Rûhun En Müessir Gıdası GÜZEL SÖZ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Güzel sözün insan rûhunu teshir eden husûsiyeti dolayısıyla; güzel söz söylemek, insanlar arasında en fazla itibar gören bir sanat dalı olagelmiştir. Bu sebepledir ki; yüzlerce, binlerce yıldan beri zihinlerde süzülegelen özlü sözler, bütün tazeliği ve diriliği ile ağızlardadır. Onca dil dökülerek anlatılabilecek mevzûları, bütün keskinliği ile bir çırpıda ifade ediveren; husûle getirdiği tefekkür derinliği ile yerine göre rûhu teskin eden, sekînet indiren veya galeyâna getiren atasözleri, vecîzeler, nükteler, hicivler, hitâbeler… gibi. Meselâ; Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre’nin şu «dünya» tasvirine, daha ne ilâve edilebilir?:

Mal sahibi, mülk sahibi;
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan;
Var biraz da, sen oyalan.

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de, «güzel» ve «kötü söz» hakkında şöyle buyurulur:

“… Güzel bir söz, kökü yerde sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyve verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller verir. Kötü sözün durumu da, yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.” (İbrahim, 24-26)

İşte güzel sözün, sonsuzluğa uzanan bir boyutta; bin bir türlü renk, koku, lezzet, ses, ilh. tedâî ettirilerek, tefekkürün engin ufkuna serilmesi. Hâkezâ; yılanlar-çıyanlar yuvası, bin bir türlü menfîlikler meşheri tedâî ettirilerek de, kötü sözün…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

“Cennet meyveleri yemek için, âlimlerin meclislerini” tavsiye buyurarak, bu ifadelere açıklık getiriyorlar. Yine Kur’ân-ı Kerim’de güzel sözün muhtevası ile ilgili olarak, şöyle beyan buyuruluyor:

“Allâh’a davet eden, sâlih amel işleyen ve; «Ben gerçekten müslümanlardanım.» diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)

Sâdır olan söz; hem muhtevası, hem de onu sarf edenin tefekkür derinliği, rûhî kemâlâtı ve zihnî ihâtası ile mütenâsip seviyede muhatabına tesir eder. Halk irfanında; «sözü başka, fiili başka» olanlar;

“Dediğini yap; yaptığını yapma.” müstehzî ifadesiyle tavsif edilirler. Ne kadar güzel görünseler de, muhatabı üzerinde etkili olmaz böyle sözler. «Güzel»liği de ancak «süs» olarak kalır bu yüzden. Sözün tesirli olabilmesi için, her şeyden önce söyleyenin de «ilmiyle âmil» olması gerektiğine dair, İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’ne atfedilen bir mesel vardır:

“İmâm-ı Âzam Hazretleri; kendisine çok bal yediği şikâyetiyle getirilen bir çocuğu, bir mühlet vererek, tekrar getirmeleri kaydıyla geri gönderir. Kararlaştırılan zamanda tekrar getirilen çocuğa, İmâm-ı Âzam Hazretleri; sadece «bal yememesini» tembih eder. Merak ederek; «bu sözü daha önce niye söylemediğini» soran çocuğun velîsine de şu cevabı verir:

«Balı ben de çok severdim. Ancak yapmadığım şeyi söylemem doğru olmazdı. Sözümün tesirli olabilmesi için, verdiğim süre içerisinde, önce kendim bal yemeyi bıraktım.»”

Güzel tarzda söz söyleme sanatı, edebiyatın mevzûuna girer. «Türkçe Sözlük» onu şu cümleyle tanıtıyor:

“Edebiyat; düşünce, duygu ve hayallerin söz ve yazı hâlinde güzel ve etkili bir şekilde anlatılması sanatıdır.”

Biz de şöyle bir tarif yapabiliriz:

“Edebiyat; bilgi, gözlem ve deneyişlere dayalı duygular, düşünceler, hayaller yardımıyla, güzel söz ve yazı eserleri meydana getirme bilgi ve sanatıdır.”2

Uygun zaman ve yerde, muhatabı rencide etmeden, saygılı, şefkatli bir ifade ile söylenen söz; en inatçı zihinleri bile ikna edebilir. Taş gibi kalpler yumuşar, çorak gönüller rahmet esintileriyle gülistana döner. Öyle ki;

“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” demiş atalar; böylesine akıl almaz neticeleri ifade sadedinde.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir müşriki karşısına alıp;

“Eğer senin inandığın doğru ise, benim bir kaybım olmaz. Fakat benim inandığım doğru ise, senin hâlin ne olacak?” diye sorması ile rûhen sarsılan müşrik; îman etmekten başka çare bulamaz.

