HAYATIN MÂNÂSI…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Taburcu olduğu gün…

Orhan, Doktor Selim Bey’le kucaklaşırken bambaşka duygular içindeydi. O âna kadar hiç tadamadığı baba sevgisinin hasretiyle ona sarıldı. Hissettiklerini söyleyecek kadar kelime dağarcığı yoktu. İstediği gibi teşekkür etmek için zayıf lügatçesi kâfî değildi. Titrek bir sesle konuştu:

–Doktor amca, size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Hislerimin ifadesinden âcizim.

–Vazifemiz evlâdım. Hem asıl teşekkür, Allâh’a şükürdür. Hamd olsun ki, bizlere merhamet ediyor, en çaresiz dertlere bile derman veriyor.

–Ama doktor amca, benim derdim çok büyük.

–Evlâdım, O’nun merhameti, bütün dertlerden daha büyük.

Orhan’ın gözlerindeki ümit ışığı biraz daha parladı. Doktor Selim Bey, önceden hazırladığı bir kitabı ona uzatarak sözlerine devam etti:

–Orhan evlâdım, boş ve yalnız kaldıkça sana bu kitap güzel bir arkadaş olsun. Dediğim gibi, Salı günü de görüşmeye bekliyorum.

–İnşâallah doktor amca, mutlaka geleceğim.

Ölü bir vaziyette geldiği hastahâneden bu şekilde bir huzurla ayrılan Orhan, yeni doğmuş gibiydi. İlk defa içinde güzel duygular uyanmıştı. İlk defa müsbet/olumlu hayaller ve düşünceler filizlenmeye başlamıştı.

İçi hâlâ bulanıktı. Ama yavaş yavaş süzülüyordu. Zihninde hâlâ karanlık vardı; ama gözleri, nurlu bir sabahın tatlı huzmelerini fark etmişti. Gönlünde huzurlu bir kıpırdanış vardı. Hiç sevmediği amcasıyla beraber kaldığı evine giderken bile ilk defa ayakları tersine gitmiyordu.

İçeri girdi.

Tam yemek esnasında herkes sofra başındaydı. Onu görünce amcasının; «Pis eroinci!» dercesine yüzü buruştu:

–Hastahâneden çabuk çıktın. Biraz daha kalsan iyi olmaz mıydı?

–Taburcu ettiler. Üstelik kendimi iyi hissediyorum.

Yengesi de buruşuk bir suratla söze girdi:

–Sokaklarda sürterek hastahânelere düşüp de kendini nasıl iyi hissediyorsun? Bizi rezil ettin!

Orhan’ı sofraya bile buyur etmediler. Bakışları; «Niye ölmedin?» der gibiydi. Onların bu hâllerine aslında Orhan alışıktı. Ama Doktor Selim Bey’den sonra herkes kendisine iyi davranacak zannetmişti herhâlde. Bu yüzden gördüğü muamele, içini burktu. Amcası da dayısı da ellerinden gelse onu evlerine bile almazdı. Fakat bütün mal-mülk, Orhan’ın babasından kalmıştı.

Zavallı Orhan, son söylenen sözler karşısında yutkundu:

–Bu vaziyetim, sadece benim suçum mu?

Amcası duymamış gibi davrandı. Sonra da alâkadar oluyormuş gibi güyâ nasihat etmeye başladı:

–Oğlum, hayatta para kazanmaya bakacaksın!

–Ama amca?

–Ama mama yok. Hayatın gerçeği bu. Dâimâ en üstlere tırmanacaksın. Ben bu yaşıma geldim, gördüğüm ve anladığım tek gerçek şu: Saâdet ve mutluluk için para, para, para… Paran ne kadarsa o kadar en güzel ve son model arabalarla gezersin. Paran varsa, herkes önünde eğilir. Paran varsa, herkesten değerlisin. Paran yoksa, bir hiçsin. Herkesin gözünde sıfırsın. Üç kuruşa değmezsin. Sünepesin, miskinsin.

–Amca, nice şahsiyetli fakirler var!

–Geç onları. Hepsi de beceriksiz insanlar. O yüzden fakirler. Oğlum, unutma; köşeyi dönmeden hayat sana gülmez! Görmüyor musun, herkes ancak paraya ve şöhrete eğiliyor. Yani saâdeti getirecek tek kuvvet var. O da para. Sadece para. Bunun için sana acıyorum yeğen! Cebinde beş kuruşun yok!

