Gaddarlık Kaybettirir İNSAF KAZANDIRIR…

Ahmet ZİYLAN

Ticaret hayatı, insanların sürekli bencilce bir rekabet içinde, kendi menfaatleri için başkalarını ezdikleri bir arena değildir. İş hayatının insanları, ticaret erbabı -yerinde olmak kaydıyla- anlayışlı olmayı, insaflı olmayı da bilmelidir.

Siyaset, bürokrasi, yönetim işleri farklı mı? Hayır… Hepsinde zaaf hâline gelmemiş bir merhamet, mantıklı bir insaf bulunmalı.

Gaddarlık, katılık ve hırs, insana bir şey kazandırmaz. Anlayış göstermek, yumuşaklık da hiçbir şey kaybettirmez.

İşin özü;

İnsan kendine nasıl muamele edilmesini istiyorsa, başkasına da öyle muamele etmeli. O zaman Cenâb-ı Allah memnun ve hoşnut oluyor, diğergâm olan, başkasını tercih eden kuluna ihsanlarda bulunuyor.

Hadîs-i şeriflerde buyuruluyor:

“Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin…”

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”

Hele dara düşmüş, sıkışmış borçlulara, kirasını yetiştiremeyen esnaf ve sanatkâra, hiçbir zarûret olmadığı hâlde bir tekme daha vurmak insanlığa sığmaz. Biz bir yerlere gelinceye kadar, böyle pek çok insaf ehlinin anlayışıyla rahatladık, onlara duâ ettik. Hâlâ da ediyoruz.

Özellikle gençler, bu noktada hata edebiliyorlar. Onlara tecrübelerle yol göstermek gerekiyor. Bir süre önce bunları bana hatırlatan bir hâdise yaşadık.

Beylikdüzü-Kıraç’ta bulunan bir binamız var. Oraya üç yeğenimle ortak sahibiz. Kiraya vermiştik. Tutan adamın işleri, 3-5 ay sonra kriz sebebiyle bozuldu. Kirayı ödeyemedi. Çıkmak zorunda kaldı.

Adamcağız bir gün bana geldi, yakınıyor. Meğer bizim yeğenler avukata vermişler, avukat da adama haciz getirmiş.

Üzüldüm, yeğenlerime de kızdım:

“Niye böyle yapıyorsunuz? Bu çok yanlış, zaten sıkıntılar yaşayan adama birden bire böyle yapılır mı? Bakın geçmişte bize gösterilen muameleyi bir anlatayım size.”

Orada anlattığım hâdise gerçekten çok mühim…

İstanbul’a geldiğimiz sıralar. Kiralık bir işyeri arıyorum. Necati KARAASLAN’ın işyerinde oturuyoruz. Mevzuumuz bir işyeri bulmak.

Pencereden dışarısı gözüküyor. O sırada dış kapıdan içeriye; zayıf, uzun boylu, beli eğik, elinde baston, sırtında yelek, başında fötr şapka, yanında da bir hanım bulunan yaşlıca birisi girdi. Necati dedi ki:

“–Bu adam bizim için geliyor, yerini kiraya verecek. İyi olacak hastanın, doktor ayağına gelir.”

Adam, odanın kapısını açtı, içeriye girdi. Selâm verdi. Daha biz bir şey demeden, Necati’ye dönerek;

“–Oğlum, bir kiracım bazı işyerlerini boşalttı. Bu yerleri kiraya verir misin?” dedi. Belli ki dükkân komşusu olan Necati’yi kendine yakın görerek ricada bulunuyor.

Necati bana döndü:

“–Bak, ben sana demedim mi! «Kiralık yer bulalım.» dedin. Daha beş dakika geçmeden bu iş oldu.”

“–Peki.” dedik. Necati, dükkân sahibine döndü, beni göstererek;

“–Senin hemşehrin de yer istiyor.” dedi.

Bu adam Urfalı Bekir AĞAOĞLU imiş. Ben Antepliyim, o Urfalı…

“–Antepli misin?” deyince;

“–Evet.” dedim. Ben o zaman 35 yaşındayım. O da herhâlde 70-75 yaşında.

“–Ooo demek Anteplisin!” dedi. Cebinden cüzdanını çıkardı. Cüzdanının içinde taşıdığı bir resmi gösterdi. Çizmeli bir subay resmi;

“Ben, harpte subaydım. Hattâ Antep’e yardıma gittim, şöyle ettim, böyle yaptım…” başladı anlatmaya… İçi aşkla dolu, vatan sevgisiyle dolu bir adam.

Gittik, dükkânlara baktık. Beğendim yerlerini;

“–Şurayı şurayı tutayım.” diyerek, boşalan dükkânların hepsini değil, bazılarına talip olduğumu söyleyince;

“–Oğlum, tut işte fırsat varken…” dedi.