İnsanın, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın şahsında muhatap olduğu ilk söz; Allah Teâlâ’nın yüce kelâmıdır. Bu cümleden olarak; sözlerin en güzeli Allah Teâlâ’nın insanlara bir «uyarıcı» ve «müjdeleyici» olarak seçtiği peygamberlerine, kendi yüce katından inzal buyurduğu vahyidir. Husûsiyle de; Âlemlere Rahmet, Son Peygamber Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e inen ve tahrifâta uğramamış yegâne semâvî kitap olan Kur’ân-ı Kerim. Nebîler Sultanı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek şahsında tecessüm eden Kur’ân’ın kâbına varılamaz muhteşemliği şöyle beyan buyurulur:

“Allah, kelâmın en güzelini ikizli, âhenkli bir kitap olarak indirdi…” (ez-Zümer, 23);

“De ki: Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir.” (el-İsrâ, 88)

Kur’ân-ı Kerîm’in indiği câhiliye cemiyeti, edebiyat sahasında fevkalâde zengin idi. Buna hikmetli bir misal olarak;

İsa -aleyhisselâm-’ın dîninde muvahhid bir şair olan Kus bin Sâide’nin, Sûk-ı Ukaz’da aralarında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de bulunduğu bir topluluğa yaptığı bi’set-i nebevîden bahseden şu câlib-i dikkat konuşması çok ibretlidir:

“Ey insanlar! (…) Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, anaların-babaların yerini tutar. Sonra hepsi mahvolur gider. Vukuâtın ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini takip eder. Dikkat edin, kulak verin! Gökten haber var; yerde ibret alacak şeyler var! Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Yemin ederim, Allâh’ın indinde bir din var ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Ve Allâh’ın gelecek bir Peygamber’i vardır ki, gelmesi pek yakındır. Onun gölgesi başınızın üstüne geldi. (…)”3

İslâm muârızlarının bütün gayretlerine rağmen; ne böyle bir zamanda, ne de daha sonraları, Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısmının bile benzerini meydana getirmek mümkün olabilmiştir. Öyle bir gıpta ki; Mekke-i Mükerreme’nin azgın müşrikleri, bir taraftan her türlü şiddet usullerine başvurarak İslâm Nûru’nu söndürmeye gayret ederken, diğer taraftan da hasetle kıvranarak, Kur’ân-ı Kerim tilâvetlerini gizli gizli dinlemekten kendilerini alıkoyamıyorlardı.

Muhatabın seviyesine göre hitap etmek de, sözün tesiri bakımından fevkalâde önemi hâizdir. Mevlânâ Hazretleri, bu husûsu;

“Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.” diye ifade buyurur.

Lokman Hakîm de;

“Cahilin yanında hikmeti konuşmanın, onu zâyî etmek” olduğunu belirtir. Konuşmada dikkate alınacak husus bâbında, muhatabın seviyesinin önemine dair şöyle bir hikâye vardır:

“Vaktiyle her nasılsa, bir âlimle bir çoban hapishanenin aynı odasına düşerler. Âlim karşısına çıkan bu fırsatı değerlendirmek maksadıyla; çobana uzun uzun derin, hikmetli mevzûları anlatır. Sonra; duygulanıp mahzunlaşan çobanın, anlattıkları ile ilgili fikrini sorar ümitle. Ancak aldığı cevap da şaşırtıcıdır:

«Sen konuşurken çenendeki sakalının oynaması, bana keçilerimi hatırlattı da, onun için duygulandım.»”