Bu ağır ve can acıtıcı cümleler karşısında Orhan, tekrar eski duyguların alevine doğru kaymaya başladı. Amcasına; «Bütün bunlar, senin yüzünden! Babamın mirasını çaldığın için! Beni sokakların çocuğu, yalnızların çocuğu ve karanlıkların çocuğu yapan siz değil misiniz?» diye haykıracaktı ki, bir telefon sesi, hamlesini kesti. Amcasını onun iş arkadaşlarından biri aramıştı:

–Hayri Bey, oltamıza büyük bir balık takıldı. Değerlendirebilirsek, kazancımız üçe katlanacak. Şuraları da alacağız. Zaten oranın ahâlîsi garip kimseler. Bir hamlede hepsini çıkarıp atarız. Ondan sonrası zaten kolay.

Orhan, gerisini dinlemedi. Doğru odasına yöneldi. Açlığını da unutmuştu. Öfkesinden sıka sıka çenesi kırılacaktı. Kendi kendine söyleniyordu:

“Anladım ki, burası benim yuvam değil. Ben buraya ait değilim. Hele Doktor Selim Amca’yı tanıdıktan sonra bu insanlara artık tahammül edemem. Yıllardır beni ihmal edip sömürdükleri yetmezmiş gibi şu yaptıkları tam bir kötülük. Ben artık bunların yaşadığı hayata elvedâ demeliyim.”

Kendini yatağa attı.

Uyandığında ertesi gün olmuştu. Vakit öğleye yaklaşmıştı. Başı ise, hiç uyumamış gibi zonkluyordu. Yapayalnızdı. Aklına Doktor Selim Bey’in verdiği kitap geldi. Tam eline alacaktı ki, eski arkadaşlarının telefonda peş peşe aramalarını gördü. Oysa hastahânedeyken hiçbiri ortalıkta görünmemişti. Biraz da sitem etmek için son arayan arkadaşına cevap verdi. Adı Tilki Şevket’ti. Orhan’ın sitemine karşı hayli pişkindi:

–Ya Orhan, biz seni öldü zannettik. Ama bünyen hayli kuvvetliymiş. Bravo, kefeni yırttın ya, ona bak sen.

–Yırtmadım Tilki, artık o kefenle yaşayacağım.

–Nasıl yani? Anlamadım!

–Bir gün anlatırım.

–Ne demek bir gün. Akşam toplanıyoruz. Mal büyük ve temiz.

–Ben olmayacağım.

–Hayatta olmaz. Sensiz tadı mı çıkar sanıyorsun! Mutlaka geleceksin.

–Fakat Tilki…

–Olmaz dedim. Sana özel bir akşam bu… Hem program çok zengin. Felekten bir gün çalacağız. Karı-kız, içki. Beğen beğen al… Gençliğini yaşamasını bil…

Orhan kendi kendine düşündü. Rûhuna zehir saçan bir davetti bu. Bu yüzden bir hayli direndi. Fakat henüz rûhî kuvveti güçlü değildi. Sonunda içindeki yılan yine kendisini mağlûp etti. Çünkü tekrar hortlayan nefsî alışkanlığı vücudunu sarmaya başlamıştı. Kekeledi:

–Bilmem ki…

–Bilmem filân yok. Mekânı biliyorsun. Biz mi gelip alalım, sen mi gelirsin?

–Bu sefer son olsun ama.

–Yahu son olsun. Sen hele bir gel…

Telefonu kapattığında evdeki ve içindeki boşluğa tekrar düşmüştü bile. Vücudunun, aklını ve iradesini defalarca mağlûp eden arzusu, yine dayanamayacağı bir şiddetteydi. Zangır zangır titriyordu. Akşamı bekleyemeyecek kadar sabırsız bir istek, yine onu esir almıştı. Ceketini aldığı gibi fırladı.

Beklediği otobüs gelmeyince, gideceği mekâna doğru yürümeye başladı.

On dakika sonra bir mezarlığın önünden geçiyordu.

Büyük bir mezarlık.

Anne ve babasının da gömülü olduğu mezarlık.

Bir an duraksadı. İçine bir gariplik çöktü. Yeni bir yalnızlık ateşi sardı kalbini. Rûhunun acısını duymaya başladı. Acı acı mırıldandı:

“Âh annem, âh babam! Hayatta olsaydınız da sizin kucağınıza kendimi bırakarak doya doya ağlasaydım. Yıllardır hep bunu hayâl ettim. Ama bu şekilde bir defa bile ağlayamadım. Aslında her gün ağlıyorum. Ama sizin kucağınızda hiç ağlayamadım. Bunun için bir gün bile kalbimin gözyaşları dinmedi.

Âh kalbimin gözyaşları!

Gözümden damlamadığı için öz amcamın da öz dayımın da göremediği yaşlar onlar!

Onlar bu yaralı kalbin gözyaşları.

