ŞİŞESİZ LÂMBALAR…

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

«Kuş uçmaz, kervan geçmez» ıssız köyler kaldı m’ola Anadolu’da? Kış aylarında, gökten kürelenircesine yağan karların -hoyrat fırtınaların desteğiyle- yol kestikleri demler dışında ulaşılmayan köy yoktur herhâlde…

Çocukluğumuzun geçtiği yer, köy değildi. Şirin bir ilçeydi. İlçeyi ortasından ikiye bölerek geçen Badişan Çayı, suyu ve serinliğiyle yetiyordu şehre…

Badişan Çayı’nın, kale duvarları gibi sarp vadisinin eteklerinin iki yanında, «göze» denilen birçok kaynağa rastlanırdı. Hele bunların arasında «Sütlü Pınar» olarak bilinen ünlü bir kaynak vardı ki, anlatamam… Bu pınarın, bardağa konduğu zaman billûr gibi dupduru; kaynağındayken, altında sürekli devinen sedef görünümlü çakılların rengini alan ve süt tadan suyunu içenler ne bahtiyar insanlardı…

Demem o ki, doğduğum yerde su boldu. Sularından bahçeler-bostanlar sulanan, değirmenler döndürülen, sazan ve alabalıklar avlanan Badişan’ımız ve her derde devâ billûr suları olan Sütlü Pınarlarımız vardı… Her mevsim yollarımız açıktı. Olmayan tek şey «ceyran»dı, o ilk çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda…

Ol sebeptendir ki, gün ışığından olabildiğince yararlanmak isterdik. Herkes işini, akşamın alacası çökmeden kotarıp, bitirme gayreti içinde olurdu. Akşamın alacasıyla gecenin lâciverdi kucaklaşırken, kınalı parmaklar uzanırdı lâmba şişelerine… Karanlığa çakılan kibrit şimşeğinin ışığı gözleri kamaştırır, o kibrit eczasının kendine mahsus kokusu yayılırdı loş odalara…

En küçüğü beş numaraydı bu lâmbaların. Onun bir büyüğü yedi, en büyüğü on dört numaraydı… Birinin güzelliğinden söz edilecek olsa;

“On dört numara lâmba gibi parlıyor.” derlerdi…

Sonuçta gazyağı yakıyordu bu lâmbalar. Herkesin lâmbası kendi durumuna göreydi. On dört numara lâmbalar, daha çok «aziz misafirler» içindi. Normalde beş ve yedi numara revaçtaydı. Çok zengin ve zâdegân ailelerde «löküs» denilen, eski gazocakları gibi pompalanarak gazı fışkırtılan ve ısınınca tülü ağaran «lüks» lâmbalara da rastlanabilirdi…

Beş, yedi, on dört… Sadece büyüklük ve yaktığı gaz miktarıydı bu lâmbaların farkları… Bir de şişelerinin parlaklıklarıyla, üzerine geçirilen danteller…

Genç kız veya gelinin sabah işleri arasında, bu lâmba şişelerinin temizlikleri de vardı ve çok da önemliydi… Hattâ gelinlerin ve genç kızların bir bakıma yüzakları sayılırdı. Onun için, herkes bu işe büyük önem verirdi…

Akşam islenen lâmbanın şişesi, sabahleyin özenle temizlenir, yerine takılır ve bazılarınca üzerine gözenekleri geniş bir tür dantelden kılıf geçirilirdi… Bu kılıflar, genellikle misafirden misafire kullanılan on dört numara lâmbalar içindi. Günlük olarak kullanılanlara kılıf gerekmezdi…

Biz çocukların kepçe kulakları, kendilerini fahrî müfettiş olarak gören bazı yaşlı hanımların sohbetlerine teğet geçerken; anlamını tam çözemesek de, kulağımıza şöyle sözler çalınırdı:

“Lâmbanın şüşesi yok sandıydım anam…”

“Şüşe, şüşe değil. Sanırsın haznenin üstüne güneşten bir lüle kesip koymuşlar…”

“Anasının mârifeti değil bacım, Cemile gibi bir ceylan var o evde… O kız; varacağı kocaya taht, gideceği eve baht götürür Allah için…”

Evet. Lekesiz ve gün ışığında parlayacak bir lâmba şişesi, bir doktora diploması gibiydi… İşte bu yüzdendir ki; o «lâmbalar dönemi»nin ergen kızları, söylemek istediklerini rahatlıkla söyleyememenin hıncı ve umutsuz bekleyişlerin patlayan öfkesiyle durup-durup silerlerdi lâmba şişesini. Hem de içine tükürerek…

Her ergen kızın, her gelinin ayrı bir şişe silişi vardı. Tıpkı her yiğidin bir yoğurt yiyişi gibi… Kimi, içinde biriken öfkesini tükürürdü şişenin içine ve kirli bir tülbent ile siliverirdi. Delidolu, baştan savma, hoyratça, kirleten bir temizlikti bu… Kimi gizli sevdasının, özleminin ve umutsuzluğun «ah»larını «hoh»lardı şişelere… Sonra da, bu hohlamayla buğulanan şişenin içinden, al yazmasını geçiriverirdi bir alev gibi… Ama dağ ceylânı sekişli, fahrî müfettiş ninelerden övgülü «Cemile Kız»ların güneş gibi parlayan lâmba şişelerinin sırrı, bir fiske çamaşır sodası ve sabah çayından artan bir bardak ılık suydu… Sodalı ılık su şişeye doldurulur, içine ufacık bir bez parçası atılır ve iki yanından tutulup köpürterek çalkalanır, sonra da durulanır, kurulanır ve güneşin ufka yerleştiği gibi yerine yerleştirilirdi… Bir de türkü mırıldanılırdı besbelli:

Lâmba da şişesiz yanmaz mı?
Yavrum bana yâr bulunmaz mı?..

Neymiş o günler?.. Nereden de geldi aklımıza o gazyağı lâmbaları?..

Şimdilerde garip birer süs olarak rastlamaktayız bazı yerlerde… Gazsız, fitilsiz, alevsiz, işlevsiz, öylesine mahzun ve öksüz… Kimi lâmbalar şişesiz, kimi şişeler lâmbasız… Evlerin kendileriyle hiç de ilgisi olmayan birer köşesinde, hâtıraların tozlarına belenmiş, öylesine durup dururlar. Ne yazık ki, üçüncü nesil tarafından bunların ne olduğu dahî bilinmez… Acep ondan mıdır «beş yüz mumluk ampullerin kör karanlığında» gönül saraylarının dolambaçlı yollarını bulamayışımız? Kim bilir?.. Her neyse…

Hayır. Nostalji değil. O lâmbalar, alevden dilleriyle karanlığı yalarken, sadece duvarlarında garip gölgelerin titrediği evleri değil, umutları da aydınlatıyorlardı… Ahlarını hohlayan yıldız menevişi ergen kızlar, çok erken mi serpildiler Samanyolu’na? Cemile Kız’ların gün ışığınca parlattıkları şişeler hangi taşa çalınıp da tuzla buz edildi?..

İçine hohlanarak buğulanan şişeler, kucakladıkları karanlıktan mı utanıp parçalandılar ki; her fitilin ucunda titrek bir alev, her alevin isinde ne acıdır ki «lingo lingo şişeler…»

Dirlik olmayan evlerin odalarında tefekkür köşesi yok. Hüznün loşluğunda umutların neşesi yok. Fitilin ucunda titrerken ölgün ışıklar; gayrı lâmbaların şişesi yok…

Ne diyecektik? Dememiz o ki, lâmbalar şişesiz yanmıyor..