En Mukaddes İçtimâî Değer KUL HAKKI

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsanı dört başı mâmur bir şekilde anlayabilmek ve sahip olduğu yüksek husûsiyetleri tebârüz ettirebilmek; idrak üstü bir mesele olması hasebiyle, mümkün değildir. Nasıl mümkün olsun ki; onu yaratan Allah Teâlâ -celle celâlühû- yüce zâtına bir halîfe olarak takdir buyurmuş… (el-Bakara, 30) ve uçsuz bucaksız bütün bir kâinatı onun istifadesine sunmuştur… (el-Câsiye, 13)

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Muhakkak ki biz insanı ahsen-i takvîm üzere yarattık.” (et-Tîn, 4) buyuruluyor. Bu «en güzel kıvam»ı yaratan ilâhî formülü çözebilmek elbette ki sınırlı bir ilimle mücehhez kılınmış olan insanın kârı olamaz.

“Cenâb-ı Hakk’ın bilebildiğimiz ve idrak edemediğimiz bütün ilâhî sıfatlarının üç kâmil tecellî mekânı vardır: Kâinat, Kur’ân-ı Kerim ve insan. Kâinat, bütün esmâ-yı ilâhiyyenin fiilî; Kurân-ı Kerim ise kelâmî bir tezâhürüdür. İnsan ise, o kâinatın bir özü ve tohumu gibidir. Çünkü Allâh’ın bütün sıfatlarından az veya çok nasip almış tek varlık odur. Ve onun eşref-i mahlûkat olarak zikredilmesinin sebebi de budur.”*

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın şahsında «İlâhî nefha»ya mazhar olan… (el-Hicr, 29) ve meleklerin secdesi ile şereflenen… (el-Bakara, 34) insana hürmet, onu bu husûsiyette yaratan Allah Teâlâ -celle celâlühû-’ya hürmet olup; aksi, en hafifiyle şeytânî bir tavır olarak tavsif edilebilir ancak. Bu cümleden olan, Allah Teâlâ -celle celâlühû-’yu sevmenin muktezâsı olarak, Yûnus Emre’nin;

Yaratılanı severiz
Yaratan’dan ötürü.

şeklinde ifade ettiği şefkat ve merhamet, esâsen bütün yaratılmışlara gösterilmesi gereken bir fazîlettir. İnsanın sahip olduğu, havsalaya sığmayan bu engin değer, Şeyh Gālib’de de şöyle ifadesini buluyor:

Bir şûlesi var ki şem‘i cânın,
Fânûsuna sığmaz âsumânın.

Hâl böyle iken; insanlık tarihi, ona yapılan hadsiz zulümlerin, akıl almaz hak ihlâllerinin sayısız misalleriyle doludur. Sadece 20. yüzyılda dikta rejimlerinin zulümleri, ideolojik çatışmalar, sömürgeci devletlerin tahrikleri ve nüfuz mücadeleleri gibi sâiklerin yol açtığı insan kaybının, takrîben 150 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Yüce Yaratıcı’nın hikmetine binâen bir enerji kaynağı olarak lutfettiği, fakat dizginlenemeyen canavarlaşmış nefsin, bencilliğin sürüklediği ihtiraslarla gönül âleminin körleşmesi, merhamet ve şefkat gibi nezih duyguların dumûra uğramasıdır; irtikâp edilen bütün bu cinayetlerin, zulümlerin sebebi.

Onun içindir ki; yarattığı insanın «belhüm edall: Hayvanlardan daha aşağı mertebe» derekesine düşmeyip, «ahsen-i takvîm: En güzel kıvam» mertebesine yükselmesini isteyen Allah Teâlâ -celle celâlühû- Rahmân ve Rahîm sıfatlarının tecellîsi olarak icap eden zamanlarda, her topluluğa, rehberlikle vazifeli yüz yirmi dört bin küsur peygamber lutfetmiştir.