Kur’ân-ı Kerim’de, İslâm’ın tebliği ile alâkalı olarak şöyle buyuruluyor:

“Ey Rasûlüm! Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (en-Nahl, 125);

“Mü’min kullarıma söyle de, (kâfirlere) en güzel olan sözü söylesinler…” (el-İsrâ, 53)

İnsanlığa en güzel örnek (üsve-i hesene) olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ilâhî terbiyesi muktezâsınca, en güzel ve tesirli konuşma üslûbuna sahipti. O’nun herkesin seviyesine göre hitap eden bu irşad husûsiyeti sebebiyle, ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhum- hazerâtı, «yol gösteren yıldızlar» mesâbesine ulaşmışlardı. Kendi nefsi için kimseye asla sert bir söz söylememiş olan O Varlık Nûru Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde;

“Sadaka ile nâr-ı cahîmden korununuz. Velev ki, bir hurmanın yarısı ile olsun. Ona da mâlik değilseniz, insanların gönlünü alacak, hoş, güzel bir sözle tasaddukta bulununuz.” buyurmuşlardır.

Fuzûlî, boş şeyler konuşmak; zaman israfı yanında, hem konuşanın, hem de dinleyenin değerini düşüren, insana izâfe buyurulan yüksek şerefle bağdaşmayan bir fiildir. Onun için, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Ya hayır söyle; ya sus.” buyuruyorlar. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ-’nın bu tavsiyeyi yaşamak azmiyle, dilini tutup;

“Ya hayır söyle; ya sus!” diyerek, bu emri talim ettiği rivâyet ediliyor.

Rikkat âbidesi, güzel sözlü Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın da, diline sahip olamamak korkusuyla, ağzında bir çakıl taşı bulundurması ibretâmiz bir örnektir. Bu husus muvâcehesinde; Lokman Hakîm’in;

“Söz gümüşse, sükût altındır.” sözü, kadîm zamanlardan beri değerini kaybetmeyen bir nasihattir. Nitekim mübârek Ramazan ayının da, insan iradesini bu haslet üzerinde eğitmek ve bu fazîleti ona kazandırmak gibi bir disiplini vardır. Nitekim hadîs-i şerifte;

“Oruçlu iken çirkin konuşulmaması; birisi sataştığı takdirde; «Ben oruçluyum» denilmesi” tavsiye buyurulmaktadır.

Bir Japon ilim adamı yaptığı araştırmada; güzel söz ve seslerin hâkim olduğu bir ortamda düzgün yapıda bulunan su moleküllerinin, aksi şartlardaki ortamda karıştığını, bozulduğunu tespit etmiştir. Kezâ; ilk şartlardaki ortamlarda bulunan çiçeklerin sağlıklı bir yapı kazandıkları hâlde, diğer ortamdaki çiçeklerin bu gelişmeyi gösteremedikleri, bilinen bir meseledir. Yine hayvan yetiştirilmesinde, bahis mevzûu bu tecrübelerden faydalanılarak onları «stres»e sokmayacak ve en iyi verimi sağlayacak ortamların tesisi, üzerinde çalışılan bir husustur. Bu cümleden olarak; güzel söz ve muâmelenin, varlıkların en şereflisi olarak ve «en güzel kıvamda» yaratılan insan üzerindeki müsbet tesiri izahtan vârestedir. Yûnus Emre Hazretleri, sözün gücünü, o arı-duru bir pınar akışı gibi âhenkli deyişiyle şöyle tebârüz ettiriyor:

Keleci bilen kişinin, yüzünü ağ ede bir söz.
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,
Söz ola âğulu aşı, bal ile yağ ede bir söz.

Tarihin sayfaları; çeşitli tonlardaki sözlerin, cemiyetleri derinden sarsan ve bazılarının tesirleri zamanımıza kadar uzanan, müsbet veya menfî sonuçlarıyla doludur. Şurası muhakkak ki; şiddetin, cemiyetlerin her kesimini kasıp kavurduğu günümüzde insanlara, ruhları çıldırtan «zehirli aşı», «bal ile yağ» edecek güzel sözle hitap edebilmek, içtimâî barışın anahtarı mesâbesindedir.

1 Elmalılı M. Hamdi YAZIR, Kur’ân-ı Kerim Meali, Pusula Yay. İst.

2 Ahmet KABAKLI, Türk Edebiyatı-1, Türkiye Basımevi, İst. 1967, s. 2.

3 Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi-4, Erkam Yay., İst. 1998, s. 22.