BOŞ SAATLERDE İLİM ÖĞREN!

Handenur YÜKSEL

Muhaddis, zâhid, fakih ve tebe-i tâbiînin ileri gelenlerinden olan Abdullah İbn-i Mübârek, 736 yılında devrinin kültür merkezlerinden Merv’de doğdu. Genç yaşlarda ilim tahsili için seyahate çıktı. Basra, Hicaz, Yemen, Mısır, Şam ve Irak’a yolculuklar yaptı. Ünlü Abbâsî halîfesi Hârun Reşid döneminde Bizanslılara karşı savaştı. Dört bin kişiden hadis dinleyen ve bunların sadece bin tanesinden rivâyette bulunan İbn-i Mübârek, ehil olmayanlardan hadis almadığı gibi böylelerine hadis de rivâyet etmezdi. Fakat beğenip takdir ettiği kimselere, cihâda gittiği yerlerde bile hadis öğretirdi. İbn-i Mübârek, 797’de; Fırat kenarındaki Hit’te vefat ettiğinde, 61 yaşındaydı.

***

Bir adam, Ebû Hanîfe’nin talebesi ve dostu olan Abdullah İbn-i Mübârek’e sordu:

“–Yâ İmam, günümün boş saatlerini nasıl değerlendireyim; Kur’ân okuyarak mı, yoksa ilim öğrenerek mi?”

İbn-i Mübârek, suâle sualle cevap verdi:

“–Namaz kılacak kadar Kur’ân okuyabiliyor musun?”

“–Evet!”

“–Öyleyse, Kur’ân’ı daha iyi anlayabilmek için, boş kalan saatlerini ilim öğrenmeye ayır!”

***

Evinde oturup hadisle meşgul olmayı çok seven İbn-i Mübârek’e;

“–Bu yalnızlıktan rahatsızlık duymuyor musun?” diye sordular.

“–Hazret-i Peygamber ve ashâbıyla birlikte iken nasıl yalnızlık duyarım!” diye cevap verdi.

Bir müddet kaldığı Kûfe’de, bir hadis hakkında ihtilâfa düşüldüğünde;

“Geliniz, bu ilmin tabibine gidelim!” diyerek, İbn-i Mübârek’e başvurulurdu. Bu durum, yaşadığı çağda hadisleri en iyi bilen kişilerden kabul edildiğini göstermektedir.

BUNCA EŞEĞİN ARASINDA!

İstanbul Karagümrük’te öküz nalbantlığı yapan Ali Usta’nın oğlu olan Sadrazam (Damat) Mehmed Paşa’nın, doğum tarihi kesin değildir. Muhaliflerinin yakıştırması sonucu, -babasının mesleğinden hareketle- «Öküz» lakabıyla da tanınır. Devlet kademelerinde çeşitli görevler üstlendikten sonra; Sultan I. Ahmed döneminde kendisine vezirlik verilmiş, 1607’de Mısır Beylerbeyliği’ne tayin edilmişti. Dört buçuk yıl sürdürdüğü faydalı hizmetleri dolayısıyla, «İkinci Mısır Fatihi» olarak isimlendirildi. Padişahın kızı Gevherhan Sultan’la evlendirilerek «Damat» unvânı alan Mehmed Paşa’ya, 1611’de Kaptân-ı Deryâlık görevi verildi. 1614’te sadrazamlığa getirilen Mehmed Paşa, bir yıl sonra Revan’ın fethi ile görevlendirilerek İran Seferi’ne çıktı. Öküz Mehmed Paşa, Halep Beylerbeyi olduğu sırada 1621’de vefat etti.

***

Sultan I. Ahmed bir gün Mehmed Paşa’yı huzuruna çağırdı ve kendisine;

“Revan Kalesi’ni fethetmek için sizi orduya komutan eyledim, tez yola çıkın!” emrini verdi. Kısa süre sonra yola çıkan ordu; bir müddet yol aldıktan sonra küçük bir derenin kenarında konaklama kararı verdi, asker de istirahat için çimenlere yayıldı. Bu arada Sadrazam Mehmed Paşa’nın çadırı da kurulmuştu. Paşa; kısa bir molanın ardından, komutanları ve vezirleri çadırına davet etti. Amacı, Revan Kalesi’nin fethi konusunda istişârede bulunmaktı.

Görüşmenin devam ettiği sırada, meraklı bir öküz; çadırın açık olan kapısından başını içeri uzatıverdi ve hemen karşısında oturan Mehmed Paşa’ya uzun uzun bakarak, bir-iki kere böğürdü. Duruma şahit olan komutanlar, sessizce gülüşmeye başladılar. Bu mânâlı gülüşlerin arkasındaki maksadı anlayan Mehmed Paşa, kendilerine bakarak;

“Siz şu öküzün bana ne dediğini biliyor musunuz?” dedi.

Vezirler, şaşkınlık ve mahcubiyet içinde başlarını öne eğmişlerdi. Sadrazam devamla:

“Yahu Mehmed Paşa; haydi sen bizdensin, akıllısın, zekisin, çalışkansın! Peki, bunca eşeğin arasında işin ne?”

BIRAK ŞU EŞEĞİ!