Onlar;

Bağrımı kezzaptan daha fazla acıtan yaşlar… Her damlası alev alev içimi yakan gözyaşları… Yalnızlığımın, çaresizliğimin, kimsesizliğimin, sessiz feryatlarımın gözyaşları…”

Birden hıçkırdı. İçindeki okyanus, gözlerine taştı. Böyle yol üstünde garipsenmemek için kendini tutmaya çalıştı. Ne çare? Göz muslukları patlamış gibiydi. Bu sefer, onları gizlemek için ânî bir kararla mezarlığın kapısına koştu. İçeri girdi. Ağlaya ağlaya yürüdü. Durduğunda anne ve babasının mezarı başındaydı. Tâkati kalmamıştı. Mezar başındaki selviye yaslandı. Hiçbir şey düşünemiyordu. Sadece ağlıyordu. Gözünü kurulamak için elini kaldırdı. Koltuğunun altında pat diye bir şey düştü. Şaşırdı. Doktor Selim Bey’in verdiği kitaptı bu. Farkında olmadan dalgınlıkla onu da koltuğunun altına sokup evden çıkmıştı meğer. Eğildi, aldı.

Rastgele bir yer açtı. Gayr-i ihtiyârî bir şekilde okumaya başladı:

“İnsan, bir defa ölünce bir daha geri dönme fırsatını ne kadar yalvarsa da bulamayacak. Fakat idrâk etse, dünyada iken kendisine bu şansın defalarca verilmekte olduğunu görür ve büyük bir teyakkuz içinde yaşar.

Hastalıklar, kazalar, felâketler, kötü alışkanlıklar, hayatta her an mevcut olan, fakat insanın gaflet ve acziyeti sebebiyle çoğu kez habersiz kaldığı nice hayatî tehlikeler, bâdireler; ölümle insan arasında ne kadar ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu?

Evet ölüm, kundak ile kefen arasında inişli çıkışlı, sürprizlerle dolu dar, kısa bir koridor. Meçhul… Üzerinde metrajı yazılmayan makaralar gibi… Ne zaman, nerede son bulacağı meçhul…

Fakat insan, gaflet içindeyse ömür takviminden sonbahar yaprakları gibi birer-ikişer düşüşünü, hissiz bir şekilde seyreder. Tıpkı üzerinden akıp giden bahar yağmurunun bereketli damlalarından nasip alamayan kayalar gibi…

Kimisi de ölüm hakikatinden korktuğu için kaçmakta…

Hâlbuki; insan âhirette de;

« اَيْنَ الْمَفَرّ / Kaçacak yer nerede!» diye soracak da, Allâh’ın huzûrundan başka gidecek yer bulamayacak.

O hâlde, bu dünyada iken şuurlu, arzulu bir şekilde, O’na koşmalı…

O’na sığınmalı… Yegâne barınak ve sığınağın O olduğunu unutmamalı…

Çünkü;

Ölümün soğuk ürpertilerinden kurtulmanın yegâne çaresi, ancak sâlihâne bir ömür yaşamaya gayret etmektir.

Çünkü her an ölüme hazırlıklı olanlar, ölümden dolayı dehşete kapılmak yerine onu ebedî bir vuslat vesilesi olarak telakkî ederler.

Bunlar, «ölümü güzelleştirebilme»nin huzûruna ermiş mesut kullardır.

Fakat gafilâne bir hayat yaşayanlar, okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemiye benzer. Hangi girdapta helâk olacağı meçhuldür. Onlar; bu imtihan dershânesinin alık, abus ve şaşkın yolcularıdır. Bu yüzden ölümü, korkunç ve karanlık bir girdap hâlinde görür, ondan ürperir ve kaçar. Lâkin kaçış nereye?

Tâbiîn’den Ebû Hâzim Hazretleri’ne devrin halîfesi sormuş:

“–Niçin ölümden korkuyoruz?”

Büyük zât şu hikmetli cevabı vermiş:

“–Siz dünyayı mâmur edip, âhireti harap ettiniz, şimdi mâmûreyi bırakıp da harâbeye gitmeyi elbette istemiyorsunuz!”

Şunu düşünmek îcap eder ki, fânî hayat çarşısının en son giysisi olan KEFEN, bütün fânî alışverişlerin ve fânî ömrün iptal noktası değil midir?

O iptal noktası;

Bedene vedâ, fânîye elvedâ, sonsuzluğa selâm!

Dünyada her şey âdetâ «bir varmış, bir yokmuş»un hikâyesi. Hülâsa fânî hayat; serap, gölgeler, gel-geç sevdalar, çıkmaz sokaklar ve aynadaki yalanlar…

Sonrası kabir.

Kabir de, sanki bir ana rahmi. Doğum, kıyâmete.

Kıyâmet…

Yeniden beden elbisesine bürünüp sonsuzluğa adım.

İşte ömür! İşte sonsuzluk!

Heyhat!

