MÜBÂREK AHLÂKI VE ŞEREFİ*

SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

O’nu Hak sevdi; «Habîbim» diyerek,
O’nla vâr oldu bütün ins ü melek.

Etti Mevlâ, O’nu âlemlere tâc,
Sundu göklerde özel bir mîrâc.

Ey gönül, can vererek uydun mu?
O Gül’ün kadrini tam duydun mu?

Dinle: Allah, ne buyurmuş O Er’e:
«Bil ki Sen’sin yüce ahlâk üzere!»1

Sonsuzun övgüsü, sonsuz O’nda.
Taşıyor meth ü senâ Kur’an’da,

Dâimâ sadrı sadır, hatrı hatır,
«Vedduhâ»dır, O Nebî, «Tâhâ»dır.

Yüce ahlâkta hayâ timsâli,
Bir melekten de müeddep hâli.

Îtinâlıydı bütün işlerde,
Vardı hak neşve O Peygamber’de.

Yüzü hep nûr-i melâhatti O’nun,
Sözü en tatlı selâsetti O’nun.

Gül lisânında talâkat vardı,
Her beyânında fesâhat vardı.

Hem belâgatli, zarâfetli idi,
Her ne yaptıysa letâfetli idi.

Boş konuşmazdı, fikirliydi özü,
Ya nasîhat ya da hikmetti sözü.

Hiç doyulmazdı O’nun sohbetine,
Dinleyen koştu sekiz cennetine.

Hiç kıpırdatmayarak gözlerini,
Pür sükût dinlediler sözlerini.

Vardı kalbinde muazzam rikkat,
Gece-gündüz dedi: «İllâ şefkat!»

Merhamet eyledi hattâ kötüye,
Hâli ıslãh olacak belki diye.

Hele tardetmedi hiç kimseyi O,
Etti ihyâ, düzelen her şeyi O.

Dâimâ oldu mürüvvet zayıfa,
Hiç sebep olmadı aslã hayıfa!

Hâli âsûde sükûnet gibidir,
Lekesiz bir iyilik sâhibidir!

Türlü huylardaki insanlarla,
Karşılaşmışsa da gün gün, aslã,

Eli bir tek kötü iş eylemedi,
Dili hiçbir kötü söz söylemedi.

Hep güzel oldu, güzel davrandı.
Çünkü her hâli güzel insandı.

Herkesin eyledi berrak, özünü,
Kesmeden dinledi halkın sözünü.

O, hitâb eyledi idrâke göre,
Nûru fâş eyledi hattâ ki köre.

Pek mülâyim, mütevâzì O Gönül,
Hiç haşin, hiç de galîz olmadı Gül.

Sâde tatlıydı mübârek şakası,
Hep hakîkatti, temizlerdi pası.

Özde ciddî ve vakurken kendi,
Bunu ashâba duvâr eylemedi.

Böyle mâhirdi mehâbette O Nûr,
Kimseler etmedi hürmette kusur.

Çünkü insanlara zıt gitmedi O,
Bir ömür, kimseyi incitmedi O.

İhtiram ölçüsü izzetteydi,
Lutfunun şartı, fazîletteydi.

Akrabâdan yana ikrâmı ise,
Daha fazlaydı ki çoktur hisse.

Dîni tam şahsı, fakat Din Senedi,
Akrabâdan yüce tutmakta idi.

Yumuşaklık ve kerem O’ndaydı,
Hele hizmetçiyi candan saydı.

Her zaman onlara bizzat kendi,
Giydiğinden, yediğinden verdi.

An gelir karnına taş bağlardı,
Yine aklında garipler vardı.

Merhametliydi ve şefkatliydi,
Hem halîm, hem de şecâatliydi.

Nice söz derse desin, sâdıktı,
Her çeşit övgüye tam lâyıktı.

Kalbi sâbitti O’nun, ahdinde,
Her zaman durdu Nebî, va’dinde.

Bir basîretli zekâ, akl-ı Hudâ,
Hüsnü, ahlâkı da Hak’tandı edâ.

Kırılan hatra devâ eylerdi,
Yıkılan gönlü binâ eylerdi.

İçi üzgünlere serperdi sürûr,
Cümle mahzûna tesellî idi Nûr.

«Arkadaş» derdi büyükten küçüğe,
Hâl-hatır sordu küçükten büyüğe,

Namlı namsız kulu, Rahmet Bulutu,
Hak huzûrunda müsâvî tuttu.