Pek çok sanatta hüner sahibi üstün bir sanatkâr olduğundan «hezarfen»1 lakabıyla tanınan Özbekler Dergâhı Şeyhi Edhem Efendi, 1829’da Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’nde doğdu. Babası Buhâralı Şeyh Sâdık Efendi’dir. Tahsilini babasından ve tekkeye devam eden âlimlerden tamamlayan Edhem Efendi; Arapça, Farsça, Çağatayca ve Ermenice lisanlarını ana dili gibi öğrendi. 1846 yılında babasının vefatı üzerine, Millî Mücadele sırasında asker veya sivil pek çok önemli şahsiyetin Anadolu’ya geçmesine yardımcı olan bu dergâha şeyh oldu. Edhem Efendi, vaktini; ibâdet etmek, kitap okumak ve dergâhın mescidi altındaki iş odasında nice eserler meydana getirmekle geçirirdi.

8 Ocak 1904’te vefat eden ve doğup büyüdüğü dergâhın hazîresine defnedilen Edhem Efendi; şair, hattat, marangoz, oymacı, hakkâk, mühürcü, dökmeci, tornacı, demirci ve matbaacıydı.

***

Üstün ahlâk sahibi olan bu büyük sanatkâr; bir gün Süleyma-niye’deki Şeyhülislâm Kapısı’na kestirmeden yürüyerek çıkarken, Tahtakale civarında, dökümle uğraşan bir Ermeni ustanın, elindeki semâverin üst kısmını bir türlü yerine uydurup kaynatamadığını görünce durup seyretmeye başlar. Dükkândaki çırak, ustasına; birinin kendilerine baktığını işaret edince, zaten sinirlenmiş olan usta, Ermenice;

“–Bırak şu eşeği!” der ve işine koyulur.

Bu lisanı bildiği için, söyleneni anlayan Edhem Efendi, dükkâna biraz daha yaklaşıp Türkçe olarak;

“–Yapamadığınız nedir?” diye sorar, ardından cübbesini çıkarıp, o işi hemen hâlleder. Sevinen usta, öpmek için Edhem Efendi’nin eline sarılınca; Şeyh Efendi, eline vurarak kendi elini çeker ve Ermenice;

“Bırak şu eşeği!” cevabını verir. Utancından ne yapacağını şaşıran usta; efendinin ayaklarına kapanmak ister, fakat o mânî olur.

Bu hâdiseden sonra, Edhem Efendi ne zaman dükkânın önünden geçse, Ermeni usta; onu mutlaka çevirip bir kahve içmeden bırakmaz.

ANLAŞILARAK OKUNANDAN LEZZET ALINIR!

Tanzimat devrinin önde gelen şairlerinden olan Muallim Nâci, bir esnaf ailesinin çocuğu olarak 1850’de İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ömer’dir. Babasının vefatı üzerine, tahsilini dayısının yardımıyla Varna’da tamamladı. 1881’de Sakız’a gitti. Orada iken Tercümân-ı Hakîkat’e çeşitli imzalarla şiirler gönderdi. Bir yıl sonra İstanbul’a gelen Nâci, Tercümân-ı Hakîkat’e yazmayı sürdürdü.

«Hattat Hoca» nâmıyla da tanınan Muallim Nâci, Mekteb-i Sultânî’den sonra, Mekteb-i Hukuk’ta da görev yaptı. «Ertuğrul Bey Gāzî» isimli eserini Sultan II. Abdülhamid’e takdim etmesi üzerine, kendisine Osmanlı tarihini yazma görevi verildi. «Lügat-ı Nâcî» ve «Kāmûs-ı Osmânî» gibi sözlük alanında verimli çalışmalar yapan Muallim Nâci, 13 Nisan 1893’te İstanbul’da vefat etti.

***

Bir gün, ziyaretine gelen bir okuyucusu, Muallim Nâci’ye şöyle demiş:

“İfadenizin sadeliğine hayranım! Yazılarınız neden böyle sade, bu kadar lâtif, diye düşünüp, araştırdım. Gördüm ki; içinde «olduğundan, bulunduğundan, idüğünden, olup, bulunup olmakla, bulunmakla, olduğuna, bulunduğuna, idüğüne…» gibi tabirler yoktur. Cümlelerde zincirlemesine bir acîbe meydana getiren şeyler bunlar değil midir?”

Nâci, kendisine şu cevabı vermiş:

“Osmanlı nâmına liyâkat göstermek isteyen gençler, sadeliğe himmet ederlerse; o letâfet, cümleyi kendisine meftun eyler (bağlar). Sadelikten mahrum olan eserler, kimin olursa olsun rağbetten düşer. Sadelik taammüm ederse (yaygınlaşırsa), herkes fikrini yazabilir, herkes okuduğunu anlar. Anlaşılarak okunan şeylerden lezzet hâsıl olur. Lezzetin neticesi ise istifadedir. Maârifin terakkîsi (gelişmesi) böyle husûle gelir. İnşâallah bu da müyesser olur!”2
___________________
1 Bin hünerli. Pek çok sanat ve zenaatte ustalaşmış kişi.

2 Nihal ŞENEL, Muallim Nâci «Yazmış Bulundum», İstanbul, 1988, s. 12.