ÇALIŞINCA OLUYOR

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Tasavvuf ehlinin yazdığı eserlerde «EDEP» tarif edilir, bölümlerde örnekler verilerek açıklanır. “Edep, en hayırlı hasletleri nefsimizde toplamaktır.” tanımından yola çıkarak, önemli hasletlerden örnekler vererek düşünmeye çalışalım.

Dünya ehli olarak hayatımızı devam ettirirken, meşrû yoldan kazandığımızı daha da artırarak; evimizi döşemeden tutun da, giyim-kuşamımıza, yeme-içmemize, şahsî zevklerimize düşünmeden harcarken; «EDEP» noktasında bulunduğumuz yeri tespit etmek mecburiyetindeyiz.

Sorumuz; “Hakk’a mı, halka mı şirin görünmek istiyorsunuz?» olmalı. Dışımız mâmur olurken, içimiz harap oluyor mu?

Hayatımızın bir bölümünde yer alan; roman, hikâye, şiir, sinema, tiyatro, gazete, dergi, televizyon, internet… bizi güzel hasletlere, yani Hakk’a götürüyorsa doğru yoldayız, demektir. Eğer bu vasıtalar içinde aksayan yönler varsa, biz bunları hayatımızdan çıkarırsak, kendimizi kurtarmış oluruz.

«Komşusu açken tok yatanlar»ın yükleneceği günahların içinde yalnız maddî açlık mı yer almaktadır? Yaşadığımız evden, mahalleden, şehirden, ülkemizden, dünyadan sorumlu olmamız, dînimizin emri değil mi?

«Vücudumdan, nefsimden, ailemden, sokağımdan, mahallemden, İstanbul’dan, Türkiye’mden ve dünyadan sorumluyum.» Onun için görevim icabı yetkililere söz söyleme hakkımı kullanmalıyım.

“Kimse bana;

«Sana ne, istersen bu romanı okuma, bu televizyonu seyretme, bu tiyatroya gitme!» diyemez. Seyrederim, giderim, okurum. Hayatım boyunca tenkitlerimi yaparım, düzelmesi için mücadele ederim.”

Mesnevî’den hikâyeleri özetleyerek veriyoruz. Ümidimiz, okuyucularımızın bölümleri merak edip Mesnevî’den aslını okumalarıdır.

Hazret-i Ömer devrinde bir çalgıcı vardır. Çengi çok güzel çalarak toplantılarda, eğlence meclislerinde dinleyenleri coşturur, kazandığıyla rahat günler geçirirdi. İyice yaşlanıp ihtiyarlayınca sazını da iyi çalamaz oldu. Meclislerde aranan insan değildi. İtibardan düşmüş, muhtaç duruma gelmişti.

“Yâ Rabbî! Bana uzun ömür ve imkânlar verdin. Yıllarca isyan edip durdum, benden lutfunu esirgemedin. Son olarak yalvarıyorum, misafirin olmak istiyorum. Çatallı sesimle, ihtiyar hâlimle Sen’in için çalacağım, sesimi duyar mısın?” diyerek yola koyuldu. Medine mezarlığına geldi. Kendinden geçerek, ağlayarak çalıyordu. Sonra perişan ve yorgun düştü, uyuya kaldı.

O sırada Hazret-i Ömer rüya görmektedir. Gāipten bir ses;

“Ey Ömer! Mezarlıkta ihtiyaç içinde olan biri var. Yanına biraz para al ve onu bul, gönlünü hoş eyle.” diyordu.

Hazret-i Ömer uyanır ve mezarlıktaki kişiyi aramaya koyulur. Çalgıcıdan başka kimseyi bulamaz. Hayretler içinde, tereddütle çalgıcıyı uyandırır. Yüce Allâh’ın ihsanını bildirir, birkaç dinarı saz çalma ücreti olarak verir;

“Bitince bana gel!” diyerek oradan ayrılır. Çalgıcı Rabbine yalvarır:

“Allâh’ım yıllarca saltanat âlemlerinde para kazanmak, neşelenmek için çaldım. Son olarak sadece Sen’in için çaldım.” der ve sazını parçalar.

