TOPLU VURDUKÇA YÜREKLER…

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@yuzaki.com

Birlik ve beraberlik kelimeleri hep siyasî mânâda anlaşılır. Bu da -bir bakıma- tabiîdir. Ancak birlik ve bütünlüğün siyasette olduğundan daha fazla önem arz ettiği bir alan daha vardır. O da benlik ve şuur alanıdır. Çünkü siyasetin alanı cemiyettir. Cemiyet ise fertlerden oluşur. Ancak fertleri benlik ve şuur bütünlüğüne sahip bir cemiyette siyasî birlik ve beraberlikten bahsedilebilir. O hâlde siyasî birlik ve beraberliğin temelinde benlik ve şuur bütünlüğüne sahip fertler yer almaktadır.

Benlik ve şuur bütünlüğü ifadesiyle kastettiğimiz, sahip olduğumuz değerlerle ters düşmeden yaşayabilmemizdir. Demek ki benlik ve şuur bütünlüğüne sahip olabilmemiz için öncelikle değerlerimizin olması gerekir. Değerlerimiz yoksa bütünlüğünü sağlayacağımız bir şey de yoktur. Olmayan bir kâsenin kırılmasından bahsetmek ne kadar mânâsızsa olmayan değerlerin bütünlüğünü sağlamaktan dem vurmak da o kadar abestir.

O hâlde öncelikle fertlerin benlik ve şuurunu boş bırakmamak gerekiyor. Zamanında verilen uygun bir eğitim yoluyla müşterek değerlere uygun faydalı bilgi, ahlâkî erdem ve zevk-i selimle onların rûhunu beslemek icap ediyor. Aksi hâlde tabiat boşluk kabul etmediğinden onların benlik ve şuurlarını ayrık otları gibi yabancı değerler sarar. Satanizm gibi marjinal inanışlar, sanat adına acayip zevksizlikler böyle ortaya çıkar. Değerlerinden kopan fertler de kendisine ve vatanına yabancılaşır, başkaları tarafından kolaylıkla elde edilebilir.

Demek ki birlik ve beraberliğin birinci esası, ferdin benlik ve şuurunun tatminkâr bir muhtevaya sahip olmasıdır. Ancak bu da yetmez. Çünkü bu, sadece kişinin kendisiyle bütünlüğünü sağlamaya yarar. Cemiyetin bütünlüğü ise fertler sayesinde olur. O hâlde ferdin sahip olduğu değerler, içinde yaşadığı cemiyetin değerleriyle âhenk içinde olmalıdır. Müşterek değerlerden mahrum olan cemiyetler akort edilmemiş bir saz gibi uyumsuz sesler çıkarır.

Elbette her cemiyette farklı düşünenler, farklı yaşayanlar olur. Hattâ olmalıdır da. Bunlar cemiyete zenginlik ve renk katması, bir arada yaşama kültürünün gelişmesi, farklılıkların hissedilmesi bakımından gereklidir de. Ancak her cemiyette mutlaka hâkim bir kültür ve onun ekseriyet tarafından kabul edilen müşterek değerleri olmalıdır. Bu müşterek değerler ne kadar çok ve ne kadar kuvvetli ise cemiyet o nisbette sağlam olur. Yürekleri ortak duygular için çarpan, birlikte sevinip birlikte üzülen fertler birbirine daha sıkı kenetlenir.

O hâlde müşterek değerleri müşahhas hâle getirelim:

En başta inanış, ideal ve kültür birliği, sonra tarih ve coğrafya birliği en mühim müşterekleri oluşturur.

İnanış ve ideal birliğine sahip bir cemiyetin fertleri; aynı hayalleri görür, el ele ve gönül gönüle aynı hedefe koşar. İnanış ve idealin inşa ettiği en mükemmel beraberlik örneğini hiç şüphesiz ilk müslüman nesiller teşkil eder. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, üç milyon küsur kutrundaki büyük bir coğrafyada farklı lehçelerle konuşan ve birbiriyle sudan sebepler yüzünden yıllarca savaşan, birbirini yağma ve talan eden Arap kabilelerinden yirmi küsur yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde çağının en muazzam imparatorluklarını devirecek mikyasta mükemmel bir millet meydana getirmiş, böylece bütün dünya tarihinde benzeri olmayan bir gönül inkılâbı yapmıştır.