Nefsî temâyüllerin baştan çıkarmasıyla, insana karşı yapılan zulmün ilk örneği Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğullarından Kābil’in Hâbil’i katletmesidir. Onun izinden gidenler; kendilerini ilâhlaştıran Nemrutlar, Firavunlar, ellerine geçirdikleri iktidarla; kendilerini, köle saydıkları cemiyetlerin efendisi yerine koyan krallar, diktatörler, reisler; sahip oldukları kudreti adâletli bir nizam kurmak yerine, milletleri sömürmek için kullanan devletler; milyonlarca, milyarlarca insanın kanı ve saâdeti pahasına, bu vahşî cürmün fâili olmuşlardır. O kadar ki iş; yahudilerde olduğu gibi, kendilerine Hakk’ı bildiren mübârek peygamberleri dahî şehid etme denâetine kadar vardırılmıştır.

Tabiî, tarih sadece insan haklarını ihlâl eden zalimlerden ibaret değildir. Bütün peygamberler, ilâhî muhtevâyı tebliğ muvâcehesinde, kâmil insan olma usûlünü tâlim etmişler; onlara tâbî olanlar da bütün gayretleriyle bu hususları hayata geçirmeye çalışmışlardır. Son din olan İslâm’ın yüce muhteviyâtı ise; saâdet için en güzel örnek (üsve-i hasene) olan son elçi Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bütün teferuatı ile tespit edilen mübârek hayatlarının gösterdiği üzere, cihanşümûl bir insan hak ve vazifeleri beyannâmesidir.

Bugün; hukuk sisteminin kaynağı olarak, Roma medeniyeti gösterilir. Hâlbuki orada insan haklarını teminat altına alan değil, mevcut bulunan keskinleşmiş içtimâî sınıflar dolayısıyla, olsa olsa «efendiler»in haklarını koruyan bir sistemden bahsetmek daha doğru olur. İnsanların inançları ve âidiyetleri sebebiyle arenalarda arslanların önüne atıldığı, ölümüne dövüştürülen gladyatörlerin sadist çığlıklarla seyredilerek eğlenildiği vahşî bir rejimde, insan haklarından söz edilemez. Bütün müstebit rejimlerin kanunları vardır. Fakat kanunlar insan hak ve hürriyetlerini koruyorsa, âmme vicdanınca kabul görüyorsa hukukun üstünlüğünden bahsedilebilir. Hukuk bahsinde; bir Alman köylüsünün, hakkını ihlâl eden kralı;

“Berlin’de hâkimler var!” diyerek şikâyete gitmesi meşhurdur. Onun için;

“Adâlet mülkün temelidir.” buyurulmuştur.

Yine batı medeniyetinin menşei olarak görülen Eski Yunan’da, putperest inanışlarındaki tanrıları bile süflî ilişkiler içinde tahayyül edilirken, içtimâî hayatta insan haklarının bahis mevzûu bile olamayacağı âşikârdır. İslâm öncesi «câhiliye» devrinde de umumiyet itibarıyla cemiyetin; kan dâvâları, içki, kumar, fuhuş, zulüm… gibi insanın nezâhetiyle bağdaşmayan içtimâî hastalıklarla kıvrandığı bilinen bir vâkıadır.

İslâm gelince, bâtıl zâîl olmuş; câhiliye devrinin taş kalpli insanları, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda gözü yaşlı, karıncayı incitmekten çekinen bir rikkat kazanmışlar, birer adâlet timsâli hâline gelmişlerdir. O Varlık Nûru’nun etrafında pervâne olan melek haslet ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı, O’ndan aldıkları; «İlâhî değerler manzûmesi»ni insanlığa taşımayı boyunlarının borcu bilmişlerdir.

“Her biri gökteki yıldızlar gibi” methiyle şereflenen bu müstesnâ zümre ve onları takip edenler vasıtasıyla, Hicaz’a inen nur, hâle hâle bütün dünyaya yayılmış; rahmetiyle, çoraklaşmış ruhları ihyâ etmiştir.