Sonuç:

Nefsânî ve dünyevî duygular içinde; söylenenler, çalınanlar, dinlenenler konusunda uyarılmış oluyoruz. Mûsıkî ve sazın mesajları önemlidir. Buradaki örnekte; çalma tarzı, söylenenler, çalanlar ve dinleyenlerin tavrı da önemlidir.

Bir başka hikâyede çalgıyla ilgili olumlu örnekleri görebiliriz. Mesnevî;

“Dinle neyden…” mısraıyla başlar. Eğlencelerimiz, düğünlerimiz; vakıfların, derneklerin, belediyelerin düzenlediği günlerde çalan ve söyleyenler, çalınan ve söylenenler ve dinleyiciler önemlidir. Ölçü; verilen mesajla, söyleyen ve dinleyenin tavrıdır, sanatçının ahlâkî sorumluluğudur.

Oduncu Dervişin Hikâyesi:

Bir derviş, rüyasında Hızır -aleyhisselâm-’ın dostu olan erenleri görür. Onu sorumluluğu olmayan helâl yiyeceklerin yerini göstermek için ormana götürürler. Güzellikler ve zahmetsizce yenilen yiyecekler onun gönlünü açar, anlattıkları dinleyenleri hayran bırakır. Bir gün şehre inmek ister, cebini ağaçlardan topladığı yiyeceklerle doldurur. Yolda odunları yüklenmiş gelen bir dervişe rastlar. Cebinde kolaylıkla, çalışmadan eriştiği meyvelerden dervişe verip onun da odun taşıyarak hayatını kazanmaktan kurtulmasını ister. Derviş, düşüncelerini anlamıştır. Odunları yere koyar;

“Yâ Rabbî! Duâları kabul olan has kullar hürmetine bu odun yığınını altına çevir.” der. Odunlar altına çevrilince, günahsız yiyecek bularak hayatını geçiren derviş titreyerek kendinden geçer. Kendine geldiğinde, oduncunun;

“Yâ Rabbî! Duâlârı kabul olan has kullar hürmetine odunları eski hâline getir.” diye duâsını işitir; derviş, odunlarını yüklenerek uzaklaşır.

Çıkardığımız ders:

Ormandaki yemişlerle geçinen kişi; haram olmayanı yer, başka bir geçim yolu bilmez. Oduncunun dersiyle, çalışmadan kazanmanın helâl olamayacağını anlamıştır. Oduncu, sıradan kullardan değildir, durumunun farkındadır. Buna rağmen çalışarak kazanmanın peşindedir. Tekke eğitiminde meslek sahibi olmak ve çalışmak önemlidir. Hayatımızda eğitim ve çalışmanın önemine inanıyorsak, yaptığımız işlerde bu düşüncenin ışığında hareket etmeliyiz.

Vakıfların, derneklerin, devletin, zenginlerin yardımlarında bu ölçü olabiliyor mu? Yardım giden evlere bakalım. Ailede yatan bir hasta var, kalkamıyor. Aynı evde iş yapabilecek bir evlât veya eş var. Ağlıyor, yakınıyor, duyguları istismar ediyor. Hastanın ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra; yakın bir yerde yarım gün ev işi yapabilir, çocuk veya hasta bakabilir.

Kuruluşların yapacağı; yardımı yaparken o evde boş olan insanları da üretime katmaktır. Belediyeler bölgelerde teşkilâtlanıp, mahallelerde boş olan insanları çalışmaya teşvik edebilir. Bir memur, bir öğretmen, bir işçi evde olan hastasını; baktıracak maddî gücü olmadığı için, işlerini akşamdan yapıp, hastanın yemeğini ve ilâçlarını yanına bırakarak, mecburî olarak evden ayrılıyor. Gidip hiçbir yerden ağlayarak yardım dilenmiyor. Oysa evine yardım giden ailelerde sağlam olanlar çalışmaya başlarsa bu yardımlaşma mahalle içinde hâlledilir. Zor durumda olan bilir ki, çalışmazsa belediye yardım etmeyecektir. Vakıf ve derneklerin de aynı anlayıştan hareket etmesi gerekir.

