EYÜP SULTAN’DA ÂMÎN…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Doktor Selim Bey, Süleymaniye ziyareti dönüşlerinde evine doğru Orhan’dan ayrılırken hafif bir sesle sordu:

–Ramazân-ı şerif geldi. Bir akşam da Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyarete ne dersin? Hem iftarımızı da orada açarız.

Orhan sevincinden uçtu:

–Çok şükür, çok şükür derim. Hele sizinle olduktan sonra.

–O hâlde iki gün sonraya kendini hazırla.

–Seve seve Doktor Amca.

Orhan, eve vardığında hayli geç olmuştu. Kapıyı yengesi açtı. Tam eski zamanlardaki gibi yeğenine bağırıp çağıracaktı ki, birden durakladı. İçinde gizli bir el, sanki dilini tuttu. Çünkü Orhan’ın aylar önceki kötü hâlinden en ufak bir eser yoktu. O haşin ve kriz dolu çocuk gitmiş, taş kalpli yengesinin bile sevmemesine rağmen artık bağrına basmak istediği tatlı bir evlât gelmişti. Orhan’ın yüzündeki nûranî duruluk, hâllerindeki câzip ağırbaşlılık, tavırlarına hâkim olan zarâfet ve nezâket, yengesini oldukça tesiri altına almıştı. Bu tesir ile kadıncağız, sebebini tam anlayamadığı bir sevk-ı tabiî ile ilk defa Orhan’a anne şefkatiyle baktı ve ilk defa yumuşak bir sesle sordu:

–Orhan merak ettim. Son günlerde hiç bu kadar gecikmemiştin!

–Özür dilerim yengeciğim. Plân dışı oldu. Yatsıyı Süleymaniye’de kıldım. Doktor Selim Amca da oradaydı. Biraz sohbet edince vaktin geçtiğini anlayamadım.

Tam o esnada içeriden amcasının sesi top gibi patladı:

–Be kadın, nazar mı değdi sana? Bu densize ne zaman yüz vermeye başladın? Kendine gel; neredeyse bu keyifbaz çocuğu şımartıp da nazlandıracaksın!

–Öyle deme Turgut. Bence Orhan artık bambaşka bir çocuk oldu.

–Lâf! Sadece rol değiştirdi. Böyle cin fikirleri iyi bilirim. Ama bana sökmez. Ne Süleymaniyesi? Eskiden eroini ile uğraşıyorduk, şimdi de softalığı ile uğraşacağız!

Orhan, kalbindeki huzûrun bozulmaması için amcasının söylediklerine kulaklarını tıkamış gibiydi. Hiç istifini bozmadan sessizce odasına çekildi.

Amcası ile yengesi ise hâlâ tartışıyordu.

Ertesi gün, bir türlü geçmek bilmedi. Çünkü Orhan, Eyüp Sultan’a Doktor Selim Bey’le gitmek için sabırsızlanıyordu. O günü âdetâ iple çekiyordu. Nihayet vakit geldi ve birlikte vapura bindiler.

Eyüp Sultan Hazretleri’ne geldiklerinde iftara epey zaman vardı. Erken gelmelerinin sebebi, türbeyi ziyaret ve camide vakti değerlendirmekti.

Avludan içeri girdiler. Bambaşka bir hâlet-i rûhiyye, onları kucakladı. Sardı. Kuşattı. İhtişamlı çınarların gölgesinde bu rûhâniyet âlemi, tek kelimeyle muhteşemdi. Doktor Selim, çınarlara dikkat çekti:

–Fatih devrinden kalma asırlık çınarlar.

–Ne muazzam mânâlarla dolu.

–Evet. Bu çınarlar, asırlardır nice şahsiyetler gördü. Sayısız sâlih kullara mâkes oldu.

Besmele ve selâm ile türbeden içeri girdiler. Orada daha ulvî bir heybet vardı. Dışarıdaki çınarlardan daha müessir bir heybet. Onları tepeden tırnağa teshir etti.