Çekti insanları son hak dîne,
Hep gözettirdi O, birbirlerine.

«Şu fakirdir bu da zengin» demeden,
Etti her şahsa icâbet, kalben.

Her güzel işte hemen vardı O ilk,
Kime denk gelse selâmlardı O ilk,

Hem özellikle de evlâdına O,
İlle uğrardı selâm yâdına O.

Öfkelenmezdi, gazaplanmazdı,
O Sükûnet Gülü, pek mümtazdı.

Öfke baskın ise kalkar namaza,
Hakk’ı tesbîh ile başlar niyaza,

Ya ayaktaysa hemencek oturur,
Oturuştaysa da kalkardı O Nûr.

Ya da abdest alarak tâze, yine,
Hiç yenilmezdi Nebî, öfkesine.

Öfke, haksızlığa olmuşsa akis,
Bulmadan hak yeri, dinmezdi o his!

Vardı Hak dengesi ahlâkında,
Hak kitâb indi O’nun hakkında.

En güzel örneğimiz, rehberimiz,
İki dünyâda da Peygamberimiz.

O’nda her türlü güzellik zinde,
Hep ibâdet ve şükür hâlinde.

Bütün ömrünce muazzam yaşadı,
Oldu insanlara cennet kanadı…

Etti Allâh O’na bambaşka kerem,
Etti hattâ O’nun ömrüyle kasem!..

Var mı akrânı ezelden beri? Tâ,
Yok demek üzre düşünmek de hatâ!

O’ndan âlâsını halk etmedi Hak,
Verdi yalnız O’na, mîrâca Burak!

Bu misilsiz şerefin hürmetine,
İzzet ikrâm edilir ümmetine!..

Geldi gösterdi asıl mârifeti,
Gitti ağlattı bütün memleketi.

Tüm güzellikleri şahsında O’nun,
Toplamış Hazret-i Hak, ey meftûn!

Şimdiden girmeli seyrân evine,
Şimdiden ermeli cânân evine!.

O’na erdikçe hitâb oldu kitâb,
O Asil Nûr ile parlar mehtab!

Ulaşan, erdi O’nun sâyesine,
Erdi sevdâda büyük pâyesine.

Çünkü nur sâhibi, Sultân-ı Rusül,
Hakk’ın en sevdiği en Rânâ Gül…

Etti Mevlâ O’nu varlıkta imâm,
Güzel ahlâkı da ettirdi tamâm.

Yetmiyor vasfına dil, anlayınız,
Yaratılmış O Nebî, noksansız!

Etmeyin şart-ı muhabbette kusur,
Başkadır aşka riâyette sürur…

Başkadır çünkü O Eşsiz Tuğrâ,
İki dünyâda, ezelden zîrâ,

Başkadır lutf-i Hudâ, kıymetine,
Başkadır affı, O’nun hürmetine.

İşte binlerce misalden bir şan,
Ki hadîsinde Nebî, etti beyan:

Cennetinden çıkaran zellesini,
Bildi Âdem, dedi: «–Yâ Rabbi beni,

Ne olur, yalvarırım canla Sana,
Acı, affeyle Muhammed adına!»

Sordu Allah: «–O’nu ben ey Âdem,
Daha vâr eylememişken, ya şu dem,

Sen Muhammed kulumun kıymetini,
Nereden bilmedesin hürmetini?»

Dedi Âdem: «–Sana Rabbim, bu ayan,
Yaratıp Sen beni, verdin bana can.

O vakit kaldırarak ben başımı,
Gördüm Arş’ında şu menşur nâmı:

‘Yok ilâh, sâdece var Allah’tır,
Ve Muhammed de Rasûlullah’tır.’

Böyle, zât ismine bildim ki mübîn,
En habib şahsı izâfet ettin…»

Bu beyandan dedi Allah da o dem:
«–Doğrudur söylediğin ey Âdem!

En habîbimdir O, varlıkta bana,
Ben O’nun hakkına gufrânı sana,

Merhamet eyleyerek lutfettim,
Sen O’nun hakkı için her dâim,

Bana cân içre duâ et, yalvar,
O Muhammed ki eğer olmasa var,

Seni hattâ ki yaratmazdım Ben!»2
İşte canlar, bu büyük sır, cidden!

Vezni: feilâtün / feilâtün / feilün
(fâilâtün) (fa’lün)

1 el-Kalem, 4. 2 Hâkim, II, 672/4228

*Hilye-i Şerîfe’den bir bölüm.