Ülkemiz kaçak yabancı işçi cenneti. Dışarıdan gelen diplomalı insanlar mecburî her işte çalışmak zorunda kalıyorlar. Biz ise insanları çalışmadan kazanmaya, yemeye alıştırıyoruz. Evine yardım gitmeyen memurun günahı ne?

Yeri geldiğinde; çalışma konusunda yazarlara, şairlere, tasavvuf erbabının sözlerine sığınırız. İcraata gelince bildiğimiz yolda devam ederiz.

Örnek verdiğimiz hikâyelerin ışığında sivil toplum kuruluşlarımızı, belediyelerimizi incelerken güzel örneklere rastlamak çok zor. Bulduğumuzda güzel örnekleri anlatmalıyız. «Edep» noktasında neredeler?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve diğer belediyelerin bölüm bölüm yaptığı güzel işler var. Tasavvuf âdâbı noktasında incelikler aradan kayıp gidiyor, yapılanlarla övünülüyor.

Gelen broşürler, reklâmlar, kalıcı olmayan bütün yayınlar en kaliteli kâğıda basılıyor. Davetiyeler ve zarfları gösterişin en uç noktaları. Yapılan işler anlatılırken her sahifede başkanın boy boy resimleri, çıkarılan dergiler meslek ahlâkından habersizce hazırlandığı için basit ve yanlışlarla dolu. Zaman zaman dağıtılmadan imha ediliyor. Bu gösterişli veriler bir karton torbaya konuluyor. Torbanın üstünde başkanın ismi ve resmi. Sonra açılışlarda, toplantılarda inanmadan kullanılan dînî ifadeler, Mevlânâ’dan, Âkîf’ten bölümler, bu incelikleri yazmaktan çekinen yazarlar…

Medya Sofa Girişim Grubu’nu davet eden Kocaeli Belediyesi’ne teşekkür bir borç olarak kabul ediyorum. İsrafın, gösterişin dünyasında etkinlikler içinde bir gül bahçesi… Eski Kocaeli’ni bildiğim için gördüklerim ve anlatılanlar beni ve grubumuzun genç iletişimcilerini etkiledi.

Kocaeli ile ilgili rehberlere bakıyoruz; dikkatli ve şuurluca hazırlanmış, giriş bölümünde başkanın küçük bir resmi ve kısa bir sunuş yazısı. Başkanın konuşmasını dinliyoruz; samimî, içten, geçmişi kötülemeden, yaptıklarıyla övünmeden sakin sakin anlatıyor.

Yazımızın başlığı olan «Çalışınca Oluyor» Belediye Başkanı İbrahim KARAOSMANOĞLU’nun bize imzalayarak armağan ettiği kitabının adı. Yaptığı konuşmalar derlenmiş, yazılarda tasavvuf rûhunu yakalamak mümkün. Bu kültürün içinde erimek, sonra konuşmalarla, davranışlarla hazmettiğimiz kültürün insanı olmak zor iş. Vatanını, taşını, toprağını, türküsünü, şiirini, ormanını, yeşilini, tarihini sevmek, sevgimizi işimize nakış nakış işlemek… Hepsinden önemlisi göreve geldikten sonra her düşüncenin her kesimin başkanı olabilmek.

“–Bir günlük gezide, bunları anlamak mümkün mü?” diyenlere;

“–Evet.” diyebilirim.

Kurduğu; Kent Konseyinin bölümleri çalışıyor. Kent Konseyi sivil inisiyatiftir, yetkilerin paylaşılmasıdır. Yetkileri kendilerine güvenen, korkmayan başkanlar paylaşır.

Gösterişten, övünmekten, bağırmaktan, insanları ayırmaktan bıktık. Bir yazar, bir öğretmen olarak haykırmak istiyorum:

“Güzellikleri görerek anlatalım. Yanlışları; kavga etmeden, bağırmadan, içimiz yanarak, yanık sesimizle haykıralım. Mevlânâ’nın, Yûnus’un tasavvuf ehlinin dünyalarında sakin bir hayat yaşayalım…”