Türbeden çıktıklarında Orhan bir mâneviyat sarhoşu olmuştu. Bu hâlini Doktor Selim Bey’e şöyle yansıttı:

“–Aman yâ Rabbî, feyzin ne olduğunu ben burada görüyorum.”

Doktor Selim Bey, onu tasdik ederek konuştu:

“–Elbette, burası bambaşka ve müstesnâ bir feyiz iklimi. Bu makāma nûr-i ilâhî yağmur gibi yağmakta. Çünkü;

Bu zât, Hazret-i Peygamber Efendimiz’e ev sahipliği yaptı. Her zaman yanında bulundu. O’nunla beraber nice seferlere iştirak etti. Yine de; «Yaptıklarım yeter.» demedi. Hazret-i Peygamber’in feth-i mübînle alâkalı hadîsindeki müjdeye erebilmek için ilerlemiş yaşına rağmen İstanbul’a geldi. Son nefeslerini de burada fetih müjdesi için İstanbul içlerine doğru hamle ile Hakk’a teslim etti. Vefât ederken yanındakilere;

«Beni ulaşabileceğiniz en ileri noktaya gömün!» diyerek ardından gelen fetih nesillerine hedef gösterdi. Diyebiliriz ki onun bu cümlesini en güzel şekilde anlayan Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u onun açtığı gönül kapısından fethetti.”

Orhan, Doktor Selim Bey’in anlattığı hakikatler ile ortamın mâneviyat ve rûhâniyetine kendisini tamamen kaptırmıştı.

Hazret-i Peygamber’e ev sahipliği yapmış olan yüce bir sahâbenin misafiriydiler. İftar konuğu idiler.

O sofrada;

Ayrı bir huzur hâli vardı. Medîne-i Münevvere’den rahmet esintileri vardı. Paylaşma vardı. İkram vardı. Kardeşlik vardı. Muhabbet vardı. Şükür vardı. Fakir-fukarâ ile beraber yaşanan bir gönül bayramı vardı.

Burada;

İnsanlar mesuttu.

Kediler ve köpekler mesuttu. Kuşlar mesuttu. Herkes bu şefkat ikliminde gönül gönüleydi. Sanki rûhâniyeti beraber paylaşıyorlardı.

Hâsılı burada;

İftarın tadı, en leziz yemeklerden daha değerli lezzetlerle donanmış vaziyetteydi.

Ezan saati yaklaştı. Âdetâ Medine’den bir sabâ rüzgârı Hâlid bin Zeyd (Eyüp Sultan) Hazretleri’ne doğru esmeye başladı. Âdetâ iftar için gönüllere âb-ı hayat dağıtıyordu.

Derken vakit girdi ve iftar topu patlar patlamaz ezân-ı Muhammedî başladı.

Besmeleler çekildi ve oruçlar açıldı.

Orhan her lokmada şükrediyordu. Dedi ki:

“–Doktor Amca, bundan önce yaşadığım hayatta meğer ne kadar gafilmişim. İnsan böylesi bir huzura hiç bîgâne kalabilir mi? Bu gerçeği kavradıkça yazık ettiğim günler, yüreğime hançer gibi saplanıyor. Hele içinde yaşadığım şu ânın güzelliğini dünyalara değişmem.”

