TEFEKKÜR UFKU…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Orhan, Süleymaniye Camii’nin avlusuna girince lâhûtî bir âlemin ihtişamlı esintileri onu âdetâ alnından öpüyor gibiydi. O esintileri, hem rûhunun hem bedeninin bütün damarlarında hissetmek istercesine derin bir nefes aldı;

“Elhamdülillâh!” dedi ve şadırvana yürüdü.

Abdest alırken yüzünden ve kollarından dökülen damlalarla birlikte içindeki sıkıntılar da birer birer dökülüyordu. Camiye girerken onun muhteşem silûetine dikkatle baktı ve hayretle mırıldandı:

“Ben daha önce de bu camiyi görmüştüm, fakat sadece geometrik bir şekilden ibaret zannetmiştim.

Oysa şimdi görüyorum ki;

Şekli ayrı bir muhteşem, mânâsı ondan daha muhteşem.

Göklerden esintilerle dolu. Koca mâbed, duâ eden bir insan silûetinde. Şu kalın duvarlardan ne kadar ince ve derûnî güzellikler fışkırmakta, mâneviyat taşmakta, feyizler yağmakta…

Demek ki, gerçek ve yegâne sanatkâr olan Allâh’a yakın oldukça insanın kalbinden doğan maddî bir sanat bile ne kadar mânevî bir ihtişam arz ediyor. Kim bilir bu muazzam eserin mimarı olan Koca Sinan nasıl bir gönül dünyasına sahipti! İç âlemini nasıl muhteşem inşâ etmişti ki, oradan böyle bir eser aksetti!..”

Bu düşüncelerle caminin içine girdi. İçi, dışından daha ayrı bir iklim, daha ayrı bir mânâ ihtişamı sergiliyordu. Şairin dediği gibi:

Bu ne haşmetli güzellik, ne dehâ kul gözüne,
Sanki cennet müze kurmuş, gelerek yeryüzüne.

(Seyrî)

Yatsıyı büyük bir huzur ve huşû ile edâ etti. İmamın davudî kıraati, müezzinlerin Bilâl sadâsı, namazı mîrac hazzıyla doldurmuştu.

Namaz bittiğinde çıkışa doğru yöneldi. Ayakları çıkmak istemiyordu. Bu sebeple ağır ve yavaş adımlarla camiden çıkarken karşısında Doktor Selim Bey’i görünce birden şaşırdı. Heyecanlandı ve hemen hızlı adımlarla ona doğru yürüdü:

–Doktor Amca!

–Evet evlâdım, ne güzel bir tevâfuk böyle. Fakat hangi rüzgâr attı seni buraya!

Orhan, kısaca o günü özetledi. İçindeki sıkıntıyı gidermek için buraya nasıl geldiğini anlattı:

–Kısacası Doktor Amca, akşam saatinde sizi rahatsız etmeyeyim diye çareyi burada aradım.

Doktor Selim gülümsedi:

–Böylece hem yatsıyı Süleymaniye’de kıldın, hem de beni görmüş oldun.

–Size rastlayacağım aklımdan bile geçmezdi. Ne kadar güzel oldu benim için.

–Allah, gönüller arasında yollar kurar ve onları böyle tevâfuk ettirir. Aslında ben de buraya kalbimin sesini dinleyerek geldim. Çünkü zaman zaman gelir, buranın doyumsuz mânevî atmosferinde namaz kılar, âdetâ mîrac yaşar gibi olurum.

–Hakikaten namazın mîrac oluşunu insan burada daha iyi anlıyor.

Beraber yürüdüler. Orhan çok huzurlu ve sevinçliydi. Anadolu yakasına Doktor Selim’le birlikte geçecek olmasının memnuniyeti içindeydi. Bu saatte bundan daha güzel bir yol arkadaşı olmazdı. Bu fırsatı değerlendirmeliydi. Sordu:

–Doktor Amca, bana Süleymaniye Camii’ni anlatır mısınız? Gördüm, hissettim, fakat hakkında pek mâlûmatım yok.

Doktor Selim Bey durdu, gözleriyle ağır ağır camiyi yeniden seyre başladı. Dört ulu sütun, yarım kubbeler ve merkezdeki büyük kubbe… Ona katılan Orhan ile birlikte nakışıyla, hattıyla, çinisiyle, vitrayıyla, muvâzenesiyle, âhengiyle, haşmetiyle muazzam mâbedi sükût içinde bir süre temâşâ ettiler.

