek» nimetinden beni mahrum eyleme.” diye yalvaran Abdullah bin Revâha’nın gür sesi duyuldu:

“Ey mücâhidler! Sizler evlerinizden çıkarken dîn-i İslâm uğrunda şehid olmak niyeti ile çıkmadınız mı? Allâh’a yemin ederim ki, biz müslümanlar şimdiye kadar girdiğimiz harplerin hiçbirisini silâhlarımızın mükemmelliği, bineklerimizin çokluğu, sayımızın üstünlüğü ile kazanmadık. Bize; azlığımıza, maddî zaaf ve aczimize rağmen, zaferler kazandıran kuvvet, sadece din kuvvetidir. Ölürsek şehid olur, bizden evvelki kardeşlerimize kavuşuruz. Kalırsak zaferi kazanır, İslâm’ın ulvî bayrağını Mûte’ye dikeriz.”

Bu sözler, zaten îmanla dopdolu İslâm mücâhidlerinin coşmasına kâfî geldi. Ve Mûte kasabasının önünde destanlaşan ashâb-ı kiram, koskoca bir Bizans ordusuna meydan okudu.

Ordu kumandanı Zeyd İbn-i Hârise -radıyallâhu anh- elinde Rasûl-i Ekrem’in teslim ettiği sancak olduğu hâlde ilk çarpışmada şehid oldu.

Derhâl İslâm sancağını Câfer İbn-i Ebî Tâlib -radıyallâhu anh- alarak atını düşman safları üzerine mahmuzladı. Girdiği saflar iki tarafa yol açıyor, düşman askerleri selâmeti sağa-sola dağılmakta buluyorlardı. Düşman o kadar çoktu ki, her müslümana bir manga mücehhez düşman askerinden fazla düşüyordu. Bir anda arkadan gelen bir kılıç darbesiyle kumandan Hazret-i Câfer’in sancak tutan sağ kolu düştü. İslâm sancağını yere düşürmek istemeyen kumandan, onu sol eline alarak etrafını saran düşmana mukabele etmeye devam etti. Arkasından bir uğursuz kılıç daha gelmiş, bu da Hazret-i Câfer’in diğer kolunu düşürmüştü. Buna rağmen sancak-ı şerîfi mübârek vücuduna sararak yere düşürmedi. Lâkin artık mukabele edecek ne sağ, ne de sol kolu kalmıştı. Kılıç ve mızrak darbeleri arasında atından aşağı düştü. Mübârek vücudunda doksandan fazla ok ve mızrak yarasıyla, Câfer-i Tayyâr olarak cennete uçtu.

Abdullah İbn-i Revâha -radıyallâhu anh-, Hazret-i Câfer-i Tayyâr’ın şehâdet haberini verdiklerinde kendisini ayakta tutacak kadar bir et parçasını yemekle meşguldü. Üç günden beri bir şey yememişti.

“Sen hâlâ Câfer’in gittiği bu dünyadasın ve yiyip-içmekle meşgulsün?” diyerek nefsini kınadı. Elindeki eti bir tarafa bırakıp atına sıçradı. Sancağı alıp, göklere yükselten Abdullah bin Revâha; bu anda, en son şiirini, kendisine söyledi ve kâfirler üzerine bir ok gibi atıldı.

Çarpışma sırasında kırılan parmağı sallanıp duruyor, canını sıkıyordu. Fırsatını bulup atından indi. Hareketine mânî olan parmağının ucuna basarak kopardı. Kendi kendine şöyle diyordu:

“Ey nefis! Şehâdetten seni alıkoyan hangi şeylerdir? Eğer; hanımımdan mahrum kalmaksa, onu üç talâkla boşadım, kölelerimi âzad ettim, hurma bahçelerimi de Allah ve Rasûlullâh’a bıraktım!”

Düşman askerlerinden biri mızrağını ona doğru nişan alarak fırlattı. İbn-i Revâha -radıyallâhu anh- müslümanlarla düşman safları arasında yere düştü. Çok arzu ettiği şehâdete kavuştu.3

O esnada Medine’de Allah Rasûlü, ashâbını mescidine toplamıştı. Çok üzgündü. Mübârek gözlerinden yaşlar akıyordu. Ashâb-ı güzîn Efendilerimiz;

“Yâ Rasûlâllah! Sizde hâsıl olan hüznü gördüğümüzden beri, duyduğumuz üzüntünün derecesini ancak Allah Teâlâ bilir.” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebessüm buyurdular ve Mûte’de cereyan eden hâdiseyi aynen bildirdiler:

“Bende gördüğünüz hüznün sebebi, ashâbımın şehîd olmaları idi. Bendeki bu hâl; onları, cennette karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti. İşte sancağı Zeyd İbn-i Hârise -radıyallâhu anh- aldı, atını sürdü. Âdeta budadılar, düştü ve şehid oldu. O şimdi cennette, orada koşup duruyor. İşte şimdi sancağı Câfer İbn-i Ebî Tâlib -radıyallâhu anh- aldı. İşte onu da şehid ettiler. Şehid olarak cennete girdi ve yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor. İşte sancağı Abdullah İbn-i Revâha -radıyallâhu anh- aldı. Elinde sancak olduğu hâlde düşmanlarla çarpıştı. Şehid oldu ve cennete girdi. Onlar, cennette altından tahtlar üzerinde bana gösterildi. Şimdi de sancağı Allah -celle celâlühû-’nun kılıçlarından bir kılıç aldı ve müslümanlar onun eliyle zafere nâil oldu.” (Buhârî, Cenâiz, 4)

Allah Teâlâ cümlesinden râzı olsun! Şefâatlerine cümlemizi nâil eylesin…

1 Ebû Nuaym, 1-2: 305; bkz Âl-i İmrân, 52,53
2 Elmalılı Hamdi YAZIR, Şuarâ 227’nin tefsirinde.
3 Ahmet ŞAHİN, Tarihin Şeref Levhaları.