ARMUDUN VE MUMUN DİBİNE DAİR

Asım UÇAROK

Necip Fâzıl’ın bir Yüzakı kapağına da ilham vermiş, meşhur cümlesi:

“Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur.”

Canlılar âleminin hemen tamamı, kendi varlığını ve neslini sürdürmeye kurulmuş, ayarlanmış gibidir. Bundan geri kalan odundur, kısırdır, ölüdür…

O lezzetli meyveler, çekirdeklerini yaymak için…

O rengârenk çiçekler; tohumlarını, alıp götürecek ayakları cezbetmek için…

Sadece sürdürmek değil, ayarlarını da kendi vermek isteyen ise insandır… Rabbi tarafından eğitebilme kabiliyetiyle donatılan insan…

Beyan ve kalem… Konuşmak ve yazmak… Eğitmenin ve öğretmenin iki temel nakil aracı… İki Hudâ hediyesi… (Bkz. el-Alak, 4 ve er-Rahmân, 4)

Fakat dinlemek, okumak ve okuyup dinlediğini anlayacak, idrak edecek bir kalbe sahip olmak… O da bir başka lütuf… O hediye ile bu lütuf buluşmazsa, insan kendi yavrusunu kendi istediği yönde eğitemez…

Geçenlerde zamâneden şikâyet eden bir dost, dertli dertli sordu:

“Herkesin evlâdı kendisine benzerken, neden biz dindar insanların çocukları babalarına benzemiyor? Görüyoruz; şarkıcının çocuğu şarkıcı, artistin çocuğu artist oluyor. Niye bizim çocuklarımız bize benzeyeceğine başkalarına benziyor?”

“Armut dibine düşer.”

Evlâtların babalarına benzeyeceğini ifade eden bir atasözü.

Atasözleri; tabiatın gerçeklerini, hayatın hakikatlerini dile getirmekte kullanır. Aslında ilâhî kudrete sinmiş hikmet tarafından tabiata serpilmiş ipuçlarını yakalamak ve halk irfanıyla söylemek de diyebiliriz buna.

Armut olgunlaşır, ağırlaşır ve aileden kopup bir yetişkin olduğunda kendini yetiştiren ailenin kökleri üzerindeki yerini alır.

O ağır meyve nasıl olur da bir başka yere savrulabilir?

Çok kuvvetli bir rüzgâr ile!

Hele armut kendi dalından, kendi köklerinden beslenmemiş, ham ve hafif kalmışsa…

Hele kendi kökleri yerine sokaklara, kaldırımlara yuvarlanmaya can atıyorsa…

Pekâlâ, meyvenin olgunlaşmamasından meyve mi yoksa ağaç mı sorumlu?

Halk irfanı, armudun dibine düşmemesini tasavvur edememiş fakat âlemi aydınlatırken kendi dibinin karanlığına çare olamayan mumun hâlini gözden kaçırmamıştır.

Aynı hâle bir başka açıdan bakış, bir başka atasözü…

“Mum dibini ışıtmaz.”

Evlâtla dip arasında nasıl bir bağlantı var.

Özellikle mumu gözünüzün önüne getirin: dışa dönük alev… Gölgede kalan dip… Evlât bir insanın en özel, mahrem alanlarına şahit… Evlât babanın sırrı.

Farklı tedâîleri/çağrışımları vardır bu sözün…

İlki; baş ile dip, dış ile iç arasındaki zıtlık… Söz ve öz uyumsuzluğu… Bir ucu;

«Ele verir talkını, kendi yutar salkımı…» deyiminin ifade ettiği iki yüzlülük; diğeri Ziyâ Paşa’nın şu ölümsüz beytinde fâş ettiği tutarsızlık:

Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât,
Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde…

Bir başka yönü, ihmal ve yakın körlüğü…

«Kuzguna yavrusu şahin görünür.» sözünün bir yönüyle izah ettiği gibi eğitimciler; kendi ayaklarının dibindeki yamuğu, kendi paçalarındaki söküğü göremiyorlar mı yoksa?