Selim Bey, bu uzun sükûttan sonra Orhan’a dönerek konuştu.

­–Dilim döndüğünce anlatırım tabiî… Fakat bu muazzam mâbedin kendisi neler anlatıyor insana. Değil mi?

–Evet Selim Amca, fakat bugüne kadar bîgâne kaldığım için, habersiz bırakıldığım için bilmiyorum incelikleri, hissediyorum ama adını koyamıyorum. Nedir bu taşlardaki, duvarlardaki sır?

–Bu sır taşta, mermerde, ağaçta değil, Orhan… Ona rûhunu eritip akıtan fedâkârlıkta, ihlâsta, samimiyette… Madde ve mânânın muhteşem âhenginde…

Evvelâ güzel niyette;

Rivâyet edilir ki, bir mâbed inşâsı üzerinde tefekkür merhalesinde oldukları sırada, hem Kanunî Sultan Süleyman, hem Mimar Sinan; aynı gece Fahr-i Kâinât Efendimiz’i rüyada görmüşler ve Efendimiz, bu caminin mekânını, mihrabın, minberin yerine varıncaya kadar bu iki İslâm şahsiyetine tarif ve ferman buyurmuşlar.

­–Ne büyük bir nasip! Peygamberimiz’le ne kadar muhabbet ve yakınlık içerisindeymişler!

–Mimar Sinan bu muhabbeti, Süleymaniye’nin hendesesine, yani geometrik ölçülerine bile sindirmiştir. Şu gördüğün sütunların, kubbelerin ölçülerinde dâimâ, ebced hesabıyla Allah lâfzını temsil eden 66 ve Muhammed j ismini temsil eden 92 rakamını gözetmiş.

–Süleymaniye var oldukça, ayakta kaldıkça âdetâ Allâh’ı zikrediyor, Efendimiz’e salevat getiriyor…

–Evet, her şey böyle mânevî irtibatlarla kurulmuş; şu dev fil ayaklarını görüyorsun ya, onların her biri dört halîfeden birini temsil ediyor. Şu yarım kubbeler sahâbe-i kirâmı, büyük kubbe de Efendimiz j’i temsil ediyor.

–Muhteşem!..

–Camideki muhteşem akustiği fark etmişsindir.

–Evet, bülbül sadâlı müezzin ve imamın sesini her bir köşe en güzel şekilde alıyor…

–Cebrâil’i temsil eden mihraptan ses yükseliyor, Efendimiz’i temsil eden ana kubbeye ulaşıyor ve oradan kubbenin altındaki cemaate, ümmete yayılıyor.

–Ümmet olarak muhtaç olduğumuz feyiz, rûhâniyet, şifâ ve devâ da aynı akışla gelecek kalplerimize… Yeter ki biz, gönlümüzü aşk-ı Muhammedî’ye açalım ve O’nun sancağı altında olalım.

Doktor Selim Bey, hayran ve mesrur bir çehreyle Orhan’a baktı:

–Ne güzel söyledin Orhan!.. Gönlün artık derin hissiyatlarla coşuyor.

–Sayenizde Selim Amca… Yûnus Dede’nin ve sizin sohbetleriniz gönlümde tarifi imkânsız coşkunluklara, heyecanlara, duygu sağanaklarına vesile oldu…

Doktor Selim Bey devam etti:

–Şu güzelim hatları îtinâ ile yazarken, hattat Karahisârî, gözlerini kaybetmiş… Âdetâ gözlerini bu mâbed için, bu Allah evi için fedâ etmiş… Mimar Sinan da, kadirşinaslık ve vefâ göstererek caminin açılışını ona yaptırmış…

–Ne güzel bir kardeşlik, ne güzel bir tevâzu!

–İşte böyle güzel duygular, hayırlı niyetler birleşince ortaya böyle mâneviyatlı, feyizli bir dehâ nümûnesi çıkıyor. Bunlardan mahrum kilise ve sâir yerler ise birer mahzen karanlığından ibaret kalıyor.

Daha anlatılacak çok şey vardı. Fakat namaz sonrası caminin kapatılma hazırlığı başlamıştı. Camiden birlikte çıktılar. Selim Bey, devekuşu yumurtalarının hikmetini, is odası sistemindeki dehâyı, zelzelelere, yazın sıcağa, kışın soğuğa karşı alınan tedbirleri anlatıyor, Orhan hayranlıkla dinliyordu.