Ben ise fazla kira vermek, masrafı artırmak istemediğimden;

“–Bu kadar yeter!” dedikten sonra;

“–Bunlara ne vereceğiz?” dedim. O zamanın parasıyla benim aklımdan üç bin lira geçiyor. Şimdiki paranın aşağı yukarı aynısı. 1971 senesinin üçüncü ayı…

Adam;

“–1500 lira ver.” dedi.

Yarı yarıya…

Her zaman kiraya veren yüksekten atar, tutan düşük umar. Ortada buluşurlar. Bizde tersi oldu. Benim tahminimin yarısını istedi.

“–Pekâlâ, önden ne vereceğiz? Hani kaporadır, peşin aylıklardır veya depozitodur?..”

“–Sen daha yeni işe başlıyorsun. Nereden bulacaksın parayı. Oturursun, ay sonu gelince verirsin.” demez mi!.. Biz sevinçten uçacağız. Ne hayırlı bir adama rast geldik böyle!..

Tuttuk dükkânları, taşındık. Bizden sonra başka kiracılar da geldi, tuttular. Ay başında gelir bu adam, aynı ilk gördüğümüz vaziyette… Kolunda hanımı… Bir çay içer, kirayı alır, gider.

Kiracılardan biri var… Plâstikçilik yapar… Bekir Amca ne zaman gelse;

“–Hacı amca, bugün paramız yok, şu alacağı alamadık, şuraya gitti, şu çıktı…” bir dalavere yapar, parasını vermez. Çünkü biliyor, Bekir Amca, nasıl olsa gidecek, bir ay sonra gelecek… Aklı sıra bir ay onun parasını kullanacak.

Benim de kulağıma geliyor, canım sıkılıyor. Bir-iki böyle yapınca ben de; «Bu adam bana iyilik yaptı. Ben de ona iyilik yapayım.» diyerek Bekir Amca’ya dedim ki:

“–Bekir Amca, zamanımda sen bana; «Evlâdım» dedin. Ben de sana; «Amca» dedim. Benim seni kollamam lâzım. Bu adam sana hep; «Yok.» diyor. Gidince bir ay geçiyor. Sen burada beni vekil tayin et. Bugün; «Yok.» diyorsa yarın; yarın; «Yok.» diyorsa öbür gün; ben bunlardan parayı alır, sana ulaştırırım.”

Komisyon istediğim yok, tamamen iyilik olsun diye yapacağım. Adamı kandırıyorlar ya dayanamıyorum. Niyetim bu.

Bekir Amca dedi ki:

“–Yok yok, olur mu öyle şey! Ben seni vekil edeceğim; sen de bunları sıkıştıracaksın! Esnafın gün olur parası olur, gün olur dara düşer. Sıkıştırmak doğru değil!

Elbet benim param kalmaz, ben rahatım. Sen de rahat ol. Kimseyi sıkıştırıp da rahatsız etme!”

Ben adam nâmına öfkelenip, esnafı sıkıştırma plânları yaparken, onun anlayışlılığı, insafı ne kadar güzeldi. Güzel de bir ders veriyordu.

Bunları anlattıktan sonra döndüm yeğenlere:

“Biz böyle mal sahipleri gördük. Hâlâ onlardan övgüyle bahsediyoruz. Siz ise hemen kalkmışsınız, kiramızı vermedi diye, icraya vermişsiniz. Doğru mu bu yaptığınız?”

Onlar da anladılar, meseleyi hâllettik.

Gördüğüm tek insaflı mal sahibi, Bekir Amca değildi. İstanbul’a taşındığımız zaman ilk oturduğumuz evin sahibesi hanım da çok anlayışlı bir insandı.

İstanbul’a geldiğimizde Bahçelievler İlçesi’nde Preveze Apatmanı’ndan bir daire tuttuk. Aylığı 700 liraya. Bizim ev sahibi Avrupa gurbetçilerinden. Senede bir defa Almanya’dan yahut Hollanda’dan gelir. Kapıyı vurur;

“Ooo bizim ev sahibi gelmiş.” deriz. İçeriye geçer şöyle oturur, çay- kahve ikram ederiz. Biraz oturduktan sonra;

“–Şimdi bir sene geçti. Aylığı kaça çıkaralım, ne isterseniz öyle yapalım?” deriz. Kadın da der ki:

“–Yok yok, ben kesinlikle onun için gelmedim. Ben şöyle sizi bir ziyarete geldim. Benim aylığımı artırmayın. Evi gördüm. Para vermeseniz bile size bir şey demem. Şu evin güzelliğine bak, hiçbir yerde bir zarar-ziyan yok. Hiçbir yerde bir leke yok. Böyle kiracı bulmuşum, bir de kirasını mı ararım?”

Böyle anlayış ve insaf timsali bir hanım…

Öbür sene gelir, yine aynı şeyi söyler. Dört sene, beş sene oturduk o evde. Bir gün bile; «Kirasını artırın.» demedi. Biz gerekeni yapıp verdik. Sonunda biz bir ev aldık da oradan öyle çıktık. Çok güzel, mütevâzı bir evdi.