Mum dibini ışıtmaz…

Mumun ışığı ile dibi yani gölgesi arasına giren nedir?

Mumun katı varlığı.

Ya kristal bir kandil? Kur’ân ifadesiyle ateş değmese bile aydınlatan berrak parlak bir yağ… Onun yağı ile aynı şeffaflıkta dış hâli, cam kristal kabı…

Üste ışık, alta gölge değil, her yöne ışık kesilen bir güneş…

Meş‘ale, eğitimcilerin sembolü… Ama ateş kesilmedikçe, güneş olmadıkça, pervasızca pervâne gibi ateşe atılmadıkça, elinizde tuttuğunuz ateşin ışığına kendi varlığınız gölge edecektir.

Çok da haksızlık etmemek lâzım…

«Âlimden zâlim, zâlimden âlim gelir» sözünün de ifade ettiği bir kader boyutu da vardır işin içinde…

Yûsuf’a onca zulmü revâ gören ağabeyleri sebebiyle Hazret-i Yâkûb’u; Ken‘an’dan dolayı Hazret-i Nûh’u mes’ul tutmak mümkün mü?

Değil elbette, ama; diğer yandan bunlar da istisnâ…

Âdeta, güzel hayırlı neticeler, yalnızca anadan babadan bilinmesin diye konmuş misaller…

Umumî olarak ise iyi babalardan iyi, hayırlı evlâtlar yetişmiş dünden bugüne…

Aslen vehbî olan, yani gayretle değil, Cenâb-ı Hakk’ın ikrâmı ile lutfolunan nübüvvet bile; tertemiz silsileleri takip ediyor. Efendimiz; soyunun tamamının nikâhlı, temiz nesiller olduğunu beyan ediyor;

Temiz, nikâhlı, haram bilmez ak nesillerde…
Nezih alınlara şan… Zerre zerre doğdu O Nur!..

Demek nesiller boyu bir dikkat ve temizlik gerek…

Ağyârı kovan kalbe revâdır kona bal…
Bir kalp arı olmazsa sunulmaz ona bal…

Yine atalar;

«Dedenin yediği erikten torunun dişi kamaşır.» demişler… Nesiller boyu dikkatle, nesiller boyunca semere…

Osmanlılar… Köprülüler… Taşköprülüler…

Nesillerce devam eden ne sırf asâletle ne de tesadüfle asla izah edilemeyecek dehâ zincirlerine bakın… Onlar mumun dibini ışıtmaması mevzuunu nasıl çözdüler?

Dervişâne basit bir çözüm ile…

Malûm menkıbede; davet edildikleri bir sofra etrafında hâlelenen dervişler, uzun kaşıkları kendi ağızlarına götüremediklerini görünce hemen kardeşlik ve içtimâîleşme melekeleriyle çözümü bulmuşlar ve kaşıklarıyla karşılarında oturan kardeşlerine ikram etmeye başlamışlar. Böylece herkes doymuş…

Kendi dibini aydınlatamayan bir mum da menziline giren nice mumun dibini aydınlatmıyor mu? O hâlde çözüm, eğitim için bir araya gelmekte; cemaatin kat kat artırıcı etkisinden yararlanmakta.

Çünkü;

Birlik bereket verir, fertler cemiyet olur,
Yirmi yedi başaktır, câmide bir tek habbe!

Her hâlükârda, evlâdı veren de Allah, onun düşeceği dibin, tutacağı yolun koordinatlarını belirleyen de Allah…

O’na sığınmalı…

O’ndan istemeli…

Nesil endişesinin Peygamber’i Zekeriyyâ -aleyhisselâm- gibi demeli:

“Rabbim, beni yapayalnız, bir başıma bırakma. Sen, vârislerin en hayırlısısın.” (el-Enbiyâ, 89)