Bütün fazîletleri en mükemmel seviyesiyle yüksek zâtında toplayan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek hayatları, kul hakkına riâyetin en güzel örnekleriyle doludur. Öyle ki; vedâlarında;

“İşte sırtım; kime vurmuş isem, gelsin vursun.” diyecek kadar, kâbına varılamayacak derecede hassas ve mütevâzı… Ondan feyz alan bütün ashâb-ı kiram hazerâtı ve onların izinden gidenler de bu yüksek değerlerle mücehhez… O Varlık Nûru’nun en yakını olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, halîfe seçildiğinde;

“Sizin en kuvvetliniz, benim katımda zayıfın hakkı ondan alınıncaya kadar zayıftır. Sizin en zayıfınız, hakkı alınıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir.” diyen bir adâlet âbidesi…

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; «Hâlimizi bilmeyecekti de niye halîfe oldu?» diyen yaşlı kadına, sırtında erzak çuvalı taşıyan bir devlet reisi…

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, satın aldığı su kuyusunda su sırasına giren bir ferâgat nümûnesi…

Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-; savaşırken kılıcını kaldırdığı müşriki, kendisine yaptığı ağır hakaret üzerine, nefsine uyma endişesiyle öldürmekten vazgeçen bir fazîlet timsâli…

Haçlılar 1099’da Kudüs’ü işgal ederken insan kafalarından kuleler yapmışlar, sokaklardan seller gibi kan akıtmışlardı. Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî bu mübârek beldeyi 1187’de geri alırken, kan dökmemek için, anlaşarak teslim edilmesini beklemiştir. Bütün İslâm asırlarında, farklı inanç sahipleri, en geniş mânâsıyla din ve vicdan hürriyetini tatmışlardır.

Selçuklu sultanları, devletlerinde bulunan gayri müslim vatandaşlarına öyle âlicenap muâmelede bulunmuşlardır ki; tebaaları onların kendi dinlerine geçtikleri zehâbına bile kapılmışlardır.

Şeyh Edebâlî’nin Osman Gazi’ye;

“Ey oğul; bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana… Âcizlik bize, hoş görmek sana… Haksızlık bize, bağışlamak sana… İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın…” diye başlayan vasiyeti de, tam mânâsıyla bir «kul haklarına riâyet» vesikasıdır.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın, hazırladığı mimarî plânı tatbik etmediği için Rum mimarın elini kestirmesine karşılık aynı cezaya çarptırılması, o zaman için rüyada bile görülemeyecek bir adâlet kıssasıdır.

Kanunî Sultan Süleyman Han’ın, sarayın bahçesindeki ağaçlarda bulunan karıncaları yok etmek için, şeyhülislâm’dan fetvâ istemesi;

«Karınca, yarın hakkını alır.» ikazıyla da vazgeçmesi; insan haklarından öte, tabiata gösterilen hürmet ve muhabbetin bir nişânesidir.

Sultan II. Abdülhamid Han’ın hanımı Müşfika Sultan’ın naklettiğine göre;

“Padişahın çok hasta olup mecalsiz kaldığı bir günde, çoraplarını giydirdiği için minnetle kendisine yedi defa; «Hakkını helâl et.» diye ısrar etmesi…” yine kul hakkı hassâsiyetinin bir misâlidir.

İslâm medeniyetinin fârik bir vasfı olan vakıf müesseseleri de, kul hakkının en mükemmel mânâda karşılanması düşüncesiyle vücut bulmuştur. İlkini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kurduğu bu müesseseler, zamanla o kadar gelişmiştir ki; hayvan haklarına da şâmil olarak, içtimâî yapıda hiçbir zayıf nokta bırakmayacak seviyeye ulaşmıştır. Osmanlı zamanında sayıları 26500’ü bulan bu rahmet ve şefkat nümûneleri sebebiyle, bu medeniyet «Vakıf Medeniyeti» olarak da adlandırılmaktadır. Ancak daha sonraları; maalesef pek çoğu talan edilerek yok olan bu güzel örneklerden elde pek azı kalmıştır.

İslâm asırlarında insan hak ve hürriyetlerinin teminat altında olduğunun en müşahhas delili, İslâm’dan sonraki devirlerde, bütün tebaanın dilleri, dinleri ve kültürleriyle varlıklarını devam ettirmeleridir.

Hâlbuki; İspanya’da 800 sene hüküm süren Endülüs İslâm devletinden sonra, geride katliâmlar ve tahribatlar sebebiyle hiçbir iz kalmamıştır.

