GÜZEL İLE GÜZELLEŞENLER

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Mekke’nin çilekeş ilk müslümanlarından Amr bin Saîd ile Fâtıma bint-i Safvân…

Ebû Uhayha künyeli Saîd bin Âs; oldukça büyük bir kabîleye ve çevreye sahip, zengin ve Mekke’nin en önde gelen liderlerinden biriydi. Her bakımdan yiğit birer genç olarak yetişen, bolluk ve refah içinde büyüyen ve her türlü rahatlığın zevkini tadan beş oğlu ile gurur duyarak, herkese karşı övünürdü. Bu meşhur oğulları şunlardı; Hâlid, Amr, Ebân, Âs ve Ubeyde…

İslâm güneşi doğduğunda bu aileden ilk aydınlanan Hâlid ile hanımı Ümeyme oldu. Ağabey ve yengesinin güzelliklerine güzellik eklendiğini gören Amr ile Fâtıma, bu güzelliğin sırrını merak etmeye başladılar. İşte bu arayışı fırsat bilen Hâlid ağabey, yakın akrabalarından güvendiklerine İslâm’ı anlatmaya çalışırken en yakınlarını da ihmal etmemişti.

Amr ile hanımı Fâtıma, ağabeylerinin ve yengelerinin kendilerine açılmasıyla, ilk defa böylesine ciddî bir meseleyle karşı karşıya gelmiş oldular.

Bir sürü sorular sorup, üzerinde uzun uzun düşünmeye hiç gerek yoktu aslında. Gören, anlayan ve idrak eden için her şey açıktı; açıktaydı. İslâm’ın o eşsiz nûru, O’na yönelenleri nurlandırıyordu.

İslâm nûru ile nurlanan Amr ile Fâtıma, bir anda kendilerini huzur ve mutluluğun içinde buldular. Ağabey ve yengelerinin anlatmasıyla müslüman olmuşlar, müslüman olur olmaz da Peygamber muhabbeti ile donanmaya başlamışlardı. Bir de gidip bizzat Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile görüşünce, bütün dünyalar onların olmuştu âdeta.

Bu iki kardeş; hanımlarıyla beraber müslüman olmuşlar, yine hanımlarıyla beraber inandıkları dinlerini ciddî bir şekilde öğrenme çabası içine girmişlerdi. Hazret-i Peygamber’in yanına beraber gidiyorlar, O’nu beraberce dinliyorlar, O’nun o eşsiz güzelliği ile güzelliklerine yeni bir güzellik katıyorlardı.

Bir yandan kendilerini yetiştirmeye ve öğrendikleri ile amel etmeye çalışırlarken, diğer yandan da başta yakın akrabaları olmak üzere, çevrelerini de bu güzel ortama davet etmeye gayret ediyorlardı.

Fakat babaları İslâm karşısında çok sert durmuş, elinden gelse bir tek müslümana bile nefes aldırmayacaktı. İki oğlunun hanımlarıyla beraber İslâm’a girdiklerini öğrenince, öylesine sert bir tavır takındı ki; bu iki arslan parçası yıllardır beraber oldukları babalarını tanıyamayacak bir duruma geldiler.

Babaları bir yana; diğer kardeşleri Ebân, Âs ve Ubeyde de, İslâm’a karşı çok daha sert ve çok da insafsız bir tavır sergiledikleri için onlarla beraberlikleri ânında kesilmişti. Öyle ki, en büyük tepkiyi bunlardan görüyor ve en ağır eziyeti de bunlardan çekiyorlardı.

Evleri birbirine yakın olduğu hâlde birbirlerini görmüyorlardı âdeta. Oysa daha önce sürekli beraberlerdi. Bir onlarda bir bunlarda otururlar; beraber yer, beraber içerlerdi. Ama şimdi her şey değişmiş, şirk bataklığı içinde boğulup duran bu üç kardeş, iki ağabey ve yengelerine yapmadıkları kötülüğü bırakmıyorlardı.

Kapı önlerinde karşılaştığında da çok ağır sözler söylüyorlar, hakaretin bin bir türlüsü ile eziyet üzerine eziyet ediyorlardı…

–Ya kendinize gelirsiniz, ya da size burada yaşama hakkı vermeyiz!

–Biz kardeş değil miyiz ey Ebân?

–Kardeş idik ey Amr! Ama şimdi en büyük düşmanımızsınız!

–Ey Ebân! Sen akıllı bir adamsın. Eğer birazcık olsun düşünürsen, hak din olan İslâm ile şerefleneceksin!

–Ben putlarımla şerefliyim zaten!

–Hiçbir şeyden anlamayan, hiçbir işe yaramayan, kendilerine tapıp tapmadığınızı dahî bilmeyen, ellerinizle yaptığınız şeylere tapmak akıl kârı mıdır?

–Daha düne kadar siz de tapıyordunuz ama!

–Haklısın ey Ebân, haklısın. Allâh’a çok şükür ki, öyle bir saçmalıktan kurtardı bizi. Ne olur biraz kulak versen, bir defa olsun dinlesen!

–Hayır, ben sizin gibi dönek değilim. Ölürüm de putlarımı bırakmam!

Tam bu esnada babaları Saîd geldi. Kardeşler arasındaki tartışmayı duymuş, fena hâlde kızmıştı. Öfkeyle bağırdı:

–Defolun buradan! Sakın bir daha Ebân ile konuştuğunuzu görüp duymayayım!

–Ama biz kardeşiz baba!

–Putlarımızı terk edip sapıtanlardan ne evlât olur, ne de kardeş! Sakın dedim, sakın onu da sapıtmaya kalkmayın!

–Allah ve Rasûlü’ne îman etmek, müslüman olmak şereflerin en büyüğüdür baba!

–Sizinle tartışmak istemiyorum, konuşmak bile istemiyorum sizinle! Yollarımızı siz ayırdınız, defolun şimdi buradan, haydi!

Ne kadar dil döktülerse de babaları konuşturmadı. Ebân’da az çok ümitleri vardı. Fakat diğer kardeşleri Âs ile Ubeyde’den en küçük bir yeşil ışık dahî görmemişlerdi.

(Gerçekten de Ebân çok sonra yani Hudeybiye Barışı’ndan sonra îman edip İslâm ile şereflenecekti. Âs ile Ubeyde ise İslâm düşmanlığında çok ileri gidecekler ve nihayetinde Bedir Savaşı’nda müşrik saflarında azılı birer müşrik olarak öleceklerdi. Babaları ise daha Mekke’de iken müşrik olarak ölüp gidecekti).

–Hiç dinlemeden, anlamadan karşı koyuyorsunuz, ne olur bir defa olsun dinleseniz!

–Ya çekip gidersiniz, ya da kılıcımı sıyıracağım!

–İslâm güzelliktir, müslüman güzel insandır, haydi İslâm güzelliğine!

–Şimdi görürsünüz siz!

Babaları saldırınca, müşrik kardeşleri de saldırdılar. Evlerinin önünde en yakınları tarafından öldüresiye dövüldüler. Öyle ki, ancak bayıldıktan sonra bıraktılar. Müslüman hanımları müslüman kocalarını içeriye çekerek götürebildiler.

Bilmiyorlardı. Görmüyorlardı. Anlamıyorlardı. Dinlememişlerdi çünkü.

İslâm, gerçekten güzellikti. Bu güzelliğin içindeki en güzel insan da hiç şüphesiz ki, Peygamber Efendimiz idi…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-