Tarihte Cengiz gibi çok daha büyük coğrafyalara hükmeden cihangirlerin hâkimiyeti ise askerî sahayla sınırlı kalmış ve saman alevi gibi gelip geçici olmuş, gönüllere ve asırlara nüfuz edememiştir.

Kültür, en başta dil olmak üzere inanıştan yaşayışa kadar çok geniş bir sahayı içine alan çok önemli bir müşterektir. Aynı yöne dönerek duâ etmekten, ölümden sonra bile aynı mekânda olmayı ummaktan daha büyük bir beraberlik duygusu olamaz. Bi’l-kuvve mevcut olan böylesi kudretli bir müşterekten ülkemiz adına kâfî derece istifade edilemeyişi hem çok şaşırtıcı hem de o nispette esef vericidir.

Tarih ve coğrafya da küçümsenemeyecek kadar güçlü bir müşterektir. Türkiye olarak bugün tarihî ve coğrafî sebeplerle birçok milletle akrabalığımız vardır. Boşnaklar, Arnavutlar, Tatarlar, Çerkezler, Gürcüler, Abazalar ve diğer Kafkas kavimleri… Yine asırlarca kader birliği ettiğimiz, aynı coğrafyada aynı yemekleri pişirip aynı türküleri söylediğimiz gayr-ı müslim vatandaşlarımız, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryanîler…

Müşterek değerlere sahip olan, fertlerinin yüreği birlikte vuran cemiyetler sarsılmaz bir kale gibidir. Ancak onlar yine de her an bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar. O da benlik dâvâsı, sen-ben kavgası, hırs ve tamah zaafıdır. Yazımızın başından beri kullandığımız kavramlarla söylersek benlik ve şuur bütünlüğünün parçalanması, değerlerle ters düşme tehlikesidir. Bunun en trajik örneği Endülüs tarihidir.

Endülüs, daha kurulurken yıkılış âmilleri fonksiyon hâlinde olan bir cemiyettir. Henüz fethin ilk yıllarında önce Şamlılar ve Yemenliler, sonra da Araplar ve Berberîler sen-ben kavgası etmiş ve kardeş kanı dökmüştür. Merkezden uzak yerlerdeki valiler fırsat buldukları her zaman istiklâl dâvâsı gütmüşler, böylece şimaldeki Katolik krallıklarına kolayca yem olmuşlardır. Sekiz asır kadar süren uzun tarihi boyunca geçmişinden ders çıkarmayan basiretsiz idarecileri sebebiyle ülke hep küçülmüş; Gırnata ile Meriye ve Malaka sahil şeridinde hüküm süren küçük Benî Ahmer Devleti bile baba-oğul ve kardeş kavgası sebebiyle yıkılmış; böylece Kurtuba, İşbîliyye ve Gırnata gibi İslâm medeniyetinin en mühim merkezleri bir daha dönmemek üzere elden çıkmıştır.

Endülüs tarihindeki kadar olmasa da hırs, tamah ve bencilliğin trajik örneklerini Osmanlı tarihinde de bulmak mümkündür. Yakın tarihimizde siyasî çekişmeler sebebiyle asırlarca hükmettiğimiz kavimler önünde haysiyet kırıcı bir mağlûbiyete uğradığımız Balkan Harbi, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken çok acı bir hâdisedir. Buna mukâbil birkaç yıl sonra kazanılan Çanakkale zaferi ve İstiklâl mücadelesi birlik ve beraberlik sayesinde başarılı olmuştur. Daima Çanakkale ve İstiklâl mücadelesi rûhunu taşıyabilmek ve millet olarak birlik ve beraberliğimizi muhafaza edebilmek; müşterek değerlerimizi korumamıza, bu da nesillerimizi benlik ve şuur bütünlüğünü hedefleyen bir eğitime tâbî tutmamıza ve değerlerimizle ters düşmemek için hep teyakkuz içinde olmamıza bağlıdır. O zaman içimize asla tefrika girmeyecek, millî bünyemiz sarsılmaz bir kale gibi olacaktır.

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. (Mehmed Âkif)