Yine, Osmanlı’nın çekilmesinden sonra; Balkanlar’dan beş buçuk milyon, Kafkaslardan iki buçuk milyon müslüman, Türkiye’ye sığınmak zorunda bırakılmıştır. İnsan hak ve hürriyetlerini teminat altına alan vesika olarak, maalesef hiç tatbik edilememekle beraber, 10 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi zikredilir.

Hâlbuki; İslâm çok daha önce, insanın taşıdığı şerefle mütenâsip olarak hak ve hürriyetlerini en kâmil mânâda tanımış, vazifelerini belirtmiş, asırlar süren tatbikatıyla da bu çağlar ötesi durumu tescil etmiştir.

Bugün insan haklarına yükselen değer olarak atıfta bulunan batı ise, hiçbir zaman bunu fiiliyatta gösterememiştir. Güç kendisine geçince adâlet tevzî etmek yerine; sömürmek ihtirasıyla tarihini kan ve ateşle yazan batı, sahip olduğu basın gücüyle bu durumu tersten göstermeyi de bilmiştir. İşgal ettikleri toprakların yerlilerini soykırıma uğrattıkları hâlde; filmlerde, romanlarda onları «kötü», kendilerini ise «iyi adam»lar olarak tanıtmayı başarmıştır. Bugün insan hakları denince anlaşılan da, maalesef «hıristiyan ve yahudi hakları»ndan başkası değildir. Bir adâlet müessesesi olması gereken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bile, müslümanların hakları hususunda yeterli hassâsiyeti göstermediği biliniyor.

1915’te Çanakkale’de zehirli gaz kullanmaya karar veren İngiltere Bahriye Nazırı Churchill, kendisini savaş hukukunu çiğnemekle suçlayan muhâliflerine;

“Türkler insan sayılmaz!” diyerek haklılığını ispata çalışmıştı.

Daha yakın zamanlarda Bosna, Kosova, Azerbaycan ve Çeçenistan’da vukû bulan; hâlen de Afganistan, Irak, Doğu Türkistan… gibi birçok yerde devam eden zulümler ve katliâmlar karşısındaki tepkisizlikler, bu kanaatin hâlâ devam ettiğini gösteriyor. Hele de, senelerdir korkunç bir zulmün sürdürülmekte olduğu, fakat bir kınama kararının bile alınamadığı Filistin…

Bir asır önce vukû bulan Ermeni tehciri meselesi çarpıtılarak, Ermeni soykırımı olarak takdim edilmeye çalışılıyor. Batılı ülkelerin pek çoğunda, bu kabulle resmî kararlar çıkarılmış durumda. Gün geçmiyor ki; bir batılı ülkede daha, mesele oylanarak Türkiye mahkûm edilmek istenmesin. Hattâ, Yunanistan’ın gayretleriyle bunlara bir de Pontus soykırımı mizanseni ekleniyor zaman zaman.

Ya 1944’te Kafkaslardan sürülen ve yarısı yollarda ölen yüz binler; işgaller neticesinde Doğu Türkistan’dan, Irak’tan, Filistin’den, Azerbaycan’dan, Çeçenistan’dan tehcir edilen milyonlar?.. Müslüman olmaktan başka ne kabahatleri(!) var bu mazlumların; nazar-ı itibara bile alınmamak için?

Dünya; doymak bilmeyen ihtirasların sevkiyle, kan ve ateşler içinde kavruluyor. İnsanlığın hayrına yönlendirilecek olsa, onu âbâd edecek olan teknolojik gelişmeler, maalesef onun felâketi için kullanılıyor. İnsanı aziz bilen, daha da ötesi bütün mevcûdata merhamet ve şefkatle bakmayı emreden İslâm’ın geniş bir coğrafyayı kavuşturduğu saâdet, barış ve adâlete, şu kadar asır şahâdet ediyor. Bu «İlâhî Değerler Manzûmesi»; insanın ulaşacağı en yüksek makamların bile, varsa kul hakkını telâfi edemeyeceğini beyan buyurarak, mü’mini;

“Elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kişi…” olarak belirtiyor. Hâl böyle iken; bu vahim gidişâtı tersine çevirecek tek çare olarak, insanlığa bundan başka hangi yol gösterilebilir?
______________

* Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi-1, Erkam Yay., İst. 1997, s. 23.