Doktor Selim de şükür deryası içinde anlatmaya başladı:

“–Çok doğru Orhan evlâdım, çok doğru. Fakat insan bu güzelliği tattıkça ve fark ettikçe dediğin gibi düşünmeye başlıyor. Aksi hâlde gaflet asla yakayı bırakmıyor. Eğer kişi gafletten yakayı kurtarabilirse, o zaman gerçekten hissetmeye başlıyor. İdrâki açılıyor. Bu hususta Yahya Kemal’in yaşadığı çok mânidar bir iftar saati var. O iftar saati, Yahya Kemal, Atik-Vâlde’den inen sokaktadır. Top patladığında dışarıda hiç kimse kalmamıştır. Kerpiçten evleri nurlu bir neşe doldururken şair, oruçsuz bir şekilde sokaktadır ve yalnızdır. Bunun pişmanlığıyla yüreği öyle yanar ki, dayanamaz şu şiiri kaleme alır:

İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,
Kaç def’a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,
Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti
Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;
Bakkalda bekleşen fukarâ kızcağızları,
Az çok yakında sezdiriyor top ve iftarı.
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün:
Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.
Yâ Rab, nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime:
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
«Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Mâdem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.»

Bu ifadeler, gafletten uyanma emâresidir. Oruçsuzluğun verdiği ıstırabın sancılarıdır. Oruç ikliminden uzaklığın, insanı nasıl yalnızlaştırdığının nedâmet gözyaşlarıdır.
Ya o gözyaşlarını dökemeyenler? O ıstırabı çekmeyenler? Gafletten uyanmayanlar?

Onlar daha elemli bir yalnızlığın mahkûmu olmaktalar.

Bir de şu an bizim şu içinde bulunduğumuz iklime bak! Kimse yalnız değil. Herkes nurlu bir neşe, bereketli bir huzur içinde. İslâm’ın güzelliği bu. Sadece belli bir kesimi, mutlu bir azınlığı değil, ıstıraplar yüklü en fakiri, en garibi ve en muhtacı da kucaklayan bir güzellik bu.

Öyle ki;

Bu güzellik ekseninde bizim medeniyetimizde müthiş ve mükemmel gelenekler meydana gelmiş. İftar sofralarımız, dâimâ her kesimi kucaklamıştır. Bilhassa muhtaçlara, talebeye, kimsesizlere ve ehline ikramlarda bulunulmuş, ardından da kendilerine «diş kirası» ifadesiyle nakdî yardım yapmak, usûl olmuştur. Yani misafire iftarda dişleri kullanıldığı için karşılığını ödemek maksatlı, hani bir kira borcu takdim ediyormuşçasına latif ifade olarak diş kirası tabiri kullanılmış.

Bu nezâket ve zarâfet örneği içerisinde İslâm ahlâkı, toplumu bir ağ gibi örmüştü. Onun için toplumda haset yoktu. Oburluk ve israf da yoktu. Bunlar olmadığı için tabiî olarak bugünkü açık büfeler de yoktu. Her davette, her düğünde zengin-fakir birbiriyle kucaklaşırlardı.

Köşkler; toplumun bütün gariplerini, fakirlerini, ilim erbabını, darlık ve varlığı toplayan bir ocaktı.

Bu sebeple;

Kedi ve köpekler bile müslümanların bulunduğu muhitte idi. Çünkü müslüman muhitleri köpek ve kedilere de bir sığınma ocağı hâlinde idi.

Yabancılar da müslüman mahallelerde ferahlardı.”

Orhan, bu anlatılanlara kendisini tamamen kaptırmıştı:

“–Doktor Amca, meğer ne büyük mânevî hazinelere sahipmişiz! Başka milletler, bu kadar hazinelere sahip olsa her gün bayram yapardı.”

Doktor Selim gülümsedi:

“–İyi dedin, doğru dedin. Mevzûyu bayrama da getirmiş oldun. Bizde bayram deyince de bin bir güzellik ve yüce ahlâkın sergilendiği müşterek sevinç, huzur ve kaynaşmanın en güzel demleri akla gelirdi. Çünkü bayramlar, gerçek bir bayram hüviyetinde idi. İsraf çılgınlıklarıyla dolu ve belli bir kesimin şımarıkça yaşadığı bir bayram anlayışı yoktu. Asla bugünkü gibi bir tatil mevsimi de değildi.

Bayram günleri, müstesnâ bir kardeşlik iklimi içinde yaşanırdı.