İstanbul’a gelmeden biraz önce Antep’ten bir ev almıştım. Henüz işleri bitmemişti. Tam bitti, ben İstanbul’a geldim. Antep’teki ev ile oradaki vekiller ilgilendi. Antep’te herkesin muhabbetini kazanan kıymetli bir büyüğümüz, sayın Ali KOYUNCU, kızını evlendiren bir akrabası için evi istemiş. Biz de 750 liraya kiraya verdik. Evlenen de Abdulkadir EVİŞEN imiş… Çok tatlı bir arkadaşımız. Bir sene kadar oturdu, sonra çıktı. Yeniden tanımadığım birisine evi kiralamışlar.

Benim haberim yoktu. Bizim vekiller yeni kiracıyı ha bire sıkıştırıyorlarmış;

“Kirayı yükseltelim, 800 olsun, 900’e çıkar, yok 1000 olacak!..”

Enflâsyon o zaman yavaş yavaş yükseliyor. Yani 1972-73-74 seneleri… Onlar da bizi müdafaa etmek için söylüyorlar. Ama benim haberim yok.

Sonunda baskılara dayanamayan adamcağız bana bir mektup yazmış. O zamanlar telefon etmek kolay mı? Mektubu okudum ki;

“–Benim kazancım pek öyle yerinde değil… Devamlı sıkıştırıyorlar, yükselt diye… Böyle giderse çıkacağım. Biraz insaf…”

Hemen bir mektup döşendim:

“–Sen kimsenin sözüne bakma, bir kuruş da artırma, bir şey diyen olursa da bu mektubu göster.”

Ben bizim ev sahibinden kötü müyüm ki kiracıma eziyet edeceğim!.. Tabiî bizi orada müdafaa edenler, kiracıya yine gelmişler. Göstermiş o mektubu, artırmamış.

Borçluya, dara düşene yardımcı olmak öyle önemli ki, zekât verilecekler arasında borçlular da sayılıyor. Alacaklının borçluya yardımcı olmasını Peygamber Efendimiz bizzat teşvik ediyor. Zaten fâizin haramlığının bir sebebi de, borcunu ödeyemeyenin daha da ezildiği bir insafsızlığa zemin oluşturması…

Ticarette, iş hayatında, rekabetin-kazancın tabiî bir şekilde hâkim olduğu her sahada, insan kârını, hesabını bilmek ile sadece menfaatini düşünmeyi birbirine karıştırmamalı… İnsaf, mürüvvet, insanlık göstermek gerektiğinde, kendi menfaatini değil, karşısındakini düşünmeli…

Sadece maddî sebepler üzerinde düşünülse bile, acımasızlığın değil, insafın hâkim olduğu bir ortama herkes bir gün ihtiyaç duyabilir.

Ne demişler:

Düşmez kalkmaz bir Allah!..

Bugün bana, yarın sana!…

Bir gün ocağına düşeceğimiz, hesaba çekileceğimiz kıyâmet gününde Allâh’ın bizim sıkıntımızı gidermesini istiyorsak, biz de bizi insafa davet eden hâdiseler karşısında hassas ve fedâkâr olmalıyız.

Ne güzel buyuruyor Cenâb-ı Peygamber:

“Bir kimse, bir mü’minden dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyâmet gününde o mü’minin sıkıntılarından birini giderir.

Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah Teâlâ da ona dünya ve âhirette kolaylık gösterir. Bir kimse, bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhiretteki ayıplarını örter.

Mü’min kul; din kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah Teâlâ da o kulun yardımındadır…”

Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocamızın sohbetinde dinlediğimiz bir kıssa var. O da bu konuyu çok güzel şekilde tamamlayacaktır:

Peygamberimiz’in amca oğlu İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- bir gün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verir ve oturur. Üzgün görünmektedir. İbn-i Abbâs, sorar:

“–Kardeşim, seni yorgun ve üzgün görüyorum.”

“–Evet, ey Rasûlullâh’ın amcaoğlu, üzgünüm! Falan şahsa borcum var, fakat şu kabrin sâhibi olan (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum, ödeyecek durumum yok!”

İbn-i Abbâs Hazretleri hemen ilgilenir:

“–Senin hakkında onunla konuşayım mı?”

“–Sen bilirsin.”

Bunun üzerine İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- hemen ayakkabılarını alır, mescidden çıkar, aracılık yapmaya koşar. Adam, arkasından seslenir:

“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescidden çıktın?”

Malûm, mescidden çıkınca îtikâf sona ermiş olur. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde şöyle cevap verir:

“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan muhterem zâttan duydum ki:

«Her kim, din kardeşinin bir işini takip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile cehennem arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425)

Allah, bizlere de Peygamber Efendimiz’i anlayıp tâbî olmakta, sahâbe-i kirâmın idrâkinden ve şuurundan hisse almayı nasip eylesin.

Gaddarlıktan muhafaza buyursun, insaflı eylesin!..