Caminin ihâta duvarının çıkışında külliyenin birer parçası olan aşhâneyi ve hastahâneyi gördüler. Doktor Selim Bey anlatmaya devam etti:

–İşte dînimizin bir başka güzelliği… Bütün halkı kucaklıyor. Cemiyete kol kanat geriyor. Hastasına, açına, susuzuna, muhtacına sahip çıkıyor. Sadece mânevî yaraları değil, maddî yaraları da şefkatle sarıyor. Bu büyük külliyeler aynı zamanda birer merhamet kucağı… Birer rahmet istasyonu…

Yavaş yavaş hiç ayrılmak istemezcesine yürüdüler. Selim Bey bu kez Süleymaniye Kütüphânesi’ni gösterdi Orhan’a;

–Medeniyetimizin dev bir hazinesi, binlerce el yazması göz nûru eser de burada… Her gün onlarca yabancı araştırmacı tarafından ziyaret edilen, medeniyet arşivimiz… O da camiyle iç içe…

–Demek yabancılar bizden daha iyi idrâk ediyorlar ecdadımızın kıymetini…

–Ne acı değil mi? Bizim, mâneviyattan uzaklaşmayı asrın gereği zanneden münevverlerimiz; yıllarca sırtlarını döndüler bu hakikatlere… Bir şairimiz Süleymaniye’de kıldığı bir bayram namazında idrâk ediyor bu kopuşu ve şöyle itiraf ediyor:

Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum,
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum.
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi,
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi
Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim,
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.

–Tıpkı benim gibi…

Adımları onları sebilin yanına götürdü. Selim Bey anlattı:

–Bunlar, İslâm’ın insana bakış tarzının eserdeki akisleri. Muhabbet, merhamet ve diğergâmlık. Bu külliyeleri inşa eden ecdadımız, bunları devlet gücüyle değil, şahsî servetleriyle yaptırdılar. Yaratan’dan ötürü yaratılmışa muhabbetlerinden dolayı hizmete koştular. Merhametleri bütün mahlûkata şamil idi. Kuşlar için evler inşâ ettiler. Yaralı göçmen kuşlar için vakıflar kurdular. Onların gönülleri; gariplerin, kimsesizlerin, bîçârelerin, yorgun gönüllerin ve hidâyet bekleyenlerin dergâhı oldu.

Orhan, derin bir âh çekti:

­–Şimdi insanlar bu mâneviyat ve bakış tarzından ne kadar uzak!..

Doktor Selim Bey, Mimar Sinan’ın kendisi için Süleymaniye’nin dışında mütevâzı bir köşeye inşâ ettiği küçük türbesini gösterdi.

–İşte bu muhteşem esere imza atan dâhînin kendisine lâyık gördüğü bu mütevâzı türbe…

–Mütevâzı fakat, dev heykellerden çok daha ibretli ve heybetli… Bu külliyede, yalnızca sanat eserleri değil, en yüksek ahlâkî hasletler de toplantı hâlinde… Selim Amca, bir kendime ve neslime bakıyorum, bir de ecdadımıza… Onları bu kadar farklı kılan neydi? Nasıl onlar gibi olabilirim?

–Bir düşünmeli Orhan… Bu külliyeyi yapanlar hangi fakültede okudu? Hangi hocaların talebesi oldu? Bugün bu fakülte yok mu? Demek ki bunlar, Hazret-i Peygamber’in gerçek talebeleriydi. O’nun üniversitesinde okumuşlardı. O’nun mektebinden mezun oldular.

Süleymaniye’nin kubbesi gibi, Efendimiz’in muhabbet semâsı altında bir cemiyette, bu yüksek ahlâkî kemâle ve irfâna erişildi.

Doktor Selim Bey ve Orhan, Süleymaniye yokuşundan sahile doğru yürüyüp, sıcak ve samimî sohbetlerine devam ederlerken, sanki gece bitmiş, Orhan’ın yüreğinde karanlıklar içinde bir yeni sabah doğmuştu.

Orhan, millî ve mânevî değerlerini yeniden keşfedeceği bir başka yolculuk için şimdiden sabırsızlanmaktaydı…

Ne mutlu ki, ona kılavuzluk edecek rehberlerini bulmuştu…