Kabirler ziyaret edilir, geçmişlerle selâmlaşılır, onların hâtırası anılır, onlara Fâtihalar gönderilir; o şekilde bir bayram sabahı başlardı.

Bayram vesilesiyle yine en önce hatırlananlar içinde özellikle yetimler ve garipler, en başta gelirdi. Onlar güzelce giydirilir, yedirilir, içirilirdi. Kimse ferdî hareket etmez, durumu müsait olanlar sadece kendilerine değil ihtiyaç sahiplerine de en güzel bayramlıklar alırlardı. Herkesin yüzü gülerdi.

Böylece bayramlar, topluca yaşanan ve özlenen çok ulvî bir lezzet hâlinde tecellî ederdi.

Netice, şunu da vurgulamak gerekir ki:

Her hâliyle ruh, akıl ve gönül dengesi kuran bu mükemmel hasletlerimiz dolayısıyla bizim toplumumuzda psikiyatrik hastalar, bugünkünün binde biri bile değildi. Değildi, çünkü ruhlar, akıllar ve gönüller, dâimâ bir tedavi hâlinde idi. Dâimâ mâneviyatla ve huzur vesilesi olan güzellik ve özelliklerle besleniyordu. Bulunduğumuz bu iklimin aynası durumunda tekke ve dergâhlar, âdetâ birer mânevî rehabilite merkezi gibiydi. İşi bozulan, ailevî birtakım sıkıntıları bulunan gelip o dergâhta huzur bulurdu. Problemleri çözülürdü.

Ya şimdi?

Mânevî rehabiliteden uzak vaziyette yaşanan bir hayat anlayışı nice gönülleri perişan ediyor. Dünyevî tatminsizlik, nefsânî tatminsizlik ve daha bir sürü tatminsizlikler peşinde niceleri buhrandan buhrana sürükleniyor. Böyle olunca her geçen gün psikiyatri bölümleri daha fazla hastalarla dolup taşıyor.

Bu da gösteriyor ki;

Tekrar özümüze dönmeliyiz. Asırlarca yaşattığımız güzellikleri, devam ettirmeliyiz. Şu iftardaki huzur iklimini ve hakikî bayramları tekrar toplumun tamamını kucaklayacak bir vasıfta gerçekleştirmeliyiz.

Yine yetimlerin yüzleri gülmeli.

Yine gariplerin gözyaşları dinmeli.

Yine muhtaçların ve kimsesizlerin kimseleri olmalı.

Yine toprak altındakilerle toprak üstündekiler kucaklaşmalı.

Yine merhamet, şefkat, kardeşlik ve muhabbet iklimleri içinde yaşamalı.

Yine kediler de güvercinler de mesut olmalı.

Yine asr-ı saâdet meltemleri esmeli.

Yine günlerimiz ve gecelerimiz Medîne-i Münevvere’den rahmet esintileriyle dolmalı.

Yine bâd-ı sabâ vasıtasıyla bizden Ravza’ya selâmlar gitmeli, selâmlar gelmeli…

Yine âyet âyet âb-ı hayat içilmeli.”

Orhan da aynı şeyleri tekrar ile temennî etti:

“–İnşâallah yine…”

Doktor Selim derin bir nefes aldı. İftar sofrasına baktı:

“–Orhan evlâdım, sohbete daldık tabağımızdakiler kaldı. Haydi şunları güzelce şükrederek sünnetleyelim.”

Huzur içinde yemeklerini yediler. Herkes yemeğini tamamladığında topluca eller semâya kaldırıldı. Duâ başladı. Orhan’ın başı göklere dalmıştı. Yüreklerinden kopan «âmîn» seslerine sanki gökteki hilâl de iştirak etmiş;

«Âmîn!» diyordu.

Herkes «âmîn» diyordu.

Kuşlar, ağaçlar «âmîn» diyordu.

Eyüp Sultan Hazretleri, «âmîn» diyordu…