Kimine hüzün, ıstırap ve fecî bir âkıbet…

Kimine de sürur, huzur, lezzet ve gerçek bayram…

O gerçek bayrama ulaşacaklara ne mutlu!

Selâm sana ebediyet!

Ölümü güzelleştirmek bizim elimizde… Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi:

“Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

Demek ki;

İnsan, güzel bir ölüm arzu ediyorsa, hayatı güzel yaşayıp, hüsn-i hâtime ile yani güzel bir final ile mutlu bir sonla dünyadan ayrılmaya çalışmalı…

Bunun adı da son nefes…

Hakikaten, son nefes, buğusuz, pürüzsüz ve lekesiz bir ayna…

Her insan bu aynada, güzellikleri ve çirkinlikleriyle bütün ömrünü net bir şekilde seyreder.

O an, gözlere ve kulaklara hiçbir itiraz ve gaflet perdesi inmez. Bilâkis bütün perdeler kalkar ve her türlü itiraf; aklı ve vicdanı pişmanlık iklimine sokar.

Şimdi açalım gözümüzü de, son nefes aynamız, pişmanlıkla seyredeceğimiz görüntülerle dolmasın!..

O aynada, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i seniyye muhtevâsında, îman, ibâdet ve ahlâk hayatından yüz kızartıcı değil, yüz ağartıcı sahneler dolu olsun…

Şair ne güzel söyler:

O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner;
Azrâil’e «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner!..

Son nefeste Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilenlere ne mutlu!

Ne mutlu, çünkü hayatın bütün mânâsı bu!”

İçercesine okuduğu bu cümlelerin tefekkür atmosferinde derin bir nefes alan Orhan, dalgın gözlerle anne ve babasının yan yana duran kabirlerine baktı.

Hüznü biraz daha gönlünü acıttı. Onlara okumak için Fâtiha’yı bile unutmuştu. Utandı. Okuyabilseydi, şimdi onlara ne güzel bir hediye sunmuş olacaktı.

Bunun hicranı içerisinde tekrar gözleri buğulandı.

Elindeki kitabı, yine koltuğunun altına yerleştirdi. Çıkışa doğru yürüdü.

Derken ayağına bir şey takıldı. Nedir diye bakınca gayr-i ihtiyarî bir şekilde irkildi. Gece bir köpeğin eşelemesiyle ortaya çıkmış bir kafatası. Kupkuru bir kelle. İyice ürperdi. Kaçacak gibi oldu. Sonra durakladı. O da kendisi gibi bir insana aitti. Bu hâlde bırakamazdı. Gömmeliydi.

İtinayla onu toprağa koyarken aklına neler gelmedi ki:

Bir zamanlar bu kafatasının dudakları kimbilir nasıl tebessümler saçıyordu. Yanakları kimbilir nasıl ay gibiydi. Gözleri kimbilir nasıl renkli idi. Bu kuru kellenin içinde bir zamanlar kimbilir nasıl bir akıl vardı. Ne düşüncelere sahipti. Nice plânlar yapıyordu. Kimbilir hayalleri ne kadar renkliydi. Şimdi ise bunların hiçbiri yoktu. Derisine en ufak bir çizik bile attırmayan rûhu şimdi kafatasını köpekler eşelerken acaba neredeydi?

Kimbilir neredeydi?

Annesinin, kendisine küçükken anlattığına göre eğer fazîletli bir kimse ise cennet bahçesinde, değilse cehennem çukurunda idi.

Tekrar içi titredi.

Gözü, alabildiğine uzanan mezarlara daldı. İlk defa bu kadar yakından bakıyordu. Hayatla ölüm ne kadar içiçeydi meğer.

“Allah Allah, dedi: Ne kadar çok adres varmış! Dış dünyadaki adresler ayrı, burakiler ayrı. Tabiî kıyâmetteki adresler de ayrı olacak. Kimin adresi kimbilir hangi son durakta?”

Tekrar annesi aklına geldi. Mübârek anne, son zamanlarında Yûnus’tan bir ilâhîyi sıkça okurdu. Beynini zorladı. Sonunda şu dörtlüğü hatırlayabildi:

Kiminin başında biter ağaçlar,
Kiminin başında sararır otlar,
Kimi mâsum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler!

Çocukken dinlediğinde bunları annesinin söylediği bir ninni zannederdi. Fakat şimdi ne büyük bir hakikat olduğunu bütün damarlarında hissediyordu. Hissettikçe rûhu titremeye başladı.

Bunun üzerine adımlarını hızlandırdı. Kalbi, çarpa çarpa aklının kulağına fısıldıyordu:

–Hemen gitmeliyim. Vakit hayli ilerledi.

Mezarlıktan çıktığında adımları başka bir rotaya yönelmişti:

–İnşâallah mesai bitmeden Doktor Selim Amca’ya yetişirim.